12 Kasım 2012 Pazartesi

OSLO

Oslo
‘’Biz Türkler şöyleyiz, böyleyiz’’  diye genellemelerde bulunmaktan kaçınırım ama bazı olaylar ister istemez genelleme yapmanızı zorunlu kılıyor. Söz gelimi;  yurt dışında bir güzel bir etkinliğe tanık olduğumuzda ‘’biz daha güzelini yaparız’’der, güzel bir ülkeyi ziyaret ettiğimizde ise sabah akşam eleştirdiğimiz Türkiye, birden bire ‘’ dünyanın en güzel ülkesi ‘’ oluverir.
Bunun son örneğine Oslo yolculuğunda tanık oldum. Kopenhag’dan akşamüstü kalkan gemimiz, sabahın ilk ışıklarıyla,  yeşilliklerle bezenmiş, irili ufaklı adaların, dantel gibi işlenmiş küçük koyların arasından bir kuğu süzülerek Oslo’ya doğru yaklaşıyor. Adalarda küçük iskeleler, iskelelere bağlı, adanın ana karayla ulaşımını sağlayan irili ufaklı tekneler… Bu güzel manzarayı daha yakından izlemek üzere güverteye çıkıyorum. Hava güneşli ama rahatsız etmiyor. Gökyüzü masmavi, bulutlar pamuk şekeri gibi oraya buraya dağılmış. Güverte kalabalık. Türklerin bulunduğu guruptan geçkince bir kadın:
-Aaa  şekerim! Bizim Göcek buradan kat be kat güzel. Dedi.


Fiyortlara Yolculuk
 ‘’Be kardeşim bırak burayı Göcek’ le karşılaştırmayı da etrafı seyret… Burayı görmek için etek dolusu para dökmüşsün,  yaşadığın andan zevk al. Bak!  Küçük bir teknede geziye çıkmış öğrenciler şarkı söyleyip gemiyi selamlıyorlar; karşılık ver.  Martılar gemiye eşlik ediyorlar.  Hiç mi boğaz vapuruna binmedin? Onların gemiyle olan yarışını bir parça simitle ödüllendir. ‘’Burası Türkiye değil, simidi nerden bulayım'' diye de düşünme, bak elinde yarım bıraktığın sandviç var, arta kalanı onlara at.  Yok! İlla karşılaştırma yapacak  Göcek mi güzel burası mı derseniz bu yazıyı sonuna kadar okumanızı öneririm.  Bir de internete girip her iki yeri fotoğraflarla karşılaştırmanızı…


Kent Merkezinde Çiçek Satıcıları

      İlk Adı Christiania…
Oslo, bundan yaklaşık bin yıl önce kurulmuş. İlk adı Christiania. Bu günkü adını 1925 yılında almış ve adı Oslo olmuş. Oslo, Norveç’in başkenti ve yaklaşık 900 bin kişi yaşıyor. Anımsatmak isterim Norveç AB üyesi değil.
Pahalı bir kent...

Karl Johans Caddesi -Spikersuppa


Oslo için dünyanın en pahalı kentlerinden birisi derler. Doğru mu?  El hak doğru.   Ulaşımı, oteli, yemesi-içmesi, gezip dolaşması kısaca  her şeyi ile pahalı bir kent.  Ama geldik bir kere;  gezip dolaşacağız.
İlk ziyaretimi Akerhus Kalesine yaptım. Kale, Kral Hahon V döneminde, Oslo’nun çevresinde kurulduğu limana bitişik ve ona hakim bir tepede XIV. yy’ın başlarında yapılmış. Kaleye giriş ücretsiz. Eğer turunuz rehberli ise; size kaleyle ilgili hayalet öyküleri anlatacaktır. Avrupa’da kale olur da hayaleti olmaz mı? Bunların çoğunun turistik öyküler olduğunu aklınızda tutun.  Hayalete inanmayın ama bir kale ya da şato gezerken de hayaletsiz kalmayın. Her kaleye ya da ören yerine bir öykü gerek; gerçek ya da değil.


Akherus Kalesi

 Kalenin limana bakan yanında oturulacak yerler var.  Orada biraz zaman geçirip, Oslo’ya tepeden bakmanın zevkine varmanızı öneririm. Bu tepeden, kentin belediye binası olan Radhaused (city hall) ve onun önündeki helkelerle bezenmiş havuzu kuş bakışı görebilirsiniz.

