21 Mart 2013 Perşembe

ANLAT BAKALIM
1990 Yılında, çevrenin koruması için yaptığımız çalışmalardan dolayı UNESCO’nun çevre ile ilgili bir alt örgütlenmesi olan Youth Environment Service (YES)  Sasa’ya bir plaket vermişti.  Bu plaketi almamıza; İstanbul –Silivri’den, Antalya-Gazipaşa’ya kadar uzanan yaklaşık 50 kilometrelik kıyı şeridi içinde kalan mesire yeri, kumsal ve ören yerlerinde yaklaşık 4 ay süren bir PET şişe toplama çalışması yapmamız yol açmıştı. Atık PET şişeleri toplama işinde kullandığımız araç ve gereçler, bu iş için özel olarak üretilmişti. Özel giyimli üniversite öğrencilerinin yardım ve desteği ile gerçekleştirdiğimiz bu çalışma Türkiye’de ilk kez yapılmıştı ve bu çalışmanın sorumluluğu da bendeydi.
Plaket ,  2-3 gün süren toplantı ve etkinliklerden sonra firmam adına bana verildi. Etkinliklerin son günü, düzenleme komitesi, arasında benim de olduğum yerli ve yabancılardan oluşan konuklara İzmir’in gece yaşamı hakkında fikir vermek (!)için bir izlence yaptı. Önce, Kordon’da, hemen herkes tarafından bilinen restoranında balık yedik. Daha sonra da beraber bir pavyona gittik. Adanalı olmama karşın pavyon muhabbetinden pek zevk almasam da gruba ben de katıldım (bazılarınız bu konuda aksini düşünebilir;  ama gerçek bu). Her neyse, büyükçe bir masaya alay-ı vala ile yerleştik. Önce garsonlar, ardından mezeler ve onların ardından da pavyonların olmazsa olmazı olan konsomatrisler masamıza sökün ettiler. Konsomatrisler, müşterilere masalarında eşlik eden, onlarla yiyip içip(özellikle içip) dertleşen;  yaşam öykülerini (genelde hep aynıdır) anlatan, ondan sonra varsa; sizinkini dinleyen kadın çalışanlardır. Anlayacağınız, bir tür diplomasız psikolog gibidirler. Bu karşılıklı dertleşme genelde sabaha kadar sürer. Ama alkolün etkisi ile ‘’cıvıma’’ evresine geldiğinizde,  dertleşme, sabah beklenmeden de sona erebilir.   Ertesi sabah ya da öğleyin, hafif bir baş ağrısı ile ayılıp,  ceketinizin cebindeki buruşuk hesap pusulasına bir göz attığınızda, büyük olasılıkla gerçek bir psikologa(!) ihtiyaç duyarsınız. Ama biz yine konumuza dönelim.
Yanımdaki boş ya da özellikle boş bırakılmış sandalyeye ‘’acaba kim oturacak’’?’ diye düşünürken uzun boylu, kumralca, dekolte, yaklaşık 22-23 yaşlarında olan genç bir kadın oturdu.
-‘’Adım Dilruba ‘’dedi elini uzatırken.
Ben, ortamdaki anason kokusunu dahi bastıran ucuz parfümün, koku alma duygum üzerindeki harabiyetinin derecesini hesaplarken;
-‘’Ben de Cüneyt’’ dedim.
-‘’Memnun oldum Cüneyt Bey’’…
Usuldendir; sordum:
-‘’Ne içersiniz Dilruba hamfendi’’?
Başımızda duran garsonu ilk kez görüyormuşçasına, dudaklarını büzerek,
-‘’Bol’’dedi.
Buradaki ‘’ bol ‘’sözcüğü ‘’ özel bir anlam ifade eder. Bu nedenle ‘’ o’’ yumuşatılarak okunmalı. Yani ‘’bol keseden atma’’ tümcesindeki ‘’bol’’ gibi okunmamalı.  ‘’Bol’’ , konsomatrislerin, hadi kibarca söyleyelim;  pavyonlarda müşterilere eşlik eden kadınların geleneksel içkisidir. Normalde beyaz şaraba çeşitli meyve suları eklenerek hazırlanır ama konsomatrislerin ‘’bol’’leri genellikle alkol içermez. Bazı müşteriler ,‘’bol’’ün ne olduğunu bilir ve muhatabının illa alkollü içecek almasında ısrar ederler. Bilirler ki; alkolsüz ‘’bol’’ kaç bardak içerse içsin konsomatrisi sarhoş etmez.  Konsomatris sarhoş olmazsa; müşteri ‘’peşrev yapamaz’’, üstüne üstlük meyve suyuna viski parası öder. Müşteri ısrarını sürdürürse; büyük olasılıkla ‘’sohbet’’ biter, ya da sohbetin tadı kaçar.
Ben, garson sormadan ne içeceğimi söyledim.
Dilruba (?), garson masadan ayrılır ayrılmaz öyküsüne başladı.
17 yaşında ailesinin istemediği birine kaçmış. Adamı çok seviyormuş ama çocuğu oluncaya kadar adamın ne kadar ’’angut’’ biri olduğunu anlayamamış. Çocuk olmasına karşın adam nikah yapmamış. Ne zaman ‘’nikah istiyorum’’ dese,  dayak başlıyormuş. Bir gün,’’bu böyle gitmez’’ deyip nikahsız eşinden ayrılmaya karar vermiş. Baba evine gidecek yüzü de yokmuş.  Sonunda, istemeyerek de olsa küçük kızını yaşlı bir kadına emanet edip bu hayata atılmış. Kızı, kendisini Almanya’da işçi olarak çalışıyor diye biliyormuş. Bütün arzusu kızına iyi bir gelecek hazırlamakmış. Yoksa bu yaşam çekilecek gibi değilmiş.  O olmasa anında bileklerini keser ‘’batası dünyaya’’ veda edermiş. Allahtan zaman zaman benim gibi iyi insanlar karşısına çıkıyormuş da, bu batası dünya daha çekilir oluyormuş…
-‘’ Allah Allah ! Ben bu filmi daha önce görmüştüm, hem de birkaç kez’’ diye düşünenleriniz olur. Böyle düşünenlere, sadece;
-‘’Film filme benzer’’derim.
 Ben daha içeceğimden bir yudum almadan O, üçüncü ‘’bol’’ünü’’ bitirmek üzereydi.
Öyküsü bittiğinde, gözlerini kısarak beni süzmeye başladı. Anladığım kadarıyla öykünün üzerimdeki etkisini kestirmeye çalışıyordu. Derin bir nefes alıp;
-‘’Acıklı ve ibretlik bir yaşamın varmış. Tam bir film konusu !’’ dedim.
Öyküsünün bende,  ona karşı bir sempati uyandırdığını fark edince,
-‘’Senin hikayen ne, neden buradasın’’?
-‘’Hiç bir hikayem yok, ben basit yaşamı olan biriyim’’.
-‘’Vardır, vardır. Derdi olmayan buraya gelmez’’.
 Anlatacak bir öyküsü olmayan insanların mahcup tavrıyla;
-‘’Vallahi yok’’! Önce ,’’ekmek Kur’an çarpsın ki; yok’’ demeyi düşünmüştüm. Ama kutsal kitabımızı burada anmanın ne yeri ne de zamanıydı.
-‘’İnanmam! Mutlaka bir derdin vardır, çekinme anlat şekerim’’ diye üsteledi.
Masadaki öteki arkadaşlara baktım, hepsi yanlarındaki ile hem hal olmuş, fılıstıyla konuşup gülüşüyorlardı.
Anladığım kadarıyla benden başka herkes birbirleri ile ‘’dertdaş’’idi. Kız da ısrarı sürdürünce; çözüldüm.
-‘’Haklısın benim de içinden çıkamadığım bir sorunum var’’ sözü ağzımdan çıkar çıkmaz, toparlandı. Sandalyeye yeniden yerleşir gibi yaptı.  Beni daha iyi görmek, mimiklerimden samimi olup olmadığımı anlamak istermiş gibi hafifçe geriye kaykıldı. Söze nereden başlayacağım diye düşünürken garson, kaşla göz arasında Dilruba’nın kızıla boyanmış dudakları arasındaki sigarayı yaktı. Loş ortamda, kibrit alevi bir an yüzünü aydınlattığında, yüzündeki ağır makyaja karşın, göz kenarlarındaki derin çizgiler, yaşantısının yansıması gibiydi.
Gözlerimi yüzünden ayırmadan devam ettim.
-‘’Ben büyük bir firmanın pazarlama ve satış müdürüyüm. Yıllardır çözemediğim sorunlarım var.’’ Dördüncü ‘’bol’ünden bir yudum alıp sordu.
-‘’İçinden çıkamadığınız sorun nedir’’?
-‘’Çatışma’’deyip, tepkisini bekledim. Hemen atıldı sözüme.
-‘’Ne çatışması, karınla mı kavgalısın yoksa düşmanın mı var’’?
-‘’Yoo ! Her ikisi de değil’’ deyip sustum. Üsteledi.
-‘’Anlat,  çekinme! Derdini söylemeyen derman bulamaz’’ Konuşmamızın başından beri duymayı umduğum sözdü bu.
-‘’Dinle o zaman. Senin de çok iyi bildiğin gibi, pazarlamanın 4 ana fonksiyonu var. Bunlardan biri de distribution channels, yani dağıtım kanalları. İşte benim çatışmadan kastettiğim; dağıtım kanallarını oluşturan birimler arasındaki çatışma…’’
Loş ortam, yüzünü tam olarak seçmeme engel olsa da; gözünün en azından birinin seğirmeye başladığını hissettim. Duyulur duyulmaz bir sesle,
-Nası  (nasıl)yani?
-‘’Şöyle açıklayayım’’ diye sürdürdüm konuşmamı.’’Kanalı oluşturan, ana bayilerle alt bayilerin; toptancılarla perakendecilerin özellikle, kar marjları ve satış bölgelerinin paylaşımı konusunda çatışmaları var ve ben buna yıllardır bir çözüm bulamıyorum. Sen ne dersin? Bu çatışmayı önlemek için neler yapmalıyım’’?
-‘’Şey’’ diye söze başlamak istedi ama ‘’şey’’in arkası gelmedi..
Sorumu yanıtlarken kendini rahat hissetmesi için ona cesaret vermeye çalıştım. ‘’ Hadi ama yanıtlayabilirsin’’ dercesine hafifçe gülümsedim. Ne de olsa serde ‘’hocalık (!)’’ var.
Sigarasından derin bir nefes çekti, daha dumanı masamızı terketmeden,aniden toplanmaya başladı. Telaşla yerinden kalktı. Fısıltıyla,
-’’İzninizle Cüneyt Bey! Tuvalete gidip makyajımı tazeleyip hemen döneceğim’’ deyip hızlı adımlarla masadan ayrıldı.
-‘’Dilruba ‘’diye ünledim ardından ,‘’sigara paketini unuttun’’!
Dönüp bakmadı bile..
Masadakiler, yanımdaki sandalyenin boş kalmasını hiç fark etmediler,  dertlerini dertdaşlarına döküyor olmalıydılar. Onlara gıpta etmedim (!) desem yalan olur. Hem dertleri, hem de dertlerini dinleyenler(!) var.
...
Dağıtım kanalındaki çatışma mı ? Ne çatışması?

