26 Temmuz 2016 Salı

Mantı Bir Japon Yemeği Midir




MANTI BİR JAPON YEMEĞİ MİDİR?

Yılını tam anımsayamayacağım ama 10 yıl kadar oluyor sanıyorum. Bir müşteri ziyareti için Kayseri’ye gitmiştim. Vakit öğleye yaklaşınca müşterim,
-‘’ Yaşar abi, yimeğe gidelim mi?’’ dedi Kayseri ağzıyla…
‘’Olur, gidelim’’.
-‘’Ne yimek istersin?’’
-’’Geleneksel Kayseri Mutfağı olursa sevinirim’’, diye yanıtladım.
Kent merkezinde bir restorana gittik. Masalarımıza oturur oturmaz,  garson elinde yemek listesi ile geldi. Ben listeye bakmadan garsona,
-‘’Kayseri’nin yerel yemeklerinden yemek istiyorum, listeye gerek yok. Yemekleri sen ayarla ‘’. Garson listeleyi alıp uzaklaşırken, tam çaprazımdaki masaya gözüm takıldı. Üniversite çağlarında ikisi kız, ikisi erkek, ellerindeki listeye bakıp gülüşüyorlardı. Neye gülüyor olabilirlerdi?
Listede komik bir şey mi vardı? 
Doğrusu meraklandım. Az önce bize yemek listesi getiren garsonu çağırıp,  özür dileyerek yemek listesini yeniden getirmesini söyledim, getirdi.
Listeyi açtım. Yukarıdan aşağı tarıyorum. Kayseri mantısı; komik değil, etli yaprak sarma; o da komik sayılmaz, kağıtta pastırma; bu hiç değil değil... Peki bu çocuklar neye gülmüş olmalılar? Listeyi okumaya devam ediyorum. Sucuklu yumurta, kıymalı su böreği vee ! Toyota Tabağı… Toyota Tabağı mı? Parmağımı Toyota Tabağı yazan satıra koydum.   Kayseri'nin yerel yemeklerini sunan bir restoranın yemek listesinde demek Japon Mutfağından örnekler de varmış. Garibime gitti doğrusu? Çocuklar bunu komik bulmuş olabilirlerdi. Bakalım tabağın içinde ne var? Toyota Tabağı yazısının altındaki içerik yazısı küçük. Yakın gözlüğümü taktım. Tabağın içindekileri okuyunca; şaşkınlık bir yana gözlerime inanamadım. Olay komikten de öte... Toyota adıyla sunulan tabağın içinde Kayseri'ye özgü yiyecekler vardı.
Bize hizmet eden garsona seslendim, geldi. Olabildiğince nezaketle,
-‘’Buyurun efendim! dedi, bir arzunuz mu var? '' 
Listedeki Toyota Tabağı yazısını işaretle,
-‘’Bu ne arkadaşım, tam anlayamadım doğrusu.  Kayseri gibi bir yerde, Kayseri’nin yerel tatlarını, bir otomobil markası ile sunmak neyin nesi oluyor?''
-‘’Efendim ben bilemeyeceğim. Bizim patronlar Toyota bayisi de, galiba onun için bu adı koymuşlar.''
-‘’ Restoranın müdürü ile görüşebilir miyim?''
-''Tabii ki.''
 Sağ olsun müdür, hemen geldi. Aynı soruyu ona sordum. Aynı yanıtı alınca;
-‘’Size telefonumu bırakıyorum. Bu tabağın isim babalığını kim yaptıysa; onunla görüşmek isterim.''
Restoranla ilgilenen kişi, müdürün deyişine göre patronun eşiymiş.
Doğrusu iştahım kaçtı. Hesabı ödeyip çıktık.
Aradan yaklaşık bir saat geçtikten sonra telefonum çaldı. Ben de kayıtlı olmayan bir numaradan aranıyorum. Telefonu açtım.
-‘’Yaşar Atilla buyurun’’. Bir kadın sesi. Kendini tanıttı. Az önce yemek yediğimiz restoranın sahibinin eşiymiş.Telefonumu restoranın müdüründen almış,
-‘’Galiba bir sorununuz varmış bey'fendi’dedi.
‘’Hanım efendi benim bir sorunum yok şükür. Ama sorun, siz de  galiba .’’
-‘’…’’
Telefonda bir an sessizlik olunca devam ettim.
-‘’Kayseri gibi muhafazakar olarak bilinen bir kentte, Kayseri’nin yerel yerel yemeklerini, yabancı bir otomobil markasının adını vererek sunmanız beni şaşırttı doğrusu.