Kraliyet Sarayı
 Oslo’nun en ilginç caddesi Karl Johans caddesidir. Bu caddede hafif bir yokuşla içinde kraliyet sarayı ve ulusal müzenin bulunduğu Sloottsparken’e çıkar. Osloluların ve Oslo’ya gelmiş yabancıların hoşça vakit geçirebileceği çiçekler ve ulu ağaçlarla bezenmiş bu parktaki Kraliyet Sarayını koruyan askerlerin nöbet değişimi ilginç. Bana daha da ilginç geleni ise; boylu poslu Norveçli askerlerin arasında Uzak Doğu kökenli olduğunu sandığım çekik gözlü, yaklaşık 1 metre 60 santimetre boyundaki askerin ötekilere ayak uydurmak için gösterdiği çabaydı. Ne demişler’’ doğduğun değil doyduğun yerdir vatanın’’. Ben bu küçümen askerin en az Norveç kökenliler kadar Norveçli olduğuna inanıyorum. Hele kendisinden 25-30 cm daha uzunlara ayak uydurma çabasını gördükten sonra…
Aynı caddenin sonunda ulusal tiyatro binası görülmeye değer.

City Hall

                                                               Stortinget adı verilen parlamento binasını da bu caddede yürürken görebilir, değişik açılardan fotoğraf çekebilirsiniz. Eee! O kadar yürüdükten sonra bir külah dondurmayı bitirinceye kadar Spikersuppa’ya(  buz pateni) bakan banklara oturup dinlenebilirsiniz.  Ben Oslo’ya yazın gittiğim için buzda dansı değil, fıskiyelerin güneş ışınları ile yaptığı dansı izledim. Buraya kışın gelenler, patenleri yoksa paten kiralayarak buz pateni pistinden ücret ödemeksizin yararlanabiliyorlarmış.

Alış verişi sevenler için yazıyorum. Caddenin her iki yanında dünya markalarını satan çokça dükkan var. Ben buraya alış veriş için gelmediğim için doğrusu ‘’ ne alınır ne alınmaz’’ bu konuda fikir sahibi değilim

Ana İstasyonun Önü ve Kaplan

Oslo’da görülecek birçok yer var. Önerim; kent dışında olmasına karşın yürüyerek de gidebileceğiniz botanik bahçesi ve bahçe içindeki müze bunlardan biri. Ayrıca; opera binası, Nobel ödülleri merkezi, soykırım merkezi bunlardan bir kaçı. Özellikle çağdaş bir mimari yapıt olan opera binası görülmeli. Binanın hemen karşısında, deniz içindeki camdan heykeli ise gözden kaçırmayın derim. Akşamları ise körfeze doğru soğuk bir şeyler içmek ya da geç akşam yemeği için City Hall’un hemen karşısındaki körfezin sağ tarafında yer alan Aker Bryye’de yer alan barlardan birine oturur, güneşin son ışıklarının kuzeyin suları içinde kayboluşunu, bu kayboluş sürecinde yakamozların oluşturduğu benzersiz ışık dansını izleyebilirsiniz.
Dikkat ederseniz Oslo'da şunu yiyin güzeldir,bunu yiyin geleneksel Norveç yemeğidir demedim şimdiye kadar. Kaldığım 3 gün içinde doğrusu bu tür yemekleri deneme şansım olmadı. Dedim ya pahalı bir kent, bildik şeylerle doyurdum karnımı.
Oslo’ya geldim de Norveç’in o ünlü fiyortlarını görmedim diyenler için, City Hall’in karşısındaki iskeleden kalkan tur teknelerine biner,  yaklaşık 2 saatlik bir yolculuk süresince Norveç Fiyatları hakkında az da olsa fikir sahibi olabilirsiniz. Asıl fiyortlara, daha büyük teknelerle yapılan turlarla gidildiğini anımsatırım.
Aker Bryye
Bygdoy ya da denizciliğe dair her şey...