MARAKEŞ

MARAKEŞ
Kızıl Kent
Casablanca’dan havalanan Fas Havayolları’na ait uçak, Marakeş’in Manera Hava Alanına inmek için alçalırken; uçağın penceresinden  aşağıya baktım.  Her yer kiremit tozu serpilmişcesine kızılımsıydı.

Fas’a, Ülkemizin ünlü bir  tur şirketinin aracılığı ile gitmiştim. Tur, Casablanka ve Marakeş’i kapsıyordu. Tur deyince aklınıza hemen kalabalık bir turist grubu gelmesin. Fas’ı tercih eden sadece ben ve eşimdi. İlk kez böyle bir durumla karşılaşmıştım . Kazablanka'daki terminalde tur görevlilerini göremeyince; biraz endişelenmedim desem yalan olur. Ancak; bir iki telefon görüşmesinden sonra her şey yoluna girdi. Biz görevliyi terminal içinde bulmayı umarken, o bizi terminalin dışında bekliyormuş.

Kızıl Toprakta Yeşil Hurmalar
Bu  kez  Marakeş’de rehberlik edecek kişi  bizi terminalin içinde karşıladı. Valizimizi 4 çeker bir SUV’a yerleştirirken, 40 yıllık tanış gibi yakınlaşmıştık, bu kaşı gözü ayrı  oynayan Mağripliyle.
Aylardan nisan. Ama Buranın Nisanı ile İstanbul’un Nisanı arasında 10-15 derecelik bir fark var. Allahtan araba soğutuculu ve bu farktan kaynaklanan olumsuzluğu, en azından arabanın içindeyken hissetmiyor insan.
Hava alanı ile kent arası yaklaşık yarım saat. Her yan kiremit kırmızısı: Yol boyu gördüğüm evlerin rengi  de  toprağın renginde... Yol kenarında gördüğüm hurma ağaçlarının yeşili de olmasa; kendimi kızıl gezegen Mars’ta sanacağım.
Buranın yerlileri Marakeş’i ‘’kızıl kent’’ diye adlandırıyorlar. Hemen heyecanlanmayın; kentin kızıl unvanının komünizmle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Kent kızıl sanını  kiremit kırmızısı toprağından ve  bu topraktan yapılmış  kerpiç benzeri evlerinden alıyor. Taş ve tuğladan ev yapanlar da, kentin özelliğini bozmama düşüncesiyle olsa gerek, evlerini aynı tonda boyamışlar… Bir milyonun üzerindeki nüfusuyla  Marakeş, her ne kadar ‘’kızıl kent'' diye anılsa da  Berberi Dilinde anlamı  ‘’Tanrının Ülkesiymiş’’ . Fas nüfusunun da önemli bir bölümünün Berberi olduğunu burada sırası gelmişken anımsatayım.
Marakeş


Her seyahatimizde olduğu gibi otelde dinlenmeden, kendimizi sokağa attık... İlk durağımız, buraya gelmeden övgüsünü duyduğumuz  ve mutlaka görülmesi gerekli ilk şey olduğuna inandırıldığımız(!) ‘’mucizeler avlusu  ya da kıyamet meydanı’’denilen Djemaa el Fina oldu.

