27 Aralık 2012 Perşembe

LÜBNAN





LÜBNAN
Her seferinde küllerinden yeniden doğan Zümrüd-ü Anka…
Dil, Din, Kültür ve Irkların Mozaiği…
Ama bu mozaikten her zaman güzel şeyler çıkmıyor.
Lübnan, Akdeniz’in doğusunda, Asya’nın güney batısında küçük bir Ortadoğu ülkesidir. Geçmişi Fenikelilere dayanıyor.  Romalılardan Osmanlılara kadar birçok imparatorluğun egemenliğine girmiş, yüzlerce yıl sonra; 1943 yılında bağımsızlığına kavuşmuş, yaklaşık 4,3 milyon kişinin yaşadığı bir ülke olan Lübnan’ın başkenti 2 milyona yaklaşan nüfusu ile Beyrut’tur; hani şu doğunun Paris’i diye bilinen kent…

Şehitler Anıtı


Nüfusun  %93’ü Arap asıllı.  Ama çoğunluğun Arap asıllı olması onların Müslüman olmasını gerektirmiyor. Müslüman Arapların oranı yaklaşık % 60, bunların büyük çoğunluğu ise Şii. Geriye kalanlar ise Hıristiyan;  Marunîler, Ermeniler, Dürzîler ve Hıristiyan Araplar…
Resmi dil Arpça. Arapçadan sonra en çok kullanılan dil Fransızca ve İngilizce. Ermenice ve Türkçe de Lübnan’da konuşulan dillerin arasında.
Farklı dinlerin, dillerin ve kültürlerin bir arada yaşadığı ülkelerde halklar arasında barışın sürekli olması pek kolay olmuyor. Lübnan da buna en güzel örnek.  Ülkede 1971 yılında başlayan karışıklıklar 1975 yılında iç savaşa dönüşüyor. Bu savaşta her, taraftan binlerce kayıp veriliyor. 1991 yılında toplumsal bir oydaşma ile savaş sonlanıyor ama bu yapay barışın zaman zaman bozulduğunu, günlük haberleri izleyen hemen herkes bilir.
BEYRUT
Orta Doğu’nun Paris’i mi gerçekten?
Uluslararası Hariri Havaalanı’dan kente doğru giderken bindiğim taksinin penceresinden dışarıyı izliyor, bu soruya yanıt bulmaya çalışıyordum. Sahildeki görkemli yapıları görünce; Paris’e 3-5 kez gitmiş biri olarak ‘’ Paris’te deniz olmasa da, burası doğunun Paris’i ünvanını hak ediyor galiba ’’ diye düşünüyorum. Deniz kıyısındaki kordonda, pahalı otomobillerin sergilendiği araba galerileri dikkatimi çekti; Porshe, Ferrari, Hummer ve diğerleri… Savaş buralara gelmemiş gibi… Kordondan sapıp,  hala iç savaşın etkilerini taşıyan sokaklara girince; manzara birden değişiyor.’’ Bu sokak birkaç dakika önce geçtiğim sahil yolu ile aynı kentte mi bulunuyor?’’ diye kendi kendime soruyorum. Duvarları mermi delikleri ile adeta sarat görüntüsü veren binalar, top gülleleri ile yarı yarıya yıkılmış evler… Yanımızdan gelip geçen ya da önceden sokağın bir yanına park etmiş , ''araba demek için  bin tanığa ihtiyaç duyulan ''  hurdaları görünce;  ’’ Burası olsa olsa savaş sonrası herhangi bir Alman Kasabası olabilir’’ diyorsunuz. İşte savaş ve savaşın acımasız gerçeği… İki ayrı dünya…

Neimeh Meydanı

Beyrut , Zümrüd-ü Anka kuşu gibi. Her savaştan sonra ‘’küllerinden yeniden doğmaya’’ çalışıyor. Bu yeniden doğumu kolaylaştıran ana etmen ise, Lübnan’ın dışında; özellikle Güney Amerika’da yaşayan ve sayıları Lübnan’daki Lübnanlıların üç katı daha fazla Lübnanlıların yardımı oluyor.
Umarım Lübnan ‘’küllerinden doğmayı’’ bir kez daha başarır.
Beyrut’un sahile yakın Manara bölgesindeki otelimden ayrılıp, Akdeniz’e paralel, doğudan batıya uzanan Paris Bulvarına inip, denizi sağ yanıma alarak yürümeye başladım. Burası, gündüz sıcaklarından bunalan Beyrutluların akşam serinliğinde ‘’piyasa’’ yaptıkları palmiyeli,  güzel bir bulvar. Geniş kaldırımlarında ailece yürüyüş yapanlar,  spor yapan erkekler ve çoğunluğu başörtüsüz kadınlar, gruplar halinde yürürken yüksek sesle konuşup şakalaşan gençler ve sizlere bir şeyler satmaya çalışan satıcılar…  İşte bulvarın akşamüstü manzara-i umumiyesi böyle…
Ömer Camisi


Yürümeye devam ettiğinizde bulvarın adı değişiyor. Karşınıza yine Fransa’yı anımsatan tanıdık bir isim çıkıyor; De Gaulle. Bulvarın adı bu. Fransa’nın Lübnan’da sözünü geçirdiği dönem pek uzun sayılmaz. Çok kısa bir süre burada kalmalarına karşın, daha birkaç adım atmadan Lübnan’ daki Fransız etkisinin ne denli önemli olduğunu anlıyorsunuz. Biz Türkler buraya yaklaşık 400 yıl egemen olmuşuz. Çok değil, daha 100 yıl kadar önce buralarda bizim borumuz öterdi.  5 gün daha buradayım. Bakalım ‘’esamemiz ‘’okunuyor mu? Göreceğiz…
Hamra Cafe'de Nargile Keyfi

De Gaulle Caddesi (Bu bulvar, Paris Bulvarı ile birlikte La Corniche-kordon diye adlandırılıyor) , sahili izleyerek önce batıya, daha sonra hafif bir yokuşla güneye doğru uzanıyor. Manara Deniz Fenerini geçtikten sonra Rawsheh ‘e ulaşıyorsunuz.  Rawsheh ‘in görülesi en güzel yeri de kıyıdan yaklaşık 30 -40 metre açıktaki Güvercin Kayalıkları. Dalga aşındırması ile oluştuğunu sandığım doğa harikası bu kayalık Beyrut’un sembolü sayılır. Kaya, her iki girişindeki yolları yıkılmış kemerli antik çağ köprülerine benziyor.

De Gaulle Bulvarı’nda da, Paris Bulvar’ın da olduğu gibi alışveriş yapabileceğiniz dükkanlar, hoşça vakit geçireceğiniz kafeler var. Bana göre burası Beyrut’un en güzel bölgesi.  Ancak bu arada,  Bulvara açılan sokaklarda hala iç savaşın izlerini taşıyan yıkık ve harap binaların çokça bulunduğunu söylemeliyim. Sahil ile Bulvar arasında birkaç yüz metrelik bir kaylık bir alan var. Buradan yürüyüp sahile ulaştığınızda karşınıza 100 yıl öncesinden kalmış gibi duran, salaş balıkçı lokantaları ve çay evleri çıkar. Buradaki mekanlardan birine ‘’ hem denizi seyredeyim hem de bir şeyler atıştırayım’’  deyip oturduğunuzda; salaş-malaş olduklarına bakmadan karşınıza neredeyse 5 yıldızlı otel tarifesi ile çıkıyorlar. Gelen hesaba bakıp, onları 5 yıldızlı otel olmadıklarına ikna etmeniz biraz zaman alıyor ama sonunda gönlünüzden ne geçiyorsa onu veriyorsunuz. Hesabı ödedikten sonra mekandan ayrılırken,  , ardınızdan hiç de dost olmayan bir ses tonuyla söylenmiş, büyük olasılıkla küfür olan Arapça sözcüklere de kulak asmayın.