Oslo’ya gittiğinizi nasıl kanıtlarsınız? Bunun bana göre iki  yolu var. Bunlardan ilki Bygdoy Yarımadasını ziyaret etmektir. Buraya limandan kalkan teknelerle 15 dakikada ya da biraz daha az para ödeyerek ama daha uzun bir sürede otobüsle ulaşabilirsiniz. Tercih sizin; vaktiniz varsa otobüsü, tercih edin derim. Ben vaktim dar olduğu için rehberli bir turu tercih ettim;  biraz daha fazla para ödeyerek…
Yarımadada birkaç tane deniz ve denizcilik temalı müze var. Bunların en ünlüsü Kon Tiki. Kon Tiki müzesinde ilginç bir sal var. İsterseniz bu salın öyküsünden kısaca söz edeyim.

Amundsen'in G.Kutuba Gittiği Gemi


T.Heyerdhal'in RA'sı

Norveçli bilim adamı Thor Heyerdhal balayını geçirmek üzere günün birinde Polenezya’ya gider. Orada bir yıl kadar kalır. Norveç’ e dönüşünde bir yılda edindiği bilgi ve deneyimlere dayanarak Güney Amerika yerlilerinin Orta Çağlarda Polenezya adalarına gittiğini savlar ve bu savını kanıtlamak üzere, o dönemin teknolojisini kullanarak bir sal yapar. Sal, Callao (Peru)’da yetişen balsa ağacından yapılmıştır.  Heyerdhal, 1947 yılında Güney Amerika’nın batısından denize açılmış ve yaklaşık 4300 deniz millik mesafeyi 101 günde kat ederek bu savını kanıtlamış. Peki, müzenin adı neden Kon Tiki? Kon Tiki İnkalar’ın en büyük tanrılarının adı. Üstat, onun adını sala, Norveç Devleti de bu müzeye vermiş. Aralarında hiçbir tarihi bağ olmamasına karşın bu kadirşinaslığı takdir etmemek mümkün değil.

Amundsen, Arkadaşları  ve Ben


Müzedeki özgün bir tekne de Ra adı verilen papirüsten yapılmış Mısır teknesi.  Üstat, bir şey daha savlayarak, ’’ Kadim Mısırlılar, Amerika’ya Kolomb’dan önce ayak basmıştır’’ demiş. Demiş demesine de inkarcıların ağzı torba değil ki büzesin.
-‘’Kanıtlayamaz, kanıtlayamaz’’ diye tempo tutmuşlar. O da 1970 yılında ‘’ kanıt arayıcıların’’ sesini kesmek için,  o çağın teknolojisini esas alarak papirüsten bir tekne yapmış ki; ne yapmış. O kadar olur. Sonuç ne mi olmuş? Adam papirüs salla Mısır'dan  Amerika'ya ulaşmış. Ve savını kanıtlamış  ve inkarcıların da sesi kesilmiş. Müzedeki papirüs tekne de bunun somut bir kanıtı…
Yarım adadaki bir diğer müze Viking Gemi Müzesi; hani o filmlerde gördüğümüz, bazen kartal, bazen canavar başlı Viking Gemilerin sergilendiği müze. Müzede 3 gemi var. Gemilere yakından bakınca bana filmlerdeki kadar korkunç gelmediler nedense. Belki de, teknelerde, ellerinde kan damlayan baltaları ile sarı örgü saçlı,  uçları yukarı kalkık pos bıyıklı Vikingler olmadığı için ürkünç gelmedi. Müzede Vikingler döneminde kullanılan denizcilikle ilgili araç ve gereçler da sergileniyor.

Vigeland Parkı

Fram Museum ‘da, hepimizin okul kitaplarından anımsayacağı Norveçli ünlü kaşif Roald Amundsen’in Güney Kutbuna gittiği ahşap gemi sergileniyor. Amundsen, 1911 yılında bu gemi ile Güney Kutbuna bayrak diken ilk insan olma onurunu elde ettikten yıllar sonra orada kaybolan bir arkadaşını aramak için çıktığı yolculuktan dönememiş.Soylentiye göre arkadaşını ararken Güney Kutbunda kaybolmuş...
Gemi ahşap ve üç katlı. Kamaralar dar ve kasvetli…
39 metrelik bu gemiyle değil kutuplara gitmek Akdeniz’e bile açılmak olanaksız gibi geldi bana. En azından ben açılmam. Ama insanda bir şeyi keşfetmek, tarihe adını yazdırmak tutkusu varsa; bırakın bu gemiyi, sandalla bile kutuplara gider.
Müze binası ilginç, önce gemiyi getirip buraya koymuşlar, daha sonra da müze binasını onun üzerine kondurmuşlar.
Ayrıca bu müzelere yürüme mesafesinde Norveç Deniz Müzesi var. Eğer denizciliğe meraklıysanız burayı mutlaka ziyaret edin derim. Müzede tekne modelleri, gemi yapım teknolojileri, deniz arkeolojisi vb. konularda ayrıntılı bilgiler veren resim ve fotoğraflar var. Norveç Fiyortlarında özel bir teknoloji ile çekilmiş bir belgesel film var; mutlaka izleyin derim.