Koutibua Camisi
Lafı uzatmadan, öncelikle şunu söylemeliyim: Sadece bu meydanı görmek için bile Marakeş’e gelinir. Gözlerinizi kapayın, üç yanı eski yapılarla çevrelenmiş binlerce metrekarelik bir  alan düşünün. Daha sonra bu alana, öbek öbek insan topluluklarını  100 yıl öncesinin giyimi, kuşamı, aleti ve edevatı ile yerleştirin. Açın gözlerinizi şimdi. Karşınızda Djama el Fina Meydanı.
7 Yıl Sonra Koutibua- Cami Aynı, Değişen Ben


Hava sıcak. Meydanı dolaşmaya, Arap tarzı ; rengarenk süslenmiş arabalarda satılan, gözünüzün önünde sıkılmış olan taze portakal suyunu içtikten sonra başlayabilirsiniz. Meydan’daki  kalabalık, bir pazar yeri kalabalığından çok farklı. İnsanlar, her biri farklı gösteri yapan kişilerin etrafında ikişerli, üçerli sıralarla çemberler oluşturmuşlar. İlk çembere yaklaştım. Yabancı olduğum anlaşılınca bana ön sırada yer verdiler.  Ortada bir anlatıcı.  Elinde, sayfalarının alt köşesi çevrilmekten kararmış, kadın bedenini  tüm çıplaklığı ile resimleyen bir anotomi(!) kitabı... Anlatıcı, kürsüde ders veren bir öğretmen havasında… Anlatılanları anlamadım ama adamın neden bahsettiğini anlamak için Arapça bilmeme gerek yoktu. Ben kitaptan çok seyircileri izlemeyi seçtim. Tamamı erkekti. Yüzlerinde şaşkınlıkla mutluluk arası bir ifade, kulakları anlatıcıda, gözleri hiç kırpılmadan kitabın sayfalarına dikilmiş, kadının vücudunu resimlerden de olsa keşfetmenin hazzını yaşıyor gibiydiler. İşin nereye varacağını tahmin ettiğim için ‘’filmin sonunu’’ beklemeden oradan ayrıldım.

Souks- Bakır İşçiliği
Meydan, mahşer yeri gibi. ‘’ Kıyamet Meydanı ‘’adını bu kalabalıklardan alıyor sanırım. Maymun oynatıcılar, yılan oynatıcılar, akrobatlar, meddahlar, falcılar,dövmeciler ,dilenciler ve bu kalabalığın olmazsa olmazı; yankesiciler…

Djama  e Fina Portakal suyu Satıcıları


Djama el Fina, Medina’da yani eski kentte, geleneksel yemekler yiyeceğiniz orta karar birkaç restoran var. Buralarda yemeği ucuza getirebilirsiniz. 
Akşamları ise meydanı seyyar yemek satıcıları işgal ediyor. Yemekleri baharatlı: Buraya dikkat isterim!


Meydan’ın hemen bittiği doğu yönünde Medina başlıyor. Souks diye adlandırılan bu bölgeye adımınızı atar atmaz kendinizi zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissediyorsunuz. Size yön duygunuzu kaybettirecek, güneş ışınlarının giremediği labirent benzeri daracık sokaklar, sokakların her iki yanında, bir birinin üzerine dayanmışcasına duran asırların yorgunu küçücük dükkanlar ve bu dükkanlarda satılan bin bir çeşit mallar...

GPS-Travel-Maps-Jemaa-El-Fna-Marrakesh-Morocco-Garmin-iphone3
Djama el Fina


Labirentin(!) derinliklerine doğru yürümeye devam ettiğimde; attığım her adımın, beni bu günden alıp geçmişe götürüyor duygusuna kapıldım. Satıcılar her yerde aynı; dükkanlarından çıkarak sizi karşılayıp, içeri davet ediyorlar. Dükkanlarda, gümüş işi takılar,  bedevi kilimi, deve derisinden çanta ve terlikler, baharatlar, Berberi Sandaletleri, pirinçten yapılma mangallar,  camdan yapılma el işi şamdanlar ve oymalı ağaç çerçeveli otantik aynalar… Kısaca ne ararsanız var. Her ne satıyorlarsa satsınlar mutlaka ‘’ Berberi Whiskisi ’’(!) dedikleri nane çayı ikram ediyorlar. Fas,’’ Mağripte’’ yani batıda olmasına karşın siyaseten Orta Doğu Ülkesi  sayılıyor’’. Pazarlık burada da öteki Orta Doğu Ülkeleri'nde olduğu gibi alış verişin temelini oluşturuyor. Bir şey satın alacaksanız, önce ‘’ ona ‘’kendinizce bir değer biçin. Bu değer, satıcının istediği fiyatın üçte biri de olsa; önermekten çekinmeyin. Satıcı, sizin önerinizi az bulabilir, sahte bir kızgınlık belirtisi gösterebilir, zarar ettiğini söyleyebilir… Onu teskin etmenin yolu,  fiyatı biraz daha artırmaktır. Baktınız olmuyor, dükkanı terk eder gibi yapıp kapıya yönelin. Sonuç mu? Genellikle ‘’ O şeyi ‘', almayı umduğunuz  fiyata yakın bir bedelle  satın alırsınız.
Madina  içinde gezerken, ‘’Mellah’’ denilen Yahudi  Mahallesine uğramazlık etmeyin.. Burada hala hizmet verdiği söylenen bir sinagog da var.
Medina'ya başka bir Giriş Kapısı
Marakeş sadece Medina mı?
Marakeş doğal olarak sadece Medina’dan oluşmuyor. Burada gezip görülecek birçok yer var. İşte bunlardan bir kaçı.
Koutibua Camisi, Kral V. Muhammed meydanında. İlk kez 1147 yılında yapılan cami daha sonra yıkılarak 1199’da yeniden yapılmış. Yıkılıp yeniden yapılma nedeninin yanlış planlama olduğunu söylediler. Tipik bir Arap  Endülüs Mimari biçiminde yapılmış cami, süslemelerle bezenmiş.Cami geceleri aydınlatılıyor. Bu da ona ayrı bir güzellik veriyor.
Houman el Fetouki  Meydanında yer alan Bahia Sarayı 19 yy ‘da Vezir Bou Ahmed tarafından haremi  için yaptırılmış. Fas Sivil Mimarisi hakkında bilgi edinmek isteyenler için ziyaret edilmesi gereken mekanlardan biri. Sarayın insana huzur veren, muz ağaçları ile bezenmiş bir de bahçesi  var.

Bahia Sarayı
Dar Si Said Müzesi. Saray kahyası olan Si Said’in sarayı bugün müzeye dönüştürülmüş. Müzede,  Fas Halkı’nın günlük yaşamında kullandığı araç ve gereçler, geleneksel savaş aletleri,  Fas’a özgü müzik aletleri ve ahşap oymacılığının çok güzel örnekleri sergileniyor. Müze, Riad Ezziotoun El Jadid Caddesinde.
Les Jardins Majorelle. Majorel Bahçeleri…
Bu bahçe, özellikle sıcak iklimlerde yetişen değişik bitkilerden oluşuyor ve insanda  çölde serin  bir vaha duygusu uyandırıyor.
Bahçe,Fas daha Fransa egemenliğinde iken  Fransız sanatçı Jacques Majorell tarafından botanik bahçesi olarak tasarlanmış. Özellikle sıcak ülkelerde yetişen bitki ve ağaçlardan oluşan bahçeyi mutlaka ziyaret etmelisiniz. Bahçede sizi bir de sürpriz bekliyor. Bu sürpriz, ünlü Fransız  Modacısı Y.S.Laurent’in burada sergilenen bazı kişisel tekstil koleksiyonları...
Y.S.Laurent her yıl tatilinin bir bölümünü Marakeş'te geçirirmiş. İlginç doğrusu. Ayrıca İslam Sanatları Müzesi de bu bahçede yer alıyor. Bahçe, Bah Yacoup el Mansur Meydanı’nında .
Ben Yusuf Medresesi, Kuzey Afrikanın en büyük ve en göz alıcı medresesiymiş. Medrese, Ben Yusuf Camisi ile bitişik olup . Almorayid Hanedanlığı döneminde yapılmış.