Rawsheh Kayalığı

Kayalıkları geçip güneye doğru yürümeye devam ettiğinizde karşınıza büyükçe bir kumsal çıkar; Ramlet El Bayda kumsalı…  Kumsal, mart ayının sonu olmasına karşın denize giren insanlarla doluydu.
‘’Güzel kadınlar gördüm, gerçekte var olmayan’’ demiş ozan.  Ama ben kanlı canlı güzel kadınlar gördüm,  bulvarda salınıp yürüyen… Özellikle gözleri çok güzeldi. ; Arap ırkının özelliğinden olmalı. İlginçtir,  burada kim Hıristiyan kim Müslüman kolayca ayırt edemiyorsunuz. Ben kolayını buldum: Başı örtülüler Müslüman, başı açıklar Hırıstiyan… Çünkü yüzlerine bakıp ayırt etmek olanaksız gibi. Başı açık Müslüman kadınlar da varmış ama dedim ya ben ayırt edemedim.  Bu arada şunu da eklemeliyim: Beyrut’un Kuzey’inde Hıristiyanlar, Güney Bölgesinde ise Müslümanlar yaşıyor. Bu ayrımın en büyük nedeni iç savaş olmalı. Bir çatışma olduğunda insanların, kendilerine yakın buldukları gruplarla bir arada olma isteği doğal karşılanmalı…

Hamrah Caddesi'nde Doğaçlama

Neimeh, Beyrut’un ilginç ve kesinlikle görülmesi gereken bir bölgesi. Birçok antik kalıntı, tarihsel anıtlar, kiliseler, camiler yaklaşık 250 metre çapında bir alanda toplanmışlar. Neimah Meydanındaki saat kulesi tam kartpostallık, Meydan’ın tam ortasında yer alıyor.  Burası zaman zaman trafiğe kapatılıyormuş. Kulenin bulunduğu meydanın çevresinde bir suikasta kurban giden Başbakan Refik Hariri anısına yapılmış bir cami ve bu caminin hemen yanı başında Martyr’s  Square-Şehitler Meydanı ve meydanın ortasında buraya adını veren Şehitler anıtı var.  Anıtın karşısında da Beyrut Limanı…
Neimah Meydanı’nın hemen batısında Romalılar döneminden kalan hamam kalıntıları ve Osmanlı Döneminden kalma bir camii var. Yine bu meydanın güneyinde tarihi El Omar ve Amir Assaf camileri de ziyaret edebileceğiniz ibadet hanelerden bazıları.  Neimah Meydanı’ndan güneye doğru birkaç yüz metrelik yürüyüş mesafesinde St. George Kilisesi ve Gebran Halil Parkı var. St. George Kilisesi Marunîlerin ibadethanesi, park ise bakımsız.

Şavaştan ne kaldıysa, hepsi burada…

Al Omar ve A. Assaf Camileri

Lübnan Ulusal Müzesi Kentin Güneyinde, Hamid Frangeih Bulvarı üstünde. Müzede, Lübnan Uygarlığını temsil eden eserlerin böyle bir müzede,  bulunması gerekenden çok daha az olması dikkatimi çekti. Olanlar da onarılmaya çalışılmıştı. Müzedeki görevliye nedenini sordum:  Aldığım yanıtla, savaşın çirkin yüzü ile bir kez daha karşı karşıya geldim.  ‘’Bayım’’, dedi görevli,’’İç savaş sırasında bu bina çok hasar gördü. Burada sergilenen eserleri beton kutularda korumaya aldık. Ancak bu kadarını kurtarabildik. Yıkımı daha iyi anlayabilmeniz için size müzenin savaş öncesi ve sonrası resimlerini göstermek isterim’’. Düşünün ki;  bir iç savaş, her iki taraftan sadece can almıyor, onların ortak tarihlerini, kültürlerini de yok ediyor.


Beyrut'ta Bir Cadde
 
 Bliss Caddesi’ne cepheli, yeşillikler içindeki Amerikan Üniversitesi Yerleşkesi’nin konumu çok güzel. Bu güzellik, yerleşkenin hemen aşağısında başlayan Akdeniz’in maviliği ile ayrı bir anlam kazanıyor. Burada Amerikalıların üniversitesi olur da Fransızların olmaz mı.Tabi ki var.Adı bizdeki Fransız Liseleri ile aynı: Saint Jozef.

Eglence
Eğlenmek istiyorsanız, buyurun sizi şöyle alayım.
Ademoğlu hem efsane dinlemeye hem de efsane yaratmaya bayılır. Beyrut’a gelmeden, buranın eğlence yaşamıyla ilgili çok şey dinledim. Hele savaş öncesi Beyrut bambaşka bir alemmiş.’’Mişli geçmiş zaman kullanıyorum’’ çünkü savaş öncesi Beyrut’a hiç gelmedim.  İç savaş öncesini gece hayatına ilişkin abartılı öyküleri dinledikten sonra, savaş sonrasında her şeyde olduğu gibi eğlencede de kalitenin bozulacağı düşüncesi, beynimin bir yerine kasap çengeli gibi asılı durunca; insan ister istemez mutsuz oluyor.

Ulusal Müze.Savaştan Geriye Ne Kaldıysa...

Barlar, restoranlar ve kafeler anlatılanlar gibi. Gece hayatı için bir şey yazmayacağım.  Gelip kendiniz görün, yaşayın ve yorumlayın. Ama iç savaş öncesi öyküleri dinlemeden, lütfen…
Beyrut’un eğlence mekanlarının bulunduğu iki bölge var: Monot’ta Monot Caddesi ve Gemmayzeh’de Gouraud Caddesi. Burada istediğiniz eğlence mekalarını bulabilirsiniz. Sanırım burada birkaç mekan  adı yazmam gerekiyor. Monot’ta: Kana Clup, Lime ve Sodium bunlar gece kulübü. Red Carpet, Ice Bar ve Moloko bar ve kafe.  Shah ise lokanta. Bu caddeye geldiğinizde başka seçenekler de bulabilirsiniz.
Gouraud’da ise ;  Clup Social,Melting Pot, Cactus, Godot Bar  ve Le Chef.
 Bu mekanlar kadar ünlü olmasa da, Hamra Caddesinde de daha alçak gönüllü barlar, kafeler bulabilirsiniz.  Buradki Hamra Kafe’de elma aromalı nargileyi öneririm. Ben sigara kullanmam ama gene de denedim, alışkanlık yapmıyor. Biraları ve şarapları da nefis. Bir de bizim rakıya benzeyen rakıları var tadı güzel.  Burada içmedim ama daha önce Beyrut’a gelen bir arkadaşım hediye etmişti; oradan biliyorum.