Düşler alemi...
Yukarıda,’’ Oslo’ya gittiğinizi nasıl kanıtlarsınız’’ diye sormuş,’’bunun iki yolu var’’diye kendi sorumu kendim yanıtlamış ve ’’ ilk kanıtın Bygdoy Yarım Adasını ziyaret etmek’’  olduğunu söylemiştim.
Şimdi ikincisi ve en önemlisini söylüyorum: Vigeland Parkı…
St. Petersburg’u gördünüz mü?
Oraya gittim diyenlere ikinci sorumu yöneltiyorum: Peki, Çarların yazlık sarayı olan Peterhof’u gördünüz mü?  Bu soruya verilen ''evet ''yanıtlarının ilkinden daha az olduğunu kestirebiliyorum. Çünkü St. Petersburg’a yapılan turların çok azında bu saray tur programlarında yer alır. Eğer Peterhof’u gördüyseniz Vigeland’ı ancak bura ile kıyaslayabilirsiniz. Ve sonuçta bu karşılaştırmayı hakem kararı ile Vigeland kazanır.


Vigeland Parkı


''Birçok ülke, sayısız kent ve bu kentlerde yüzlerce park gördüm ama bu ana kadar Vigeland gibisini görmedim'' desem inanın abartmış olmam. Hatta şu cümleyi, tüm eleştirileri şimdiden kabul ederek kayda geçiyorum. Sırf Vigeland’ı görmek için Oslo’ya gidilir.Bu yargım, Oslo’ya ve oradaki eserlere haksızlık kabul edilecekse ;   kabulümdür.

Ünlü Kızgın Çocuk-Vigeland

Vigeland Parkı

İnsanlı Sütun
 City Hall’un karşısındaki tramvay durağından 12 numaralı tramvaya bindim. Öylesine heyecanlıydım ki; anlatamam. Park hakkında birçok yazı okumuş, birkaç öykü dinlemiştim. Hazır tramvaydayken parkın kuruluş öyküsünden kısaca söz edeyim. Norveçli heykeltıraş Güstav Vigeland (1869-1943),evinin ve atölyesinin bulunduğu Frogner bölgesindeki bir alanı belediye kendine tahsis ederse; burayı heykellerle dolu bir parka dönüştüreceğini söyler ve anlaşma sağlanınca da 1924 yılında işe koyulur. Vigeland parkın tamamlandığını görmeden ikinci dünya savaşının en kızgın zamanında ,1943 yılında ölür. Ama parkın yapımı , onun ölümünden sonra 1950 yılında tamamlanır. Parkta tam 212 heykel, 600 civarında yüksek kabartma figür var. Heykellerin hepsi çıplak… Parka giriş bilabedel… Yani parasız.