Saadian Mezarları
Saadian Tombs, Saidan Mezarları.Kasbah Camisi içinde yer alan bu mezarlar, 16.yy’da Saadian Sultanı Almed el Mansur tarafından , kendisi, ailesi ve cariyeleri için yaptırılmış. Mezarlıkta, kimi din adamları ve yüksek devlet görevlilerinin mezarları da bulunuyor.
Birbirine koşut mezarların bulunduğu alanda, Sultan ve oğulları için yapılmış ayrı bir mozole var. Mozolenin taban ve tavanı çok güzel el işi oymalarla bezenmiş. Kasbah Sokağında bulunan bu mezarlar, Marakeş'in en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. Türbeyi, çoğunluğu Fransız olan aşırı bir turist kalabalığı ile deyim yerindeyse omuz omuza ''tavaf'' ettik.

Manera Bahçeleri. Atlas Dağları’nın eteklerinde yer alan bu bahçeler, ağırlıklı olarak zeytin ağaçlarından oluşuyor. İçinde büyükçe bir havuz ve piknik alanı bulunan  Manera, ziyaret edilmesi gerekli yerlerden biri; görmenizi öneririm.

Les Jardin Mojorelle
Buraya kadar Marakeş’in görülmesi gereken kimi yerlerini anlatmaya çalıştım. Ancak; Marakeş sadece bunlardan oluşmuyor. Marakeş’in bir de çağdaş yapılardan, geniş bulvarlardan ve parklardan oluşan bir yüzü daha var. Ancak eski ve yeni birbirini dışlamış gibi görünmüyor, iç içeler... Anlayacağınız eski ve yeni bir arada  bu günkü Marekeşi oluşturuyorlar.

Ne Yemeli

Öncelikle şunu söylemeliyim. Marekeş’te geleneksel yemekler yiyecekseniz; baharatla aranızın iyi olması gerekli. En önemli yemekleri kuskus. Kuskusun ne olduğunu anlatmama gerek yok sanırım.

Marakeş'de Geleneksel Tatları Sunan Bir Restoran

Bir başka yemekleri ise Tajin. Tajin, portakal kabuğu,soğan, et, patates, domates ve havuçtan oluşan bir yemek. Üstü,kubbeli bakır kapakla kapatılmış,toprak kaplarla servis yapılıyor.Hoş ve değişik bir yemek. Bu yemeği, geleneksel yemekler sunan bir çok restoranda bulabilirsiniz.Ben Marekeş’in ünlü restoranlardan biri olan Chez Ali’de yedim. Restoran eski bir Fas evi, otantik dekorlu.Yemek yerken geleneksel canlı müzik dinleyebilir, egzotik halk dansları izleyebilirsiniz. Öneririm. Gitmeden önce mutlaka rezervasyon yaptırın,yer bulmak zor. E-Posta adresi: reservation@chezali-marrakech.com
Aynı Restoranda yemek Sonrası


Nelere Dikkat Etmeli…
.Fas, uzun yıllar Fransız egemenliğinde kaldığı için Fransızca, Berberice ve Arapça’dan sonra  en çok konuşulan  dil. İngilizce bileni bulmak zor.
.Kent’in modern bölgeleri geceleri, dış mahallelere göre  daha güvenli. Kadınlar bile yarı geceden sonra tek başlarına dolaşabiliyor, motosiklet kullanabiliyorlar. Önerim ;geceleri merkezden pek ayrılmayın.
.Turist olduğunuzu anladıklarında - ki bunu, elinizde fotograf  makinesi ile aval aval(!) dolaştığınız için anlamaları çok kolay- yanınıza yaklaşıp gönüllü rehber olmak istiyorlar. Siz gönülsüz davransanız bile çok ısrarcılar. Bu durumda kaşlarınızı hafifçe çatıp, sesinizi biraz yükselterek ‘’no no ! demeniz, onları başınızdan savmak için yeterli oluyor.

.Pazarlık yapmaktan çekinmeyin. Size önerilen her fiyat pazarlığa açıktır unutmayın.
.Önünüze, eskidir, antikadır diye serilen Berberi Kilimleri’nin güneşte, kimyasallarla soldurulduğunu ve onların birkaç hafta önce dokunduğunu unutmayın.
.Geleneksel Berberi kıyafetli kişiler, dilenciler, yılan oynatıcıları vb. ilginizi çekebilir. Onları fotograflamak isterseniz mutlaka para ödemelisiniz. Aksi takdirde aranızda ‘’maraza’’ çıkabilir.
.Kalabalık yerlerde çantanıza dikkat edin. Hırsızlık çok yaygın.
Alış Veriş
Marakeş'de kadınların en çok satın aldıkları şey argan yağı ya da bu yağlardan yapılmış kremler...


Argan Yağı Çıkarıyorum
Aslı var mı bilmiyorum ama bu yağı ya da bu kremi kullananların ciltleri güzelleşiyormuş. Argan, iğdeye benzeyen bir meyve. Bunun toplaması ve yağının çıkarılması zahmetliymiş ve bu yağ sadece kadınların çalıştığı bir kooperatif tarafından üretiliyormuş. 

Bu yağın çıkarıldığı küçük bir işletmede argan yağı çıkarmayı denedim. Küçük bir taş değirmende  iğdeye benzer argan meyvesini-çekirdeğini öğütüyorlar. Erimiş çukolata renginde bir yağ çıkıyor. 

Dedim ya zahmetli bir iş.

Argan yağının hem yağ olarak hem de krem olarak fiyatı pahalı. Yok illa alacağım diyorsanız üyelerinin kadın olduğu kooperatifin ürünlerini satın alın.


Buradan kilim yada halı almayın. Yukarıda anlattığım gibi hepsi çakma. Dolandırıcılar Kenti  adında bir dizi vardı TV'de. İnsanların dolandırıldığı kentlerin en başında geliyor Marakeş.


Ayrıca, deve derisinden yapılmış terlikler ve  çantalar, Berberi sandaletleri, el yapımı camdan şamdanlar,pirinçten ve bakırdan yapılmış mangallar size ilginç gelebilir.