Neimeh Meydanı ve Gerideki Hariri Camisi

Hamra Caddesi’nde Monot ve Gourud’daki gibi yabancı turist pek fazla yok. Daha çok  Beyrutlular’ın tercih ettiği bir yer. Caddeye açılan sokakların köşe başlarında gençler hep birlikte çalıp söylüyorlar. Bir gece merak edip gruba yaklaştım; 3-4 kişi bir şeyler çalıyor, etraflarında çember oluşturmuş bir kalabalık da onlara eşlik ediyordu. Kalabalığın arasına karıştım. Müzik yabancı gelmedi ama Arap Müziği desem değil, Batı Dillerinden hiçbirine benzemiyor. Olsa olsa Ermenice’dir  diye düşündüm. Yanımdakine düşüncemi onaylatmak için sordum.
-‘’Çaldıkları Ermeni Müziği değil mi?’’
-‘’Hayır ‘’dedi. Bunlar doğaçlama müzik yapıyorlar.
Yaklaşık bir saat kadar bu doğaçlama müziği dinledim. Başlangıçta 3-4 kişi olan topluluğa zamanla
Gitarıyla, uduyla, klarnetiyle,  flütüyle, kemanıyla gelen birçok genç katıldı. Topluluk, ben oradan ayrılırken orta çaplı bir senfoni orkestrası büyüklüğüne ulaşmıştı.
Burada  ırkı ,dili, dini ne olursa olsun insanlar bir arada kavgasız dövüşsüz eğlenebiliyorlar .Nedeni, savaşsız barış dolu günlere olan özlem olabilir mi?.
Bir de Lübnan deyince akla ilk gelen bir yerden söz etmemek olmaz.  De Liban gazinosu. Burası Beyrut’ un kuzeyinde ve kente yaklaşık 18 km uzaklıkta. Şans oyunlarına ilgi duymadığım için ben gitmedim. İlgi duyuyorsanız ilginizin karşılığını alabilirmişsiniz; oteldeki görevli öyle söyledi…


Amerikan Üniversitesi Girişi
 
Ne yemeli…
Lübnan’ın Mutfağı, Fransız, Türk, Arap, Ermeni mutfaklarının karışımı… Hamburgerleri saymıyorum. Hangi lokantaya giderseniz gidin, nerede yemek yerseniz yiyin karşınıza mutlaka tanış olduğunuz bir yemek çıkacaktır. Böyle olmasına karşın gezi notları yazmanın usulündendir, size birkaç yemek adı vereyim. Tabuli: Bulgur ve maydanoz karışımı salatamsı bir yemek. Kibbe: İçli köfteye benziyor. Semsek: Labneli börek. Ve Felafel, Lübnan’ın dünya ya armağan ettiği ‘’fast food’’. Felafel deyince ilginç bir anımı anlatayım. Eşim felafel yemek istedi. Küçücük bir dükkanın önünde durup, isteğimi bildirdim. Felafelin hazırlanmasını beklerken eşimle aramızda konuşmaya başlayınca; Kırklarında gösteren usta,
-‘’Türk müsünüz ‘’diye sordu aksanlı bir Türkçeyle...
Türkiye’den çalışmaya gelmiş bir Türk olduğunu sandığım için,
-‘’Evet ‘’ deyip ekledim. ‘’Sen nerelisin ‘’?
-‘’Adanalıyım ‘’. Deyince,  çölde su bulmuş Bedevi gibi haykırdım.
‘’Neresinden? Ben de Adanalıyım da…’’
-‘’ Ben de babam da burada doğduk. Biz Ermeniyiz dedelerim tehcir zamanında Adana’dan buraya göçmüşler’’.
Heyecanla, ardı ardına sormaya başladım.
-‘’ Peki, Türkçe’yi nereden öğrendin, güzel konuşuyorsun.  Adana ile bağlantın var mı?’’.

Türkçe’yi ailesinden öğrenmiş. Evlerinde hala Türkçe konuşuyorlarmış. Adana’yı merak ediyormuş ama gitmek bir türlü kısmet olmamış. Dedesi sağken sıklıkla olmasa da Adana’yı, çocukluğunu, oradaki evlerini ve Türk arkadaşlarını anlatırmış.
‘’Deden Adana’dan söz ederken gözünden bir damlacık da olsa yaş akmaz mıydı’’ diye soramadım.
Soramadım, çünkü emindim. Ben bile bu satırları yazarken göz pınarlarımda biriken damlalara söz geçiremedikten sonra…
Her neyse; o küçücük dükkan bana barışın egemen olduğu kocaman bir evrenin kapılarını yeniden araladı. Oradan ayrılırken anladım ki; o Felafel, hayatımda yediğim en lezzetli Felafeldi. 
JOUNİEH-Harissa
Our Lady of Harissa
Jounieh, Beyruta yaklaşık 20 km uzaklıkta bir sahil kasabası. Halkı genellikle Hıristiyan. Kasabayı gezi listeme almamın en önemli nedeni, Harrissa tepesinde bulunan Maryem Ana heykeli ve buraya çıkmak için bindiğimiz teleferik… Tepe sahilden yaklaşık 900 metre daha yüksek. Tepeye, dolambaçlı bir karayoluyla da çıkabilirsiniz. Ancak size teleferiği öneririm. Sıfırdan 900 metreye, bir telin üzerinde hareket eden vagonla çıkmak çok ilginç. Yükseldiğiniz her metrede, neredeyse ayrı bir manzara var.

Harissa :Meryem Ana Heykeli


Kendinizi alçaktan uçan küçük bir uçak içindeymiş gibi hissediyorsunuz.  Tepeye yaklaştıkça, Jouineh ve kıyısında yer aldığı Akdeniz’in mavisi, bir başka güzel görünüyor. Harissa Tepesinde küçük bir meydan ve meydanın ortasında bütün haşmetiyle duran bir Meryem Ana Heykeli var. Burası Lübnan’daki  Hıristiyanların kutsal saydıkları yerlerden biri. Heykelin etrafında dönen, ya da meydanı çevreleyen oturaklara oturup dua eden yüzlerce insan, peygamberlerinin anasından bir şeyler dilemek için burada olmalı. Meydanın bir köşesindeki oturaklardan birine oturup etrafı daha bir alıcı gözle incelemeye başlayınca; burada dua eden Hıristiyan kalabalığının arasında Müslüman olduğunu sandığım insanların da olduğunun ayırdına vardım.  İnsanoğlu bu:  Yardıma ihtiyacı olmaya görsün. Olunca da, dün gırtlak gırtlağa geldiği insanların kutsalına onlarla birlikte dua etmekten geri duymuyor.

Harissa Tepesi'nden Joineh

Heykele bir merdivenle çıkabiliyorsunuz ama ben çıkamadım çünkü o gün heykel boyanıyordu.  Belki bir başka sefere.
JEİTA
Bir dünya harikası
Az sonra kalın harflerle yazacağım cümleyi okuduktan sonra aşağıda yazacaklarımı okumasanız da olur.
‘’Sadece Jeita Grotto’yu görmek için bile Lübnan’a gelinir… Gerisi hikaye-i geyik’’.
Birçok ülkede birçok mağaralar gördüm. İnanın bana şimdiye kadar gördüklerimin hiç birisi, hiçbir özelliğiye  Jeita Grotto  ile kıyaslanamaz. Öylesine güzel, öylesine büyüleyici… Kendinizi fantastik bir filmin çekimi için hazırlanmış stüdyoda hissediyorsunuz.  Lübnalılar’ın burayı ‘’dünyanın yedi harikasından biri’’ saymaları boşuna değil. Girişte 7up‘ın maskotunun kullanıldığı reklam panosuna ‘’ Enjoy Jeita Grotto’’ yazmaları, bunun kanıtı gibi.