İnsanlı Sütundan Ayrıntı
 Parka giriş kapısından ilk adımını attığınızda kendinizi büyülü bir ortamın içinde buluyorsunuz.Daha ilk adımda karşılaştığınız kadın, erkek,çocuk,genç yaşlı tüm heykeller çıplak …hatta çırılçıplak.Sağa sola bakıp ''beni burada gören tanıdık biri var mı '' demeye kalmadan kendinizi birden bire düşler aleminde buluyorsunuz .Bir süre sonra çıplaklık  yerini saflığa ve sanata bırakıyor.Güneş inadına ışıltılı.Etraf yemyeşilden  de yeşil. Korkulukları heykellerle bezenmiş yaklaşık 50 metrelik köprüyü nasıl geçtiğinizin ayırdına varamıyorsunuz. Oysa etraf cıvıl cıvıl…Ulu ağaçların koyu gölgesinde piknik yapanlar, gitar çalıp şarkı söyleyenler,köpeklerini dolaştıranlar,top oynayan çocuklar, oturdukları banklarda çocukları izleyen yorgun görünüşlü yaşlılar …Kısaca yaşamın bu gerçeği bir anda olsa sizi düşlerinizden koparıyor. Şaşkınlıkla başka bir heykel kümesine yöneliyorum . Elimde  kamera; resim mi çeksem yoksa heykelleri sindire sindire mi incelesem ? İkircikliyim… Ya fotoğraflayamazsam, ya bir heykelde herkesin fark ettiği bir ayrıntıyı gözden kaçırırsam… Ya…?
Bu düşüncelerle boğuşurken kulağa müzik gibi gelen su şırıltısı ile kendime geliyorum. Herbir yanı heykellerle bezenmiş kocaman bir havuz... Fotoğraf çekmeyi bırakıyor, gözlerimi kapıyor, tuhaf ama gözümün önündeki gerçeği düşlüyorum…
Uzakta bir sütun. Yaklaşmaya başlayınca bunun üst üste yığılmış insan bedenlerinden oluşmuş bir heykel kümesi olduğunu görüyorum. Tek kelimeyle muhteşem…
Park kocaman. Her yanı , anlatılamayacak derecede güzel heykellerle bezenmiş. Ben gidemedim ama otelde görüştüğüm görevli, geceleri, hele ay dolunayken görüntünün  bir başka güzel olduğunu söyledi.
Oslo’ya bir kez daha gelirsem ki; gelmeye çalışacağım, mutlaka mehtabın dolunay olduğu bir geceyi seçeceğim.
Küçük bir öneri: Bu parka iki kez gidin. Bir keresinde fotoğraf çekmek için, ötekisinde ise; heykelleri doya doya incelemek için. Bu arada onca heykelin arasında kızgın çocuk heykelini öne çıkaranlara şunu söylemek istiyorum. Evet, heykel güzel olmasına güzel ama öteki 211 heykelin hakkını da yemeyelim.

Oslo Yakınlarındaki Fiyordlar


Parlmento Binası


Aklınızda bulunsun
.Eğer Oslo'ya bir turla gitmeyecekseniz,seyahatinizi 15 Haziran -15 temmuz arasına gelecek şekilde ayarlayın.Hem beyaz geceleri yaşamış olursunuz hem de daha az yağmurla karşılaşırsınız.
.Bu tarihlerde Oslo kalabalık oluyor,otelinizi 4-5 ay önceden ayarlamanız size yer ve fiyat avantajı sağlar.
.Norveç EU'de değil.O nedenle orada Norveç Kronu harcayacaksınız.1 USD yaklaşık  5.75  NOK     (kasım 2012)
.Oslo'da yarım lt'lik şişe suyu bile yaklaşık 2 USD.Allahtan,çeşmeden akan sular içilebilir.Unutmayın!
.Türkiye Büyük Elçiliği:
Adres:Halvdan Svartes Gate,5 N.0 244
Tel:+47 22 128 750
Fax:+4722556263
E-Posta: embassy.oslo@mfa.gov.tr
.THY'nin haftada 5 gün karşılıklı seferleri var.

11 Kasım 2012 Pazar



Portakallı Gazoz


Doksanlı yılların başı.

Aylardan ağustos, sıcak ki; ne sıcak...

Eskilerin eyyam-ı buhur (bahur) dedikleri günlerden...

Tam da  meşrubatçıların istediği hava...

...

Denizli'nin ilçelerinden birinde, şimdi faaliyette olmayan bir meşrubat firmasının Genel Müdürü ile sohbet ediyoruz.

Konumuz malum: Sektör nereye gidiyor?

Konuşmanın bir yerinde Genel Müdürün telefonu çaldı, benden izin isteyip telefonu aldı.

Arayan sekreteri olmalı ki;

-''Bağla kızım'' dedi. Birkaç saniye bekledi.


- Allooo! Benim! Vay hocam nasılsın, özlettin yaa!

.....

-Vallaha ne olsun bildiğin gibi.. Uğraşıyoruz. 

-...

-'' Hayırdır! Sorun ne?

-....

-Bi yanlışın olmasın, biz size portakallı gazoz gönderdik.

-....

-İrsaliyeye iyi  bak hacı! Bizde yanlış olmaz.

...

-Nasıl olur yahu! Hem etiketinde, hem de irsaliyesinde portakallı gazoz yazıyor ama şişenin içindeki gazozun rengi beyaz ha! Allah allaaah!