-‘’Ama biz Toyota’nın Kayseri bayisiyiz, dedi nazik bir şekilde. Bu yüzden Toyota Tabağı adı verdik. taktı.
-‘’Hanımefendi! Bosh Filtreleri bayisi olsaydınız tabağın adı Bosh Filitreleri Tabağı mı olacaktı? Kayseri gibi geleneklerine ve değerlerine bağlı olduğunu sandığım bir kentte, üstelik Kayseri'nin yerel mutfağının örneklerini yabancı bir otomobil markası ile sunmanız bana göre çok yanlış. Bu arada ben Kayserili de değilim.
-''Bakın bey'fendi ! siz öyle söylüyorsunuz ama Bay Toyoda(*) bu tabağa Toyota tabağı adını verdiğim için bana rozet bile taktı.
-‘’Ben varsıl biri değilim ama Bay Toyoda, sizin bu jestinize(!) karşılık Japonların ulusal yemeği suşiye ‘Kayseri Tabağı’ adı versin, ben tüm varlığımı satar adamın heykelini yaptırırım, inanın’’
-‘’….’’
-‘’Bakınız bizler, yıllardır ‘Yunanlılar rakımıza  sahip çıkıyor, Kıbrıslı Rumlar baklavamızı kendi, adlarına tescil ettirdiler’ diye oturduğumuz yerden ağlayıp, sızlanıyoruz. Bütün bunlar biliniyor ve yaşanıyorken siz ise; bize ait değerleri bir tabak içinde Japonlara sunuyorsunuz.
Telefon konuşmamız bu minval üzerine bir süre daha devam etti. Bir birimizi ikna edemeden, karşılıklı olarak ‘’iyi günler dileyip’’ görüşmeyi sonlandırdık.
…….
Aradan 4-5 yıl geçtikten sonra yine bir Kayseri ziyaretimde, bu kez başka bir müşterim beni hava alanında karşıladıktan sonra,
‘’Yaşar bey. Kahvaltı yapalım. Yolumuzun üzerinde güzel bir kahvaltı salonu var. Orada kahvaltı yapar daha sonra atölyeye gideriz dedi.
-‘’Tamam iyi olur.’’
Araba da 5 kişiyiz. Arabayı kullanan arkadaş yıllar önce geldiğim restoranın önünde durdu.
Eyvah gene Toyota Tabağı !...
İçeri girdik. Sevimli bir garson, elinde yemek listesi ile geldi. Geçen seferkinin aksine listeye önce ben uzandım. Merakla listeyi yukarıdan aşağı, aşağıdan yukarı inceledim; yok, Toyota Tabağı yok. Garsonu çağırıp
-‘’Neden bu listede Toyota Tabağı yok ?’’
-‘’Beyefendi, dedi garson gülümseyerek.’ Bizimkiler Toyota bayiliğini bırakınca, Toyota Tabağını da listeden çıkardılar’’.
3-4 yıl öncesi restoranın yöneticisi ile yaptığım telefon konuşması ve takılan rozet geldi aklıma, hafifçe gülümsedim. Listeye bakıp gülümsediğimi gören arkadaşlardan biri,
-‘’Hayırdır abi neye gülüyorsun ?’’ deyince öyküyü kısaca anlattım. Öykü bitince merakla sipariş bekleyen garsona
-‘’Madem burada artık Toyota Tabağı servis edilmiyor, o halde bize de Toyota Tabağı olan başka bir restorana gitmek düşüyor’’, deyip oradan ayrıldık.
Yaklaşık 10 yıllık bu öyküyü neden anlattım. Niyetim bir restoranı kötülemek değil elbette-üstelik yemekleri de leziz-. Amacım bizim olan, bizi biz yapan  değerleri koruma konusunda dikkatlerinizi çekmektir. Bunun tutuculukla, çağa ayak uyduramamakla ilgisi yok. Son yıllarda bir çok turistik yerde beyaz peynirin törkiş mozerella, lahmacunun törkiş pizza adıyla servis edildiğine tanık oldum. Geçenlerde gittiğim  Memleketim Adana'da bile kıyma kebabının ( Adana Kebabı) makarna ve mantar ile servis edildiğini görünce;
- ''Pes artık! dedim. Benim gibi gerçek bir Adanalı için bu bi'tür''kıyamet alameti sayılır''.