Nahr al-Kalb vadisindeki bu mağaralar 1836 yılında Rahip William Thomson tarafından keşfedilmiş. Burayı, elektronik bir bilet ile kimi zaman yürüyerek, kimi zaman küçük elektrikli trenle ya da akülü botlarla geziyorsunuz. Giriş kapısında fotoğraf makinenizi ve çantalarınızı emanet dolaplarına alıyorlar. Çünkü fotograf çekmek kesinlikle yasak.(Magara içinden çekilmiş resimleri Google'dan aldım) Yukarıdaki mağara uzun ve yüksek. Sarkıtlar ve dikitlerin varlığı size, düşler aleminde bir seyahate çıkmışsınız duygusu veriyor. Görüntüler o denli muhteşem ki;  benim kelime haznemi oluşturan sözcüklerle bu güzelliği anlatmam, tanımlamam güç, gerçekten güç.
Jeita Grotto
Aşağıdaki mağara yukarıdakinden daha küçük ama bir başka güzel.  Mağaranın içinde akülü botlarla gezinti yapabileceğiniz küçük bir göl var. Öyle güzel ışıklandırmışlar ki, kendinizi erimiş, zümrüt ve yeşim karışımı akışkan bir mücevher içinde kayıkla gezinti yapıyormuş duygusuna kaptırıyorsunuz. Suyun tavandaki yansıması ise bu duyguyu daha da yoğunlaştırıyor.
Jeita’da, günü anımsatacak hediyelik eşya satan küçük dükkanların varlığını anımsatmak isterim.

BYBLOS-BİBLOS
Bir Fenike Kenti’ne seyahat…
Biblos’un tarihinin 7000 yıl öncesine dayandığı söylenmektedir.  Söylenti olmayan şey, bu kentin Fenikeliler’in en önemli ticaret merkezi olduğudur. Fenikeliler bu limandan Lübnan’ın sembolü olan sedir ağaçlarını ihraç ediyorlardı. Ayrıca ihraç kalemlerinin arasında papirüs da vardı. Kentin adının buradan geldiği söylenir. Bu gün kullandığımız Latin Abc ’sinin temelinde Fenike Abc’sinin olduğunu ortaokul yıllarımda öğrenmiştim.

Antik Kalıntılar

RBiblos'da Bir Kilise
Biblos,  Akdeniz kıyısında bir kent. Kentin görülecek yeri, kuşkusuz kıyının hemen bitiminde başlayan Biblos değil. Bu kıyılardan her tarafta var. Görülmesi gereken yer ise antik Biblos. Burada, aşağıda ki kente hakim bir kale var. Kalenin adı Curusader. Kalenin hemen yanı başında yine aynı adı taşıyan tarihi bir kilise
bulunuyor.

Osmanlı Çarşısı

Ayrıca St. Charbel Tomb, ve St. Johanna kilisesi de kale ile karşı karşıya. Kaleye yürüme mesafesinde Osmanlı Döneminden kalma bir arasta var. Buradaki hediyelik eşya satan dükkanlardan alışveriş edebilirsiniz.
Kale’nin alt tarafında ise; Fenikeliler Döneminden kalma başka bir yerleşim yeri var.

Biblos'da Bir Cami

Kent bana oldukça sakin geldi. Öğretmenler eşliğinde ören yerini gezen ilkokul öğrencileri ve bir kaç yaşlı turist dışında pek fazla kimse yoktu. Oysa tam turizm mevsimiydi ve burası tüm tur programlarında mutlaka yer alıyordu.   Ben orayı dolaşırken öğle üzeriydi ve tepe deki güneş acımasızca yakıyordu. Belki de buradaki  ‘’insansızlığın’’ nedeni budur.


Müzede Bir  Tablodan Biblos

Sahil , her yerdekiler gibi demiştim. Denizi ve esintiyı özlediyseniz buradaki kafelerden birine oturur, kahvenizi ya da soğuk biranızı yudumlarken günün muhasebesini yapabilirsiniz.
BAALBEK
Dünyanın en geniş akropolü…
Beyrut’ yaklaşık 86 km uzaklıkta ve Bekaa Vadisindeki Mülteci Kampının hemen yakınında bulunan Baalbek,  antik çağlarda ‘’Tanrı Baal’a Tapanların Kenti’’ olarak biliniyordu.  Bir Fenike kenti olarak tarih sahnesine İsa’dan Önce 1100 yılında çıkan Baalbek,  Roma İmparatorluğu’nun egemenliğine girdikten sonra Romalılar buraya Tanrı Jüpiter adına bir tapınak yaptırmışlar ve adını Heliopolis olarak değiştirmişlerdir. Güneş Kenti anlamına gelen Heliopolis daha sonra Haçlıların, Arapların ve Türklerin egemenliği altına girmiştir. Her el değiştiğinde birçok kez yağmalanan Kent’e en büyük zararı Haçlı Seferleri sırasında Haçlılar vermiştir. Dünyadaki en geniş alana sahip bir akropolü olan Kent’te ilk kazılar 1899 yılında başlamış ve 1984 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınmıştır.

Akropol'den Mülteci Kampı

Baküs Tapınağı:İçten Görünüş


Büyükçe bir kapıdan girilen 104x117 boyutundaki iki kademeli avlunun üst yanında, yapıldığı zaman 84 granit sütundan oluşan Jüpiter tapınağının bu güne kalan 6 sütunu tüm görkemi ile ayakta duruyor. Siz gözlerinizi kapayıp, geriye kalan bu 6 sütunu,  84 sütunlu bir tapınak olarak düşlediğinizde Roma İmparatorluğu’nun mimarideki ustalığına bir kez daha şapka çıkarıyorsunuz. Öyle ki; yaklaşık 18 metre yüksekliğinde ve 2 metre çapında olan ve her biri 60 ton ağırlığında olan bu granit sütunları, bu günün teknolojisi ile bile yerlerine koymak kolay bir iş gibi görünmedi bana. Hele bu sütunların tek parça, eskilerin deyimi ile ‘’yek pare’’  olması; Romalıların mimarideki ustalıklarının ispatıdır sanırım. Tarih boyunca bu tapınak birçok kez yağmalandı. Az önce de belirttiğim gibi Baalbek’e en büyük zararı haçlılar vermiş. Haçlılardan sonra buraya egemen olan Bizans’ın İmparatoru Teodosius, Tapınağın bir bölümünü yıktırmış ve oraya kilise yaptırmış. Kısacası Araplardan Osmanlılara, Almanlardan Fransızlara kadar buraya her kim gelmişse; bu yağma suçuna ortak ortak olmuş. Rehberimiz, granit sütunlardan bir tanesinin İstanbul’daki Süleymaniye Camisi’nde olduğunu söyledi. İlk fırsatta Süleymaniye’ye gidip bu sütunu göreceğim.
Baküs Tapınağı


Şarap Tanrısı Bakus adına yaptırılan tapınak, Jüpiter tapınağının güneyinde ve hemen yanı başında. Jüpiter tapınağın göre nispeten daha küçük olan bu tapınak 46 sütun üzerinde yükseliyor ve şaşırtıcı derecede sağlam ve ayakta. Nedenini rehbere sordum.
-‘’Bu tapınak bir kum fırtınası sırasında kumlar altında kaldı, yıllar boyu bu yüzden depremlerden ve yağmalardan korundu’’ diye yanıt verdi.
‘’Keşke’’ dedim.  ‘’Keşke Jüpiter de kumlar altında kalsaydı da depremlerden ve yağmacılardan kendisini koruyabilseydi’’.
RJüpiter Tapınağından Arta Kalan

 Jüpiter tapınağı ve Baküs tapınağı ve onların bulunduğu avlu, buraya egemen olan Araplar tarafından çevrelerine kalın duvarlar ördürülerek bir kale olarak yenden biçimlendirilmiş.
Bu sonradan olma kalenin dışında her iki tapınağa göre daha küçük olan Venüs tapınağı da ziyaret edilmeli. Aşk Tanrıçası Venüs adına yapılan bu tapınak yakın bir geçmişte onarım gördüğü için öteki iki tapınağa göre nispeten daha derli toplu.