-....

-''Tamam hocam dert etme telafi ederiz. Bu gün olmaz ama yarın mutlaka bir kamyon portakallı sararım.''

-...

-''Öptüm kendine iyi bak!...''


Müşterim merakla kendini izlediğimi fark edince; ben sormadan anlatmaya başladı.

-''Arayan bizim Iğdır bayimizdi.''

-''Derdi neymiş?''

-''Sorma! Biliyorsun bizim sektörde acayip rekabet var. Biz de büyüklerle rekabet edebilmek için, pancar şekerinin yerine, onun üçte bir fiyatına gelen tatlandırıcı kullanıyoruz.''

-''Yani?''

-''Yanisi şu. Adam haklı. Siparişi portakallı gazoz. Biz de siparişe göre üretim yapmış ve Igdır'a göndermişiz.

-''Adam gelen gazoz demiş ya sana.''

-'' Doğrusun. ''adam portakallı dedim, onun yerine sade gazoz geldi'' dedi. Buradan Iğdır'a kamyon iki günden önce gidemiyor. Hava da çok sıcak. Anlayacağın bizim, portakallı gazoz yolda bozulmuş.

-''Niye ki?''

-''Niye'si şu:Tatlandırıcı iyi hoş da ölçüsünü iyi tutturmak gerek. Anlaşılan bizim oğlanlar tatlandırıcı oranını ayarlayamamış olacaklar ki; hem havanın sıcaklığı, hem de yolun uzunluğu bizim portakallı gazozu 2 günde sade gazoza çevirmiş.''

-''Ne yapacaksın şimdi?''

-Aman Yaşar bey, dert ettiğin şeye bak! Bizim bayi cin gibi. Ne yapar eder o malı satar. Aylardan ağustos, hava oralarda 40-45 derecedir. Millet yanıyor...Etikete kim bakacak o sıcakta... İçtiği portakallı gazoz mu, sade gazoz mu anlayamaz. Üstelik baksa ne anlar, belki etiketin rengi bile solmuştur.

Şaşkın bakışlarım altında,telefonu eline alıp sekreterini aradı.

-''Bir kahve daha söyleyeyim mi?''

Olur anlamında başımı salladım.

-''Kızım bize iki kahve, biri sade. Bu arada laboratuvar şefini de bağla...''

-....

-Lan oğlum madem yaptığın portakallı gazoz, iki günde sade gazoza dönüşecek ne diye içine  portakal aroması ve renklendirici koyup maliyeti artırıyorsunuz?. Parayı sokaktan mı topluyorum ben...''

...

Kahvelerimizi yudumlarken, kaldığımız yerden sektörün sorunlarını konuşmaya devam ettik.