Unutmayın! Ne satın alırsanız alın, pazarlık yapmaktan çekinmeyin.
Atlas Dağları Eteklerinde Tipik Bir Köy

Yeniden Marakeş
Yukarıdaki yazıyı bundan tam 7 yıl önce yazmıştım. Marakeş'e bu yılın(2016) kasımında Birleşmiş Milletlerin düzenlediği Dünya İklim Değişikliği Konferansına katılan Türk Delegasyonun bir üyesi  olarak yeniden gittim. Yukarıdaki satırlara, bir kaç yeni madde dışında ekleyecek çok fazla bir şeyim yok. Ancak hemen şunu söylemeliyim: Marakeş 7 yıl öncesine göre o kadar değişmiş ki... Ağaçlarla ve çiçeklerle bezenmiş geniş bulvarlar, çağdaş mimari örneklerini sergileyen binalar, yeni ve modern oteller, kafeler, restaurantlar ve niceleri... Mağrip(batı) diye bilinen ama uluslararası siyasette bir orta doğu ülkesi sayılan Fas'ın Marakeş'indeki bu değişime şaşırmadım desem doğruyu söylememiş olurum. 
Marakeş'in Çevresi

İlk Seyahatim'de bir öğünümü Chez Ali'de yediğimi yazmıştım. Ancak Bu kez bir akşam yemeği için gittiğimiz Chez Ali, kentin yaklaşık 15 km dışında, çok büyük bir alana yayılmış olanolarak tümüyle turistlere yönelik olarak hizmet veriyor.
Chez Ali Giriş Kapısı
Burada sadece yemek yemiyorsunuz, Faslıların şarkıları eşliğinde geleneksel danslarını, at sırtında yapılan gösterileri, gelin alaylarını izliyorsunuz. İlginç bir yer. Girişte sizi şarkılarla sizi karşılayan şarkıcı ve çalgıcı gurupları, tam yemeğinizi yerken masanıza gelip, sizi bıktırıncaya kadar şarkılar söylüyorlar.
Fas'ın Geleneksel Kuskusu
Kurtuluş, dünyanın her yerinde olduğu gibi burda da aynı; bahşiş. Bahşişi alınca başka masaya gidiyorlar. Ama hemen ardından bir başka grup geliyor. Bir süre sonra şarkılar, şarkılıktan çıkıyor, kakafoniye dönüşüyor. Önceleri eğlence gibi başlayan gösteri işkenceye dönüşüyor.

Yemek sonrası ise bir padokta atlarla yapılan bir gösteriyi izleniyor.
Hediyesi 40 euro. 
Ne yediğimizi yazmayı unuttum: Kuskus...

Atlas Dağları

Marakeş'e yaklaşık 60 km uzaklıkta olan Atlas Dağlarını, zamanınız varsa; ziyaret etmenizi önereceğim. Marekeş'den ayrıldıktan yaklaşık bir saat sonra, aşağıdaki çölle ilgisi olmayan ve aşağısı ile kıyaslandığında saklı bir cennet
sayılabilecek Atlas Dağlarına ulaşıyorsunuz. Araç yolu bir yerden sonra bitiyor. Rehberimiz 45 dakika kadar yürürsek ilerdeki şelaleyi de görebileceğimizi söyledi.
Atlas Dağları


Mandepsiye düşmeden şelalenin fotografı olup olmadığını sordum. Gösterdi...Şelalenin fotografını görünce, 45 dakika yürümemize değmeyeceği kararını verdim. Hele İzlanda'daki şelalelerden sonra...
Atlas Dağları gördüğüm kadarıyla biraz bizim Torosları andııyor.
Yemeğimizi küçük bir derenin   kenarında yedik.

(2009-2016)

Türkiye’nin Marakeş’de temsilciliği yok.İşlemler Rabat Büyükelçiliği tarafından yürütülüyor.
RABAT BÜYÜKELÇİLİĞİ
Adres: 7, AVENUE ABDELKRIM BENJELLOUN RABAT MAROC
Telefon: 00 212 37 66 15 22 00 212 37 66 15 44
Faks: 00 212 37 66 04 76
amb-tur-rabat@menara.ma

.Marakeş’e THY’nin doğrudan uçuşu yok. THY ile Önce Casablanca’ya , oradan yerel firmalarla Marakeş’e ulaşabilirsiniz. THY’nin her gün 09.50’de Casablanca uçuşu var.

.Bir USD yaklaşık olarak 8.57 Fas dirhemi(2009). 2016'da ise 1 USD 10.16 Fas Dirhemi ediyor.
Bahia Sarayı Girişi

Chez Ali'de Çalgıcılar

Baharatçı


Börekçi Kadın

Kızıl Kent-Kızıl Evler


 İslam Eserleri Müzesi




 
Saadian Mezarları Girişi

5 Mart 2013 Salı

Waşington

WASHINGTON

Bir Başkent Böyle Olmalı

Evden çıkmadan önce Washington’daki hava durumuna göre giysilerimi hazırlamış, sıra ayakkabı seçimine gelmişti. Karla kaplı yollara uygun ayakkabı ararken, rafların dibinde gözden; biraz da gönülden ırak kalmış bir çift Cat marka bot gözüme çarptı.
-‘’Hah’’ ! Dedim ,’’tam Washington’un karlı havasına göre’’…
 Botları saklandıkları kuytu köşeden çıkarırken bunları yaklaşık 6 yıl önce satın almış olduğumu anımsadım. Birkaç kez giydikten sonra ayakkabı dolabında unutup gitmiş olmalıyım.  Catler’ imi ayağıma geçirirken kuşkuluydum.
-‘’Ya ayağımı sıkarsa ‘’?
 Hiç de öyle olmadı.  Catler’im sanki o gün almışım gibi yep yeniydi, yıllarca kuytu bir köşede unutulmuş olmanın kırgınlığı yoktu; şıp diye oturdu ayağıma…
İstanbul trafiğini yakından biliyor olmanın aceleciliği ile hemen yola koyuldum.
CİP Lounge ‘da otururken uçağımızın kalkışa hazır olduğu duyurusu yapıldı. Davete icabet etmek için kalkmaya yeltendiğimde, gözüm botlarıma takıldı: Sağ ayağımdaki Cat’ in topuğundan irice bir parça kopmak üzereydi. CİP Lounge’da yaklaşık iki saat geçirmeme karşın, salonun verdiği rahatlığın yanı sıra  ‘’kendi kendimin de düşmanı’’ olmadığım için ‘’ayaklarıma bakma’’ gereği duymamış, dolayısı ile botlarımdaki bu değişikliği fark etmemiş olmalıyım.
 -‘’Ne oluyor yahu ‘’! Demeye kalmadan, anonsçu kız, insanın iki ayağını bir pabuca sokmaktan gizli bir haz alıyormuş duygusu veren bir ses tonuyla;
-‘’Bu TK 0007 sayılı Washington yolcuları için son çağrıdır’’ demesin mi?
Sırt çantamı alıp ilk adımımı attığımda, o parça ‘’sağ teki’’  terk etti. İkinci adım; ikinci terk olayı… Neredeyse attığım her adımda botumdan bir parça eksiliyordu. Sol tek, sağ teki kıskanmış olmalı ki; o da ufak ufak dökülmeye başladı. Dış hatlardaki CİP Lounge’un, kapılara olan uzaklığını bilen bilir; mesafe oldukça uzun. Durup yeni bir ayakkabı almaya da yeterli zaman yok. Çar naçar koşar adım kapıya doğru yürürken, arkamda siyah plastik parçaları bırakıyordum: Hani Hanzel ve Gretzel ormanda kaybolmamak için geldikleri yola ceplerinden fasulye bırakıyorlardı ya;  ben de lastik parçaları bıraka bıraka kan ter içinde kapıya ulaştım. Bu süre içinde kopan taban parçaları nedeniyle botlarımın dengesi bozulmuş, tuhaf bir yürüyüş stili edinmiştim. Koltuğuma oturup kemerimi bağlamadan yaptığım ilk iş botlarımı; yani 3 saat önce bot olan şeyleri ayağımdan çıkarmak için eğildim. Her ki botun sayası (üstü) sapasağlamdı ama ya tabanları? İşte onlar yoktu. Tabanın olması gereken yerde, yoğun kış korkusu nedeniyle giydiğim çift tabanlı siyah çoraplarım vardı.  Catler’im yılların unutulmuşluğunun intikamını çok acı bir şekilde almıştı benden. Yol boyunca yabancıları içeri sokmamak için bahane arayan Amerikan Polisi’nin altı kaval, üstü şişhane olan ‘’beni’’ görünce göstereceği tepkiyi tahmin etmeye çalıştım.
Washington’a ayak basar basmaz ilk işim bir çift ayakkabı satın almak oldu. Ayağımda pırıl pırıl yeni botlarım, yıllarca kuytu bir köşede unutulmuşluğun verdiği intikam duygusuyla beni 13-14 saat utanç içinde bırakan Catler’imi, ayakkabı satıcısının şaşkın bakışları arasında mağazanın çöp kutusuna attım. Sinsi sırıtışı hala gözlerimin önünde…
Iwo Jima Anıtı