Jüpiter Tapınağı -Temsili Çizim


Tapınakların hemen yanı başında burada çıkan eserlerin sergilendiği, tapınaklar ve öteki eserlerin çizimlerinin yer aldığı bir müze de var. Görülmeli derim…
Yukarı Avluya Çıkış

Baalbek’in bulunduğu bölge Bekaa Vadisi sözü size hiç yabancı gelmemiştir. Eminim ki; kulak aşınalığınız vardır. Neden olmasın ki; haftada en az bir kez gazetelerde, tv ve radyolarda Bekaa Vadisi’ne ilişkin haberleri ya okur, ya da işitirsiniz. Burası binlerce mültecinin yaşadığı ve İran’ın yönlendirdiği Hizbullah’ın üssü.  Kampta şöylesine bir dolaşırsanız, benim bu yargımı doğrulayacak şeyler göreceksiniz.
Yer Çekimine Direniyor

Burada dikkatimi bir şey çekti. Küçük yaştaki erkek çocuklar genelde futbol topu ile oyunlar oynar diye biliriz. İnanın, tüm erkek çocuklarda oyun aracı olarak oyuncak –belki de sahici- silahlar vardı. Çocukluklarını yaşamayan ve uzun sürede yaşamayacaklarını sandığım bu çocukları görünce;  savaşın ‘’uzaktan gelen davul sesi’’ olmadığı gerçeği ile yüz yüze geldim.
Baalbek’in Selahaddin Eyyubi’nin doğduğu kent olduğunu sırası gelmişken yazayım. Ayrıca burada her yıl Uluslar arası bir müzik festivali de düzenleniyormuş.
ANJAR
Lübnan’da Bir Ermeni Kenti…
Anjar kenti VIII.  yy’da Emevi Halifesi I.Velit tarafından kurulmuş, bu gün bile çağdaş kentlere örnek gösterilecek şekilde planlanmışın eski bir Lübnan kenti. Beyrut’a 58 km uzaklıkta olan Anjar’ın Akdeniz’den uzakta olması,  bir ticaret kenti olmasını engellememiş. Kent’e 4 ana kapıdan giriliyor. Kentte Romalılardan kalan hamam kalıntılarının yanı sıra, halifeye ait saray ve cami kalıntıları da var. Kentin etrafı gözetleme kuleleri ile desteklenmiş yüksek duvarlarla çevrili. Anjar’ın gün ışığına çıkması 1939 yılında yapılan kazılar sayesinde olmuş.
Dör Kapıdan Biri

Saray Kalıntısı
Anjar’da yoğun bir Ermeni nüfus yaşıyor. Anjar’a gittiğim gün 24 Nisan’dı. 24 Nisanın biz Türkler için tek anlamı 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı’nın ertesi günü olması. Ama Ermeniler içinse; önemli bir gün. ‘’Sözde Soykırım Günü’’ . O gün Beyrut dahil bir çok kentte, Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlayan afişler her yana asılmıştı. Anjar’da bu anma gününe yönelik afişlemenin daha yoğun olduğu dikkatimi çekti.  Hediyelik eşya satan küçük bir dükkandan gümüş telkari hediyelik seçerken Tezgahdaki 50 yaşlarında kadın, Türkçe olarak,
-‘’Türk müsünüz ‘’dedi.
-‘’Türküz ‘’dedim.
-‘’Neresinden’’?.
-‘’Ben Adanalıyım, eşimse Amasyalı’’.
Gözleri parladı.
‘’Benim ailem de Adanalı; oradan göçmüşler buraya’’.
Lübnan’da Ermeni asıllı Adanalılarla ile ikinci karşılaşmam bu. Dükkanda kocası ve oğlu ile birlikte çalışıyorlarmış. Telkarileri kocası yapıyormuş. Kocası da Türkçe konuşuyormuş ama oğlu bilmiyormuş. Ve ardından bir 5-10 dakikaya sığdırılan  bir göç öyküsü…
Kale Duvarları

Hamam Kalıntısı


















KSARA

Şarap Kenti...

Bekaa Vadisinden Beyrut’a giderken yol üstündeki  Ksara kentinden geçersiniz. Ancak bu kenti öne çıkaran ya da buraya gelmeme yol açan unsur ne tarihsel yapıları ne de doğal güzellikleri. Ksara’yı ünlü yapan şey şarapları. Üzüm bağları ile ünlü olan Ksara’da Hıristiyan Araplar yaşıyor. Müslüman Araplar’ın aksine üzümden pekmez değil şarap yapıyorlar. İlk şarap üretimi 1857 yılında Charles Ghostine tarafından üretilmiş. Her başarının ardında ibretlik bir öykü vardır derler. Adam; ‘’ burada üzüm yetiştirip, üzümden de şarap yapacağım ‘’ deyince Ghostine’e  ‘’ Sen delisin demişler’’. Adam yılmamış, sonunda ‘’ yiğidin hası deli olur’’ sözünü bir kez daha kanıtlamış ve Ünlü Ksara Şarapları böylelikle ortaya çıkmış. Yıllar sonra, sermeye yetersizliğinden mi, yoksa başka bir nedenden dolayı mı bilinmez,  kendine Fransız ortaklar almış. Burada üretilen şarapların büyük bir bölümünün,  Lübnan dışında yaşayan Lübnanlılar’ın tükettiğini söylediler. Dışarıdaki Lübnanlılar, memleket hasreti ile şaraplarından bir yudum alıp’’ Ne olacak bu Lübnan’ın hali ‘’ diyorlar mıdır dersiniz? Gerçekten ne olacak bu Lübnn’ın hali ?

Şato Ksara'da Şarap Tadımı


Mahzen

Şato






Şato Ksara
Şarap Mahzeni…
Ksara Şarapları’nı üreten firmanın satış yaptığı mağazayı ziyaret ettiğinizde; sizi önce şarap fıçılarının bulunduğu mağaralara götürüyorlar. Mağara muhteşem. Dizi dizi fıçıların olduğu mağarada ısı ve nem oranı sabit. Yaklaşık 20 dakika kadar süren bu mağara ziyaretinden sonra şarap tadım bölümüne geliyorsunuz. Gösteri turistik ama şaraplar da alınmaya değer doğrusu…
Nerelerde Kalınır…
Beyrut’ta her keseye uygun oteller var. Size önerim kent merkezine yakın bir yerde konaklamanız.
Buraya bir turla de gelebilirsiniz. Ben tur aracılığı ile gelmedim.  Yukarıda haklarında bilgi verdiğim kentlere ve ören yerlerine Beyrut’ta satın aldığım turlarla gittim. Şayet rahatlığı seviyorsanız turları yeğleyin. Ama benim gibi özgür yaradılıştaysanız ikinci yolu tercih edin derim.