Şubat 2020



MİT'in arabası yıkanır mı?
Yıl 1986.Beraber çalıştığım bir arkadaşımla Mardin'de işimizi bitirmiş,Diyarbakıra'doğru yola çıkmıştık.Ama yol yapımı nedeniyle yol, yol olmaktan çıkmış,yaklaşık bir saatte alacağımız yolu,dur kalklarla 2 saatte almıştık.Hava kararmaya yüz tutmuştu.Üzerindeki toz-topraktan ,modeli bile anlaşılmayacak derecede kirlenmiş olan bordo renkli arabamızı  Diyarbakır'a varınca  kent merkezinde,başka araçların da park ettiği boş bir arsaya bırakmış ve aceleyle sıradaki müşterimizi ziyaret emek için yola koyulmuştuk.
Yaklaşık bir saat süren görüşmemizi bitirmiştik.Hava da eskilerin dediği gibi ''gavurun müslümandan ayırt edilemeyeceği'' kadar kararmıştı.Niyetimiz;arabamızı park ettiğimiz yerden alıp,Diyarbakır'ın o zaman en ünlü oteli olan Turist Otel'e gidip yerleşmekti.Park ettiğimiz yere varınca gözlerime inanamadım.Bizim araba tozdan elbisesini soymuş , pırıl pırıl bordo bir elbise giymişti sanki.Anlaşılan birileri bizi haberdar etmeden kendince bir'' iyilik ''yapıp arabamızı yıkmıştı.Ben arabaya doğru yönelirken yaklaşık 10-11 yaşında ,üstü başı dökülen ,güneş yanığı tenli iki çocuk karanlıkta parlayan pırıl pırıl dişlerini göstererek iyi bir şey yapmanın karşılığını bekler şekilde gülümsüyorlardı.
Onlara doğru yürürken,sesime olabildiğince sert bir ton vererek sordum.
-Kim yıkadı lan bu arbayı?
Çocuklar ,bu beklenmedik tavrımdan bir şey anlamamışlardı..Ne de olsa kir pas içinedeki  arabamızı yıkamış ,ele güne çıkacak hale  getirmişlerdi.Peki bu afra tafra neyin nesiydi?  Gene de bozuntuya vermeden;yine aynı gülümseme yüzlerine yapışık, hep bir ağızdan yanıtladılar.
-Biz...
MİT'in arabası yıkanır mı lan! diye sürdürdüm sonu  belli olan tiyatroyu.
-Ama çok kirliydi .Dedi dikçe olanı.
-Kirli mirli !Ben arabayı kamufle etmek için o kadar uğraştım,toza toprağa bulaştırdım.Siz yıkayıp benim tüm emeğimi boşa çıkardınız!
-.....!!!
-Ben şimdi burada tanınmadan nasıl görev yapacağım?
Ben tiyatroya devam edip, sinirlenmiş gibi verip verirştirirken; çocuklar, ''yok sen yaptın, hayır sen yaptın ''diye birbirlerini suçlamaya başladılar.
Ben aynı tavbrımdan taviz vermeden;
-Çabuk bu arabayı eski haline getirin.Temizlediğiniz tozları arabama geri koyun. Deyince,hareketlendiler.
Onlar,etrafta, arababamı yeniden toza bulamak için  toz ararken arabaya bindim.Motoru çalıştırdım.Yanlarından yavaşça geçerken camdan elimi çıkarıp ,beklentilerinin üzerinde bir bahşişi  hala toz arayan çocuklara uzattım.
Hayretle yüzüme baktılar.
-Bu araba yıkama ücretiniz.Bir daha sakın sahibine  haber vermeden arabasını yıkamayın....
Ellerinde bir avuç toz kala kaldılar.Dikçe olanı ,avuçlarındaki tozu ,tozutmadan yavaşça yere koyup uzattığım parayı aldı.
Yüzlerindeki şaşkın ifade, bu gün bile  gözümden gitmez.
......
Bu öyküyü  eşe dosta bir çok kez anlattım.Ama her anlatışımda ,araba yıkayıcısı çocuklara yaptığım muamele doğru muydu diye düşünürüm.
Siz ne dersiniz?