Washington; bir dünya başkenti…


Beyaz Saray

Washington DC çoğumuzun yakından bildiği gibi ABD’nin başkentidir. Sonundaki DC’nin açılımı ise  ‘’District of Columbia’’ yani Kolombiya Bölgesi demek. Washington DC’nin ABD’ni oluşturan öteki eyaletlerden farklı bir yapısı var:  Hiçbir eyaletin içinde değil ve buradan seçilen kongre üyesinin ABD Kongresi’nde oy hakkı bulunmuyor, ayrıca senatoda da temsil edilmiyorlar. Bunun gerekçesi ise ilginç: Yansızlık…
Treasury Departman

Washington’un nüfusu yaklaşık 630 bin. Bu rakamın düşüklüğü sizi şaşırtabilir ama şaşırmamalısınız. Devasa park ve bahçeleri, anıtları, müzeleri ve kamu binaları ile gerçek bir başkent; etrafında gecekondular ya da irili ufaklı fabrika ve atölyeler yok. Gündüz trafiği New York trafiği gibi olmasa da kalabalık.  Ama akşamları ise; neredeyse ‘’inlerin ve cinlerin top oynadığı bir stadyum kadar ıssız’’,  özellikle kent merkezi… Bunun nedeni Washington’da çalışanların çoğunun orada yaşamıyor olması. Çevresinde yaklaşık 5 milyon bir nüfus var ve çalışanlar, mesaileri bitince Washington’u neredeyse kendisi ile baş başa bırakıp taşraya gidiyorlar.
Washington Monument

 Washington’a ilişkin ilginç bir saptamam daha var. Washington’da çok fazla zenci (kara derili ya da Siyahi Amerikalı mı demeliydim?) yaşıyor. Merak edip soruşturdum: nüfusa oranları yarıdan fazlaymış. Neden acaba?
Otelim, Washington’u ikiye bölen Potomac Nehri’nin batı yakasındaki Arlington bölgesindeydi. Sabah kahvaltısından hemen sonra Arlington Ulusal Mezarlığını ziyaret ettim. İzlediniz mi bilmem? Özgün adı Sands of Iwo Jima  olan  bir  film vardı. Film, 1948 yılında savaşın hemen ardından çekilmişti. Yönetmeni Allan Dwan, başrol oyuncusu ise ünlü John Wayne’di. Size burada filmin konusunu anlatacak değilim. Filimdeki en önemli sahne burada bir anıtla ölümsüzleştirilmiş. Bu anıt, Amerikan Askerleri’nin yoğun bir kuşatmadan sonra, Japonlar’ın koruduğu Suribachi Tepesi’ne bayrak diktikleri anı ölümsüzleştirmek için dikilmiş: Yıl 1945 ve Şubatın 22’si. Bunu neden yazıyorum: ABD’ne 6 kez gittim. Devlet olarak geçmişleri yaklaşık 150 yıllık olmasına karşın devleti oluşturan onlarca ırka, dile, renge ortak bir tarih yaratmak için her şeyi yapmışlar. Bu anıtın önünde dakikalarca durup düşündüm: Binlerce yıllık tarihimiz var diye övünürüz. Bu günse geldiğimiz nokta bölünmenin eşiği… Nerede hata yaptık dersiniz?
Air And Space Museum -Apollo 12

Beyaz Saray,  gerçekten saray mı?

Bugün hafta sonu olduğu için kent merkezinde saat 09.00 ile 13.00 kamu parkları ücretsiz. Otelim kent merkezine arabayla 10 dakika. İlk durağım Beyaz Saray.  Amerikalılar buraya Beyaz Ev diyorlar biz ise Beyaz Saray… Bunun nedeni bizdeki saray merakı mı dersiniz? Doğrusu bunun nedenini bilmiyorum. Hele simit satan dükkanları bile saray diye adlandırdıktan sonra bilmek de istemiyorum.
Saray,   büyükçe bir bahçenin içinde.  Filmlerde gördüğümüz gösterişli cephesi bu bahçeye bakıyor. Sokağa bakan cephesi ise daha gösterişsiz. Benim gibi, Beyaz Saray’a Washington Anıtı’na bakan bahçe cephesinden görmeden önce bu cepheden bakarsanız,
-‘’Aaa! Burası mı Beyaz Saray ’’? der ve düş kırıklığına uğrarsınız.  Ancak şunu açıklıkla söylemek isterim. Avrupa’daki saraylarla  burayı karşılaştırdığımda Buranın  ‘’saray’’ unvanına hafifçe burun kıvırabilirsiniz… Belki Amerikalılar bu sebepten dolayı burayı saray değil de ev diye tanımlamışlar.
National Museum of The American Indian

National Gallery of Art

Buradan Washington Anıtı’na, Anıtı gözden kaçırmadan (gözden kaçırmak mümkün değil; tam 169.2 metre) civardaki tarihsel binaları fotoğraflaya fotoğraflaya ulaşırsınız. Anıt,  ABD’in ilk başkanı George Washington anısına dikilmiş. Yapımına 1848’de başlanmış, ancak tamamlanması 37 yıl sürdükten sonra ‘’küşat-ı resmiyesi’’ı 1889’da yapılmış. Antik Mısır Mimarlığından esinlenilerek yapılmış bu dikili taşa 193 ülkeden anı taşı konmuş. Anıt’a Osmanlıların gönderdiği taş bir kitabe de konulmuş ama ben görmedim. Washington’da yaşayan bir arkadaşım,
-‘’Bu Anıt’ın bulunduğu parka dünyanın tüm ülkelerinden toprak getirilmiş. Toprakların konulduğu bu parkın ortasında yükselen Anıt da ABD’nin dünyaya egemen olma arzusunun bir sembolüdür’’ dedi.
Bu yargının gerçekle ilgisi var mı?   Yoksa ABD’nin Dünya Politikası üzerine bir akıl yürütme mi? 
Bilemiyorum ama bana hiç de tutarsız gelmedi.
Şimdi burada biraz soluklanalım ve bundan sonra gezeceğimiz bölgeye bir  tam gün ayıralım
Capitol
Ulysses Grant Memorial


  ve National Mall denilen bu müzeler bölgesini doya-sindire gezelim.İlk durağımız, buradaki tüm müzelerden sorumlu bir kurum olan Simithsonian Institution’un bulunduğu bina… Bu enstitü, 1846 yılında, bilgiyi artırmak ve geliştirmek amacıyla kurulmuş… Bütçesi ABD hükümetince karşılanan Enstitü’ye yüzden fazla müze ve araştırma merkezi bağlı.  Az sonra ziyaret edeceğim müzeler bu Enstitünün yönetiminde ve girişleri ücretsiz.  Enstitü’ye bağlı müzeleri geçen yıl yaklaşık 35 milyon kişi gezmiş. Bunun bir dünya rekoru olduğu söyleniyor.
Union Station Önü