Türkiye'nin Lübnan Büyük Elçiliği
Adres:Rabieh,zone 2. 1 .St. Street no :12 METN
Tel:+ 961 452 09 29
Fax:+961 440 75 57
E-posta:  trbebeyr@infra.net.lb

3 Aralık 2012 Pazartesi

KATMANDU

KATMANDU
Başka bir dünya, başka bir boyut…

Bir Pazar günü ailece ortanca amcamları ziyarete gitmiştik. Yemek sırasında  amcam,
-Ağa  ! Dedi babama. ‘’Buraya bir gavur gelmiş, saçı sakalı birbirine karışmış;  acayip bir tip’’.
-‘’Ne işi varmış’’ ?  Diye sordu babam.
-‘’Valla bilmiyorum, yürüyerek taa  Çin’e mi ne gidecekmiş’’.
-‘’Tuhaf ! Derdi neymiş ki’’?
Kahvanenin bahçesine girdik. Yabancının nerede olduğunu sormaya gerek kalmadı.  Kahvane binasına yaklaşık 15-20 metre mesafedeki  yıkık bir duvarın duldasında , kasım güneşinin insanın  içini  ısıtan son deminden yaralanmak için yere serdiği  çula oturan   birini görünce, oraya doğru yöneldik. Etrafında yere çömelmiş birkaç çocuk, konuşmadan ama soran gözlerle onu süzüyorlardı. Adam kendisine doğru geldiğimizi görünce doğruldu. Yaklaşık 25 yaşlarında, uzun boylu, güneş yanığı tenli, düzgün taranmış kumrala  yakın sarı uzun saçlı ve sakallıydı. Üzerinde, etekleri yere kadar uzanan dervişlerin giydiklerine benzer kahverengi bir elbise ve ayaklarında  iki gün önce yağan yağmurun izlerini taşıyan , çamuru kurumuş çizmeler vardı.
Adamın yüzü aydınlıktı ve iyi birine benziyordu. Bizi görünce soran bakışlarla gülümsedi. Amcam,
-‘’Anlattığım adam işte bu ‘’dedi.
Babam,
-Hımm ! dedikten sonra ,  bana dönüp’’ Sor bakalım Yaşar, adam kimin nesiymiş’’?
‘’Sor bakalım Yaşar, kimin nesiymiş ? Kolaysa sen sor  ‘’ dedim içimden. Ortaokuldayım ya ; babam beni İngilizce bilir sanıyor. İnsaf yahu! Daha 2 ay oldu ya da olmadı İngilizceye başlayalı.’’.
Naçar boyumu büktüm.  Emir büyük yerden.  Ya Allah deyip ilk soruyu sordum.
-‘’What’s your name’’?
-‘’Klaus’’ diye yanıtladı adam. Babamlara dönüp ‘’Klaus’muş adı ‘’dedim.
-‘’Klaus,Alman ismi,  Alman olmalı ama gene de bir sor bakalım  nereliymiş.’’
Biz daha nerelisinin İngilizcesini öğrenmedik, ya da öğrendik ben unuttum. Yaradana sığınıp sordum
-Are you Alman?
Adam gülümsedi ; aksanlı, kırık bir Türkçeyle ,
-Evet, Almanım dedi. Bunu Türkçeye çevirmeme gerek kalmadı. Babam, amcam ve çocuklar hep bir ağızdan
-‘’Almanmış ‘’diye ünlediler.
Daha sonra, konuşmamız adamın  3 ayda öğrendiği Türkçe ile devam etti.
 Varlıklı bir ailenin oğluymuş. Türkçe hariç 5 dil biliyormuş. Üniversiteyi bitirdikten sonra Almanya’dan yola çıkmış, Katmandu’ya yürüyerek gidecek,  orada bir süre kalıp; kendisi ile hesaplaşacak, sonra  da dönüp kitap yazacakmış.
Babam ve amcam zengin bir babanın oğlunun neden onca serveti  bırakıp ,  yayan yapıldak, kör itin öldüğü yere gitmek istediğine anlam veremediler. Bense, Katmandu’ya takılmıştım. Katmandu nasıl bir yer ki;  bunca servet terk edilip, görmelere gidiliyor?

Ve Sonunda...
Agra’ dan kalkan küçük uçağımızın tekerlekleri piste değerken ben ,  Katmandu sözcüğünü duyduğum o ilk güne, bundan 50 yıl geriye gitmiştim.
1960’lı yılların başında ‘’Çiçek Çocuklarının’’ ilgi odağı haline gelen, tanıştığım ilk yabancı  ve  öncü hippilerden olan Klaus’un da sevgiyi, barışı ve kardeşliği bulmayı umduğu ‘’Aşk Şehri’’ diye bilinen Katmandu, bu gün 1.5 milyona yaklaşan nüfusu ile 2008 yılında krallık yönetiminden cumhuriyet yönetimine geçen Nepal’in başkentidir.
Himalayalar’ın eteklerinde , deniz seviyesinden yaklaşık 1400 metre yükseklikte ,kendi adını taşıyan bir vadide kurulmuş  olan Katmandu’nun tarihi IX. yy’a kadar uzanıyor… Deniz seviyesinden bu kadar yüksek olmasına karşın  tropik iklime yakın bir iklimi var. Ocak-şubat biraz serin olsa da ekim –mart arası gelmek için en uygun zamanlarmış. Bahardan yaz sonuna kadar ise;  muson yağmurları göz açtırmıyormuş.



Shiva Tapınağı
Kent dışındaki otelimizden  otobüsle Dubar’a (kent meydanı) doğru giderken Katmandu’nun içinden geçtik. Otobüsün penceresinden dışarıdaki  insan kalabalığını izlerken, ‘’dünyanın en yüksek tepesi burada ama dünyanın en kısa adamları da burada olmalı’’  diye düşündüm. Kent trafiği bir alem… Motorlu, motorsuz rişkalar, minik otomobiller, motosikletler , küçük kamyonlar, geçen yüzyılın ilk yarısından kalmış, bin bir renge boyalı  otobüsler ; çoluk -çocuk , kadın- erkek ,yaşlı-genç ...Kısaca , , mahşeri bir kalabalık ve onların gürültüsüne eşlik eden araba   kornalarnın  kakafonisi…
Durbar Meydanı ,Katmandu’ya yaklaşık 5 km mesafede. Dubar’a vardığımızda etrafımızı hediyelik eşya satıcıları sardı.  Ellerinde türlü çeşitli incik boncuk, tütsü, şal, singing bowl, tanrıların suretleri ; doğu mistisizmine dair aklınıza ne gelirse…Israrcı olmalarına karşın nazikler…Bu hediyelik eşyalar arasında bana ilginç geleni ‘’singing bowl’’ dedikleri bir kase oldu. Onun dairesel üst bölümüne  özel yapılmış bir küçük bir tahtayı sürdüğünüzde ilginç bir ses yankılanıyor. Ben bir kaç kez denedim ama o sesi çıkarmayı başaramadım. Meditasyonda kullanıyorlarmış…