Babam Hacı Oldu

Sasa'da işe başladığım ilk yıllardı.
Gaziantep'deki bir müşterimi ziyaret etmiştim.Bir yandan kahvemizi içiyor, öte yandan da sohbet ediyorduk. Tam sohbeti koyulaştırmıştık ki, odanın kapısı yavaşça açıldı, özensiz giyimli, omuzları çökük, her halinden yorgun olduğu belli olan ak sakallı, yaşlıca biri, içeri girmeden kapının önünde durdu, dikkatlice bana baktı; sağ elini göğsüne götürüp, duyulur duyulmaz bir sesle ''selamunaleyküm ''deyip, kapıyı çekip, geldiği gibi gitti.
Merakla müşterime sordum.
     ''Kim bu?
     ''Babey'' diye yanıtladı müşterim.
     ''Hasta mı? İyi görünmüyor da''
     ''Haste değil ama haste gibidir.''
Ben 'hasta değil ama hasta gibidir'' sözünden bir anlam çıkarmaya çalışıken,
      ''Hekayesi uzundur'' deyip anlatmaya başladı: ''Yaşar bey, biz terör nedeniyle 70'li yılların başında ailecek Siirt'ten Antep'e taşındık. Antep büyük şehir; eğlencesi, lokantası, barı, pavyonu, geleni gideni çok olan bir şeher. Buraya geldikten sonra babeye bir şeyler oldu. Ütüsüz elbise, boyasız kundura giymez; ayna karşısına geçmeden sokağa çıkmaz oldu. Bir gün eve geldiğinde, saçını, bıyığını boyattığı için aney onu tanıyamamış. İş bu kadar da kalsa neyse bir de hovardalığa başlamasın mı? Bizim memleketten çok tanış var Antep'te, onlar görmüş; anlattılar. Yahu biz üç gardaş memlekette ne var ne yok satıp savmış, yeni bir iş kurma derdindeyken babeyin yaptıklarına bak? Anaye demedik ama kadın  durumu göriy; her şeyin farkında... Zavallı kari babeye bir şey diyemeyip, içine atiy. Anlayacağın aney gözümüzün önünde günden güne eriyip bitiy. Biz gardaşımla şaşırdıg, galdık. Aşagi tükürsen sakal, yokari tükürsen bıyık. Atadır, babeydir, diye sesisimiz çıkmiy. Babey, her geçen gün daha da azdi. En sonunda biçak kemige dayandı. Üç gardaş gafa gafaya verip bir garar aldık.''
     ''Neydi karar?
     '' Onu hacıya göndermeye garar verdık. Ama hacı işini doğrudan teklif etsek zinhar kabul etmezdi. Biz de habarı olmadan ismini dinayetin hac sırasına yazdırdık. Sen de biliysen o zaman kura vardi ve doğrusi babeyin adının çıkacağından ümüdimiz de heç yohdi.
     ''Sonra?''
     ''Sonrası malum. Ya anam gadir gecesi doğdi ya da bizden biri. Gurralar çekildi, diyanet gurrasında babeyin adi çıkmasin mi. Bizi aldı mı bir telaş, babeye habar vermek lazım ama tek başima cesaretim yohdir. Gene gardaşlarımla gafa gafaya verip anlaştık: Habarı ortak verelim deyip, ertesi gün erkenden babeyin yanına gettik.
Eve vardığımızda oturma odasında gran tuvalet oturmuş, bir yandan gayfesini, öbür yandan da kehribar emziğine taktığı cigarasını içiy.
Hemen sarılıp elini öptük, ''oturun'' dedi. Oturduk. Babey bizi  görünce şaşırdi. 'Bayram degil seyran değil. Ne oliy sabah sabah, yoksa bir şey vardir?'  Böyyük olarakdan  ben söze başladım. 'Babey ''dedim. 'Mücde olsun ki, haciya gidiyorsun. Gurrada senin ismin çıhmıştır.'
Cigaradan bir nefes çekip,  'poh yeme ula, ben gayıt olmadım ki kura bana çıksın?' dedi.
'Senin adına kaydı biz yaptırdik babey, gözün aydın olsun 'dedim.
Gardaşlarım bu sözlerimi başları ile tastik ettiler.
Odayı birden bire adeta bir ölüm sessizliği gapladi. Kimseden çık çıkmiy. Babeyin yüzü önce sarardi, sonra garardi, gözlerini gapadi. Bir zaman susip öylecene galdi. Sonra hiçbir şey söylemeden cigarasını kül tablasına bastırıp, odasına çekildi. Gardaşlarımla, 'acaba eyi mi yaptık' manasında  bakıştık. 
Aney, gülerek'' size de gayfe yapim' deyip,  mutfağa girdi. Aneyin yüzündeki o ifade hep aklımdaır, heç unutmadım.''
     ''Baban hacılık işine karşı koymadı mı?
      ''Hacce yolcu edinceye kadar bir şey demedi. Helallaşıp yolcu ettik.''
      ''Hacdan dönünce ne yaptınız? Mutlaka ziyaretine gitmişsinizdir.
      ''Adettir, gettik tabi. Hacıya otobosnan getmişti. Otobostan inip, bize habar vermeden doğrudan eve getmiş. Biz de duyar duymaz gardaşlarımla hayırlı olsuna  gettik. Eve vardığımızda babam oturma odasında başı öne eğik, bağdaş kurmuş, elinde tesbih sessizce otururdi.
Böyük olduğum için önce davranıp, eline yapışıp  öptüm. Başını bilem kaldırmadı.
     ''Haci Babey hoş gelmişşen, na'sılsin? 
İlk kez başını kaldırıp yüzüme baktı, baktı... Sonra mırıldanırcasına;
     ''Nasıl olam ki, sıçtiz ağzıma dedi.
....
     ''Eee mutlu musunuz şimdi?
     ''Hemi de nasıl. Biz mutluyuk, aney mutlu . Faggat gördügin gibi o günden sona babeyi gaybettik. O gün, bu gündür bu halde dolanıp duri'.