Hirshhorn Museum and Modern Art Müzesi ile Havacılık ve Uzay Müzesi(Air and Space Museum) yine aynı yol üstünde. HMAA Müzesi adından da anlaşıldığı gibi modern sanat eserlerinin sergilendiği bir müze. AAS Müzesi ise çok ilginç. Bu Müzede çokça vakit geçirmenizi öneririm. Hem çocuklar hem de yetişkinler için eğitici ve eğlendirici bir yer. Wright Kardeşlerden bu güne, havacılıkla ilgili bilgiler, görsellerle desteklenmiş. Savaşta, ticarette kullanılmış gerçek uçaklar, roketler, uzay kapsülleri… Kısaca uzaya dair ne varsa burada bulabilirsiniz. Beni burada en çok heyecanlandıran şey ise aya ilk ayak basan astronotların kullandığı Apollo 12’nin kapsülü idi. Heyecanımın nedeni; liseyi bitirirken girdiğim edebiyat dersi sınavında, kompozisyon konum, insanın aya ilk ayak basışıydı. Sınavdan 9 almıştım. Hey gidi günler; 44 yıl geçmiş aradan…

National Cathedral

Bu arada küçük bir açıklama: Enstitü’nün yönettiği tüm müzelerde, müzenin teması ile ilgili objelerin satışını yapan (posta kartları, oyuncak uçaklar, uzay araçları, kitaplar vb. ) dükkanlar var.
Uzay ve Havacılık müzesinin birkaç adım ötesinde ilginç bir müze daha var. Adı National Museum and American Indian. Önünde bir Kızılderili Savaşçısı bulunan Müzenin ilginç bir de mimarisi var. Binanın mimarisi, içinde ilginç  şeylerle   karşılaşacağımızın habercisi gibi. Bu müzede, salt Kuzey Amerika’daki değil, Orta ve Güney Amerika’daki Kızılderililer’in geçmişi sergileniyor. Kızılderililerin günlük yaşamlarında kullandıkları kap-kacak, alet- edevat, savaş gereçleri, giysiler vb…


Amerikalılar tuhaf insanlar;  önce öldürüp, daha sonra öldürdüklerinin adına müze kuruyorlar. Bunun nedeni, geçmişle hesaplaşma mı? Yoksa bir tür günah çıkarma mı? Doğrusu çözemedim.

Capitol
Bu müzelerin hemen karşısında, yani National Mall’un öteki tarafında Amerikan Tarihi Müzesi(Museum of American History), Doğal Tarih Müzesi (Museum of Natural History), Ulusal Sanat Galerisi ve Heykel Bahçesi( National Gallery of Art Sculpture Garden) ve Ulusal Sanat Galerisi( National Gallery of Art) müzeleri sıralanmış.  Bu müzelerden en ilginç olanı Ulusal Sanat Galerisi. Burada, Rönesans dönemine ilişkin resim ve heykellere önemli yer ayrılmış. Beni en çok etkileyen ise; Van Gogh, Manet, Renoir, Pissaro, Cezanne, Sisley ve Monet gibi 19. yy izlenimci (empresyonist) ressamların seçkin eserlerinden oluşan zengin koleksiyondu. Ulusal Sanat Galerisi kesinlikle gezilmeli.
Lincoln Memorial

National Mall’a adını veren parkın doğu cephesinde ünlü Capitol yer alıyor. Zaten burada bir müzeden çıkıp ötekine girerken, her seferinde ABD’nin ihtişamını ve büyüklüğünü ‘’kör parmağım gözüne’’ misali sergileyen ünlü Capitol’ü görüyorsunuz. Bu binayı, bir an önce ve daha da yakından görmek için adımlarınızı ister istemez sıklaştırıyorsunuz. Ama Capitol’e yönelmeden onun hemen önündeki havuzu ve havuzun yanındaki Ulysses Grand Memorial’ı,  bu anıtın sağında ve solunda yer alan Garfield Memorial ve Peace Monument’i fotoğraflamayı öneririm.
Jakin’s Hill’e oturtulmuş bu neo klasik tarzındaki yapı, bu günkü görünüşüne 1790 yılından başlayarak yapılan eklentilerle yaklaşık 200 yılda ulaşmış. Sade bir güzelliği olan Capitol’de bu gün bile yenileme çalışmaları devam ediyor.  
Lincoln Heykeli

Binanın belirli bölümlerini rehberler eşliğinde dolaşabiliyorsunuz. Ben, günün akşama yaklaştığı bir vakitte oraya ulaştığımdan dolayı Capitol’ün içine giremedim.   Olsun! Ben de oturur, binayı dışından sindire sindire  seyrederim. İçi mi? Bir başka sefere…
Washington’da gezecek ve görecek çok yer var; kent açık hava müzesi gibi.
Union Station, ilginç bir yapı. Bu merkezi istasyon Capitol’a yakın; oraya ulaşmak yürüyerek 15 dakika sürüyor.  Mimarı Daniel H. Burnham olan istasyon 1907 yılında açılmış. Yılda yaklaşık 30 milyon kişiyi ‘’yolcu eden ve karşılayan’’ bu istasyondan II. Dünya Savaşı sırasında bir günde ortalama 200 bin kişi gelip geçiyormuş. Savaş zamanı ve İstasyonun tüm ABD Eyaletleri ile bağlantılı olduğu düşünüldüğünde 200 bin sayısı abartılı gelmedi bana.  Union Station’un dışı kadar içi de ilginç. İçerde onlarca peronun yanında, büyük bir alışveriş merkezini aratmayacak sayıda dünya markalarının satıldığı mağazalar ve tren saatini beklerken hoşça vakit geçireceğiniz kafeler ve restoranlar var. Demedi demeyin; fiyatları pahalı…