Altın Kapı
Durbar Meydanı Katmandu’nun kalbi sanki.  Burada onlarca tapınak, hediyelik eşya satan küçücük dükkanlar, meydana açılan daracık sokaklar; sokaklarda adeta komşu gezmesindeymişçesine  rahtça oturup sohbet eden kadınlar, çatılarda maymunlar… Bu çümbüşe , bir de etrafı saran tütsü ve tapınaklarda yakılan mum ve kandillerin çıkardığı kokuyu eklerseniz dekoru tamamlamış olursunuz. Burada kendinizi , başka bir evrende , başka bir boyutta hissediyorsunuz.  Klaus’un , onca serveti tepip , neden buraya geldiğini anlar gibiyim. Sırası gelmişken  söyleyeyim ;  burada ilk görmeniz gereken şey altın Altın Kapı olmalı…
Dubar Meydanı ve Meydana açılan Freak Street,  burayı keşfeden Çiçek Çocukları’nın altmışlı yıllarda rahatça esrar içtikleri bir yermiş.  Hemen heveslenmeyin ;  şimdi burada  uyuşturucu kullanmak yasak.
Dubar meydanı ve onun çevresinde onlarca Hindu ve Buda tapınağı var .  Bunlardan birkaç örnek vermekle yetineceğim .
Kastamandhap(tahta ev),Katmandu adının kökeni bu sözcükten geliyor. Söylenceye göre tek parça ağaçtan yapılmış, bu üç katlı bina  daha sonra tapınak olarak kullanılmaya başlanmış.

Maymun Tapınağı
Ashok Binayak. Küçük olmasına karşın Hindularca önemli bir tapınak olarak kabul ediliyor. Tanrı Ganesh’e adanmış. Hindular, seyahate çıkmadan burayı ziyaret ederlermiş.
Maju  Deva, Tanrı Shiva’ya adanmış  önemli bir tapınak. Tapınağın üst tarafında erotik şekil ve figürler var. Dinsel bir ortamda pornografik figürler!   Anlaması da anlatması da güç. Ya da Budizmin bir  gerçeği…
Shiva Parvati Tapınağı, adından da anlaşıldığı gibi  Tanrı Shiva’ ya adanmış. Bu tapınakta , Shiva ‘nın gelen gideni gözlediğine inanılıyor.

Kumari de kim...
Kumari Bahal(yaşayan tanrıçanın evi). Kapısında aslanların bulunduğu bu3 katlı ahşap evin ve bu evde yaşayan kişinin ilginç bir öyküsü var. XVI. yy’da Krallardan biri bir düş görüyor. Düşünde gördüğü küçük bir kız çocuğunun kendisine şans getirdiğine inanıyor ve uyanır uyanmaz ilk iş olarak 5-6 yaşına gelmiş  karakaşlı,  kara gözlü,  inci dişli kızları Kumari; yaşayan tanrıça ilan ediyor. Kumariler, küçük yaşlarda  rahipler tarafından eğitime tabi tutuluyorlar; sıkı ve disiplinli bir yaşantıları var. Festivaller hariç hiçbir şekilde dışarı çıkamıyorlar . Kumari’yi görmek isteyenler bu evin avlusunda toplanıyorlar. Kumari, zaman zaman avluya bakan küçük pencerenin önüne gelip insanlara görünüyor. Bu sırada fotograf çekmek yasak. Hindular Kumari’yı odasında da ziyaret edebiliyor. Yabancıların  onun bulunduğu odaya girmesi yasak. Kumarilik ömür boyu sürmüyor. Kızlar adet gördüler mi Kumarilik de sona eriyor ve yerine yeni bir  kız çocuğunu Kumari olarak seçiyorlar.  Peki eski kumarileri ne yapıyorlar? Hoca’ya sormuşlar.’’Hocam eski ayları ne yapıyorlar’’ diye. Hoca da ‘’kırpıp kırpıp yıldız yapıyorlar’’ demiş.  Nepalliler de   eski Kumariyi emekli edip ,  geçinecek kadar bir maaş bağlayarak ailesinin yanına gönderiyorlarmış. Nepal’de bu gün 11 tane Kumari varmış.  Bunların en itibarlısı ise Katmandu’da olanıymış.

Hediyelik Eşya Dükkanı
Kral Pratap Malla Sütunu. Bu sütun Kral Pratap Malla tarafından yaptırılmış. Sütunun üstünde kendi yaptırdığı tapınağın dua odasını izleyen kralın heykeli ver.
Bu meydanda, ayrı ayrı tanrılara adanmış  bir çok tapınak daha var. Her biri için birkaç sayfa yazmak gerek. Bu da işin büyüsünü yok eder.  En iyisi buraya kadar gelip görmek.  Ancak; kraliyet sarayının dışında 15 ayrı dilde yazılmış bir yazıttan  söz etsem iyi olacak.  Kral Pratap Malla , biraz da kendini övmek için 1664 yılında bu yazıtı 15 ayrı dilde yazdırmış. Söylenceye göre;  günün birinde 15 ayrı dildeki  bu yazıtı  okuyan biri çıkarsa; kitabenin ortasından sonsuz yaşam kaynağı olan süt akacakmış. Meraklısına  duyurulur…
Swayambhunant:  Bu tapınak, maymun tapınağı olarak da biliniyor  ve Katmandu’ya hakim bir tepede kurulmuş. Stuba biçiminde yapılmış olan bu tapınağa ulaşmak için  365 basamak  çıkmak gerekiyor; biz otobüsle çıktık. Ama Budisler yürüyerek çıkıyorlar. Çıkarken de yol boyunca sıralanmış yüzlerce dua silindirini saat yönünde çevirip günlük dualarını yapıyorlar.  Tapınağa yaklaştıkça yerde sürünmeye başlıyorlar. Bu da ibadetin sevabını artırıyormuş. Zahmetli bir yol. Ama tapınağa ulaşmak  ne kadar zahmetli olursa ibadetin  derecesi  de o denli yüksek oluyormuş. Bizdeki kadir gecesi yapılan ibadetin öteki günlerde yapılan ibadetlerden daha fazla sevap kazandırdığı gibi …  Tapınağa Maymun tapınağı demelerinin nedeni her tarafta maymun olması ; yolda,tapınaklarda, ağaçlarda her yerde…Rehberimiz bizi uyarmış;  aç maymunlar elinizde yiyecek görürlerse saldırırlar, çantanızı alılar dikkatli  olun demişti. Ziyaretimiz sırasında böyle  bir olay yaşanmadı ama siz yine de dikkatli olun.

Dubar'da Bir Tapınak
Burada da onlarca tapınak var. CD’lerden çıkan ilahiler, tapınaklarda yakılmış tütsülerin  kokusu  ile birleşince ; sanki  başka bir dünyaya yatay geçiş yapıyorsunuz. Allahtan bu geçiş , hediyelik eşya satıcılarının mal satmak için önünüzü kesip dükkanlarına davet etmeleri ile kısa sürüyor ve gerçek aleme yeniden dönüyorsunuz.
MaymunTapınağı’nın bulunduğu tepeden Katmandu’yu kuşbakışı seyretmenizi  öneririm.  Bir ağaç altına oturun,kendinizi dünyanın damındaymışsınız gibii duyumsayın.  Gözlerinizi  birkaç dakikacık da olsa kapayıp eskilerin deyişiyle’’ istihareye yatın’’. Uzaktan gelen ilahilerin sesine karışan tütsü kokusu sizi , bir süreliğine  de olsa ayrı bir dünyaya götürecek. Gözlerinizi yeniden açtığınızda  rahatladığınızın ayırdına varacaksınız. Deneyin.

Katmandu'da Bir Sokak

Boudhananth , Katmandu’ya yakın bir yerleşim merkezi. Burada Tibet mahallesi diye adlandırılan bölge çok daha farklı bir yer. Mahalleye  kemerli bir kapıdan giriyorsunuz. Giriş ücretli. Kapıdan girince hemen karşınıza tanrı Shiva’ya adanmış beyaz badanalı bir tapınak çıkıyor. Bu tapınak yaklaşık 500 yıl önce yapılmış. 40 metre yüksekliğindeki tapınağın tepesine resmedilmiş Shiva’nın iri gözleri, nereye gitseniz sizi izliyor gibi...Budistler, bu tapınağın terasına çıkıp tapınağı tavaf ediyorlar. Tapınak Nepal’in en yüksek tapınağı, her yanı bayraklarla süslü. Her yerde olduğu gibi bu tapınağın etrafında da hediyelik eşya satıcıları var.
Yakılan ölüler…Paşupatinat…
Hindularca kutsal sayılan Ganj Nehrini’nin ana kollarından biri olan Bagmati  , Katmandu’nun yakınındaki Paşupatinat’n içinden geçiyor. Bu nehir de Budistler için kutsal kabul ediliyor. Burada yıkanıp, arınıyorlar, ölülerini yakıp küllerini bu nehrin sularına serpiyorlar. Nehir ,  Paşupatinat’ı ikiye bölmüş. Bizi buraya getiren otobüsten inip, dua eden ‘’saduların’’ , dilencilerin, turistik eşya satıcılarının arasından geçerek Nehre doğru yürüyorum. Nehre yaklaştıkça ,  tanımlayamadığım bir koku genzimi yakmaya başladı.  Yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra Bagmati’ye ulaştığımda, bu kokunun yanık insan eti,  yanmakta olan odun ve tütsü karışımından oluştuğunu anlamam uzun sürmedi. Nehrin bizim bulunduğumuz tarafında bir teras var. Bu teras karşıdaki yakma törenlerini izlemek isteyenler için yapılmış sanırım. Karşı yakada ise;  büyükçe bir tapınak ve bu tapınağın duvarının hemen altında 5-6 metre genişliğinde , duvara ve Nehre koşut,   yaklaşık 100 metre uzunluğunda , üzerinde ölülerin yakıldığı sekiler olan başka bir teras var. Ölülerin yakıldığı karşı kıyıya taş bir köprü ile ulaşılıyor. Karşıya geçmek, fotograf  çekmek yasak.  Ancak ;  yasalara ve yasaklara her zaman uyan  biri olmama karşın, olanı biteni daha yakından izleme arzumu yenemeyip ;  bu   yasağı çiğnedim . Elimde kameram, cenaze sahiplerinden başka kimsenin bulunmadığı karşı kıyıya geçtim.   Çevremde ilahi bir sükunet var;  öyle ki;  sessizliğin sesini  duyar gibiyim.  

Yakılmadan Önce
 Bir yanda ayakları nehre batırılmış yakma törenine hazırlanan sarı, turuncu ,  beyaz kefenler giydirilmiş cansız bedenler,
öte  yanda düzgünce istiflenmiş odunların üzerine konmuş  yakılmayı bekleyen cansız bedenler,
beri  yanda birkaç saat sonra kül olup Nirvana’ya kavuşma arzusu ile Bagmati’yle buluşacak alevler arasındaki cansız bedenler…
Ve  bu ritüele katılan  yakınlarının yüzlerinde ölümün katı gerçeğini kabullenme duygusu.
Budistler , ölen kişinin bedenini,  kadınsa ; sarı-turuncu renkli kefene, erkekse; beyaz  bir kefene sarıp, başları açık, Paşupatinat nehrinin kıyısına getirip  yatay ama  15 20 derecelik bir açıyla ayak bileklerine kadar suya daldırıyorlar . Daha sonra  cesedi,  yakma platformun yanında bir süre beklettikten sonra,  özenle  istiflenmiş  , 250-300 kg odundan  yapılmış platforma yatırıyorlar. Cesedin dudaklarının üstüne  tatlı bir macun koyup,  odunların arasına tütsüler yerleştiriyorlar .  Tütsülerin yanması bittikten sonra , eritilmiş tereyağına benzer bir yağı, önce ölünün kefenine, daha sonra da odunlara döküp,  tutuşturuyorlar. Yakma işlemi yaklaşık 3-4 saat sürüyor. Yakma işlemi bitince, devreye  yeniden ‘’dokunulmazlar’’ giriyor. Külleri nehre süpürüp, yakma platformunu yeni bir törene hazırlıyorlar.

Sadular
Bir yanda,  yakınlarının acılarını içlerine atıp , son görevlerini sessizce yerine  insanların yüzündeki hüzün, az ötede  ise; kutsal tapınaktaki evlenme töreninden çıkan yeni evli çiftin ve yakınlarının yüzlerindeki mutluluk… Ne yaman çelişki?  
Pandit rahipler,6 yaşına kadar çocuklar ve hamile kadınlar; bunlar yakılmıyor, gömülüyorlar. Bazen de ölen hamile kadının karnındaki cenini alıp, gömdükten sonra , kadını yakıyorlarmış.
Panditler ve çocuklar günahsız oldukları için doğrudan Nirvana’ya  ulaşıp,  sonsuz mutluluğa erişiyorlarmış. Günahları olanlar ise; Nirvana’ya ulaşmadan ayrı bir bedende yeniden dünyaya gelip bu azabı  tekrar tekrar yaşıyorlarmış. Yeni bedenlerinin illa insan olması gerekmiyormuş. Hayvan olarak da karmayı sürdürürlermiş. Budistlerin hayvana saygısı buradan geliyormuş. Bir  Budist’in ’’ Belki tekme attığım köpek benim geçen yıl yaktığım babamdı’’ deme olasılığı  oldukça yüksek gibi geldi bana.Buna ‘’karma ‘’ diyorlar Ne demişler? Garip ama gerçek…

Tibet Mahallesi
Alış veriş…
Katmandu’dan özellikle yarı değerli taşlardan yapılmış takılarını çok uygun fiyata alabilirsiniz .Elde özel dokunmuş bir bezin üzerine ''karma'' yı betimleyen resimlerden satın alırsanız; size hep Katmandu'yu anımsatır. Ayrıca;  tanrı ve tanrıça heykelleri de  alınabilecekler arasında; ilginizi çekiyorsa tabii… Dua silindirleri ise çok ilginç. Satın alırsanız; şu duayı da ezberleyin , güne başlarken şans getirirmiş. Om Ma Ni Pad Me Hum.
Meali şöyle: Tanrım kalbime gir, beni karmanın dışında tut(beni dünyaya yeniden ayrı bir bedende döndürme). Yeniden doğduğumda Nirvana’ya  giden ince yolda bana önderlik et. Budizm ışığının tek tanrısı ! Bana şans ver.
Güne başlamak için iyi bir duaya benziyor.
Neler yemeli…
Güzel ve temiz lokantalar vardı ama ben oralarda yemek yemeğe cesaret edemedim. Kaldığım otelin yemekleri tek kelimeyle harikaydı.
Maymun Tapınağı

Bir uyarı…
Türkiye'nin Nepal'de elçiliği yok . İlişkiler, Yeni Delhi Büyükelçiliğimiz aracılığı ile sağlanıyor.


Maymun Tapınağının Maymunları

 
Tibet Mahallesi

SohbetEden Kadınlar

Tapınak,İnek ve Güvercinler

Bagmati'de Ölü Yakma Terası


Tapınaktan Bir Ayrıntı