National Mall ve National Gallery 

Washington’da ABD eski başkanları adına yapılmış bir çok anıt var. Bunlardan en ünlüsü ABD’nin sevilen başkanlarından biri olan Abraham Lincoln anısına yapılmış olanı.  Anıt’ın mimarı Henry Bacon. Kadim Yunan tapınaklarından esinlenilen Anıt’ın yapımında beyaz mermer kullanılmış. Dış duvarları ‘’ Dor Tipi’’ sütunlarla çevrili ve Antik Yunan Tapınağı biçiminde inşa edilmiş. Anıt’a merdivenlerle çıkıyorsunuz. Anıtın içine girer girmez karşınıza, heykeltıraş Daniel Chester’in bir koltukta oturmuş olarak betimlediği dev bir Lincoln Heykeli çıkıyor.  Heykel ve kaidesi yine beyaz mermerden. Lincoln’un bakışları anıtın bulunduğu bahçenin uzak batısında bulunan Washington anıtına dikilmiş gibi. Merdivenlerde durup yönünüzü Washington Anıtına çevirdiğinizde onlarca metre uzunluğunda bir havuz göreceksiniz. Sinema meraklıları,  bu Anıt’ı ve Anıt’ın bulunduğu parkı onlarca Hollywood filminde görmüşlerdir. Bir anımsatma yapayım. Forest Gump filminde Tom Hanks  Lincolin Anıtı önünde kurulan bir kürsüden konuşma yapmıştı. Sevgilisinin içine girdiği havuz da Anıtın önünde, neredeyse Washington Anıtı’na kadar uzanan havuzdu. Neyse geçelim…
Vietnam Veterans Memorial

 Lincoln Anıtı’nın bulunduğu park, ABD tarihinde dönüm noktaları olan olayların anısına yapılmış  bir çok anıta da ev sahipliği yapıyor. Bunları en ünlüsü,  hiç kuşkusuz bizi de yakından ilgilendiren Korean War Veterans Memorial . Bu anıtı çevreleyen duvarlarda Kore savaşında BM Askeri gücünü oluşturan Türkiye’nin de adını görünce orada görev yapmış, şimdi hayatta olmayan biri makineli tüfek nişancısı , diğeri barış gücü askeri iki yakın akrabamı anımsadım. Makineli tüfek nişancısı olanı, kahramanlıklarından dolayı ABD Hükümetince yakasına takılan madalyayı, 1974 yılında Amerikan’ın Ülkemize uyguladığı ambargoyu protesto etmek için ABD Hükümeti’ne geri göndermişti. Her ikisi de ışıklar içinde yatsınlar.  
Parkın bir başka köşesinde ise Vietnam Veterans Memorial ve National World  War II Memorial var. Bu anıtların ilki Vietnam Savaşında, ikincisi ise II. Dünya savaşında çarpışanların anısına yapılmış. Ziyaret etmenizi öneririm.
T.Jefferson Memorial

Parkı ardınıza alıp güney doğuya doğru yürürseniz Tidal Basin Gölün’ün hemen kıyısında bulunan Martin Luther King Memorial’e ulaşırsınız.
M.L. King ile ilgili küçük bir anımsatma yapsam iyi olur diye düşünüyorum. Kendisi insan hakları savunucusu Baptist bir papazdı. 1967 yılı 4 Nisanında bir suikasta kurban gidinceye kadar özellikle Afrika Kökenli Amerikalıların eşit yurttaşlık hakları için savaşım verdi.
Yine Tidal Basin’i solunuza alıp Tomas Jefferson Memorial’a doğru yürürseniz Franklin Delono Roosevelt Memorial’ı da görürsünüz.
Thomas Jefferson Memorial  Tidal Basin’in güney doğusunda yuvarlak ve kubbeli anıt kadim Roma Mimarlığından esinlenmiş gibidir.  Roma’da Panteon’u görmüş olanlar, Anıtın Panteon’dan esintiler taşıdığını fark edeceklerdir. İçinde Jefferson’un ayakta iken betimlenmiş bir heykeli var. Heykelin başı neredeyse tavana kadar…
Washington’ gidip de Pentagonu görmemek olmaz. Önünden otomobille geçtik. Pentagon’un ne olduğunu bildiğinizi varsayıyor ve bundan bahsetmiyorum; açıkçası işlevini bildiğim için bahsetmek de içimden gelmiyor doğrusu.

Martin Luther King Jr. Memorial





National Cathedral…

Aziz Peter ve Aziz Pavlus Katedrali diye de bilinen bu kilisenin temeli 1907 yılında atılmış. Sordum: ABD’nin 2. Dünyanın ise 6. Büyük kilisesi dediler.  Kilise Avrupa’daki gotik kiliselere benziyor. Ben Köln’deki Dom Katedraline benzettim. Orada olup da bunda olmayan ise;  dış duvarlardaki heykeller.
National Cathedral-Ayrıntı

Nelere Dikkat Etmeli.

.Amerika’da Araba kiralamak sorun değil. Orta boy bir SUV’u günlük 40 USD’’na kiralayabilirsiniz. Ama iş bununla bitmiyor. Sigortası, navigasyonu filan derken fiyat 75 USD’a çıkıyor. Bu arada kent içinde park etmek bir sorun ve pahalı. Size bir küçük uyarı daha:  Kaldığınız otel bile sizden günlük 20-25 USD park ücreti alıyor. Bence araba kiralamak yerine metroyu kullanın. Size ziyaret etmenizi önerdiğim her yere metro ile kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
.Araba kiraladıysanız hız sınırına ve Türkiye’de uyma gereği duymadığımız trafik kurallarına uyun. Uymamanın bedeli size tatilinizi zehir edecek kadar ağır.
.Alış veriş için Washington içindeki mağazalardan uzak durun. Washington’a yaklaşık 200 mil uzaklıkta vergisiz satış yapan onlarca ‘’outlet’in bulunduğu alışveriş merkezleri var. Tanger Factory Outlet Center (36470 Seaside Outlet Rehaboth Beach DL. Delaware ) bunlardan en ünlü olanı.  Burada tüm dünya markalarının, en azından benim bildiğim markaların outlet mağazaları var.  Elektronikten giyime, mutfak gereçlerinden mobilyaya… Ne ararsanız…  Fiyatlar mı? Oradaki fiyatları gördükten sonra, ‘’ Türkiye’de birilerinin bizi çaktırmadan kazıkladığını’’ üzülerek fark ettim. Hani buraya sadece alışveriş etmek için gelip bir şeyler satın aldıktan sonra dönün, seyahat masrafınız çıkar. Hiç abartmıyorum… Biz 2 orta boy valizle döndük. Valizleri taşıyan bantta valizlerimizi beklerken yanımda duran bir çiftin banttan, tam sayamadım ama en az 10-12 valizi aldığını gördüm.
.Oteller, Türkiye ile kıyaslanmayacak kadar ucuz. Yakalarsanız, kent merkezine yakın 4 ya da 5 yıldızlı oteller 40-60 USD arası. Kimi otellerde kahvaltı, oda fiyatına dahil değil. Otel bulma konusunda size yardımcı olacak bir sitenin adresini vereyim, www.priceline.com. Bu site,  ağırlıklı olarak ABD’ndeki oteller ile çalışıyor.
.Beslenmede sıkıntı çekmezsiniz. Her keseye ve her damak tadına uygun lokantalar var. Benim gibi müze ve anıt gezme meraklısı iseniz; öğle yemeklerinizi bir restorana oturmadan, hotdog ya da çeyrek bir pizza dilimi ile geçiştirebilirsiniz.  Akşam yemekleri ise size kalmış…

Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği



Garfield Memorial


Posta adresi:


2525 Massachusetts Avenue, N.W. Washington, D.C. 20008

Telefon:

+1 202 612 67 00
+1 202 612 67 01
 

Capitol  ve Ulysses Grand Memorial

Faks:

+1 202 612 67 44

E-posta:

embassy.washingtondc@mfa.gov.tr

THY’nin İstanbul'dan Washington'a haftanın her günü karşılıklı seferleri var.

National Mall