Ezcümle dostlar, böyle gidersek; rakıdan, baklavadan sonra bizim diye gururlandığımız dönerimiz de, bir gün karşımıza'' Alman Spesiyalitesi (**)'' olarak çıkarsa, şaşırmayalım lütfen...
...

(*) Aradan yıllar geçti. Çok emin olmamakla birlikte rozeti takan kişinin adının Toyoda olduğu aklımda kalmış.
(**) 3-4 yıl önce Almanya'yı ziyaret eden turistlerle yapılan bir araştırmada sorulardan biri döner ile ilgiliymiş. Döner nedir? sorusuna Turistler, '' Döner bir  Alman Spesiyalidir'' diye yanıt vermişler.





20 Temmuz 2016 Çarşamba

15 Temmuz- Bir Darbe Mağdurunun 36 Saati




15 TEMMUZ
BİR DARBE MAĞDURUNUN 36 SAATİ

Adana, Mersin ve Tarsus’da yaptığım iş görüşmeleri başarılı geçmiş; üniversiteden mezun ettikten sonra yaklaşık 30 yıldır görmediğim 3 öğrencimle ayrı ayrı görüşüp, o güzel günleri yeniden anmış, kıyma kebabı ve Adana usulü içli köftemi yedikten sonra mutlu bir şekilde, dönüş yolculuğu için Adana Şakir Paşa Hava Alanına gelmiştim.

Polis kontrolünden geçtikten sonra uçakların uçuş saatlerini bildiren ekrana gözüm takıldı. 21.35’de kalkacak olan uçağımın kalkış saati 22.30’a alınmış. Bu durum, benim gibi sıkça uçanlar için bir sürpriz sayılmazdı. Seyahatlerde her zaman yanıma kitap alırım. En iyisi bir köşeye çekilip kitabımı okumak...

Saat 22.00 sularında uçağa alındık. Kabin amiri klasik konuşmasını yaptıktan sonra kapılar kapandı. Artık kalkışa hazırız diye düşünürken, kadın pilotumuz,
- ''Sabiha Gökçen Hava Limanındaki yoğun trafik nedeniyle en az 35 dakika kadar geç kalkacağız. Sabrınız ve anlayışınız için teşekkür ederiz'' deyince, bozulmadım desem yalan olur. İçeri havasız, soğutma sistemi çalışmıyor; bunaldım doğrusu. Güzel ve verimli geçen iki günün finalinin böyle olmaması gerekirdi, ne yapalım çekeceğiz.
Bir süre sonra, yüzünü görmediğim halde içimizi ısıtan yumuşak ve güven verici sesi nedeniyle çok güzel bir kadın olduğunu düşündüğüm pilotumuz, kalkış müjdemizi verdi.
Sonunda hareket ediyoruz.
Uçak apronda hareket etmeye başlayalı birkaç dakika olmuştu ki; ön sıralardan bir kadın tiz bir sesle
     ''Darbe olmuş, ben uçaktan inmek istiyorum !'' diye bağırdı.
Darbe mi ?
Ne darbesi ?
Kim Yapmış? 
Hangi çağdayız?
Kadının nasıl haberi olmuş? 
Daha bu soruların yanıtı alamadan, uçak durdu. 
Kabin amiri,
     '' Yolcularımızdan biri ülkede darbe olduğunu telefon mesajı ile öğrenmiş. Bu nedenle inmek istiyor. Havacılık kuralları gereği geri dönüp onu indirmek zorundayız'' duyurusunu yaptı.
Duyurunun ardından uçak yeniden park alanına dönerken herkes telefonuna sarıldı; kimi yakınları ile konuşuyor, kimi internetten canlı yayın arıyordu.
Park yerine geri döndük.
Kapılar açıldı, darbe haberini veren kadın indi.
Kapılar tekrar kapandı. Kabin amirinden bir duyuru daha:
     ''Havacılık kuralları gereği, lütfen baş üstü dolaplarınızdaki çanta ve şahsi eşyalarınızı indirip, görevli arkadaşlarımıza gösterin. Bu işlem tamamlandıktan sonra kalkacağız. Anlayışınız ve sabrınız nedeniyle teşekkür ederiz''.
Bir hay- huy içinde valizlerin kontrolü başladı. Yanımdaki yolcu TRT yayınını bulmuş.
 -   ''Ağabey, dedi darbeciler spikere bildiri okutuyorlar.''
     ''Sadece TRT'yi mi ele geçirmişler, Başka kanallar da bir şeyler var mı ? '' 

Bu arada kontrol işlemi bitip, uçak yeniden piste doğru yönelirken 5-6 kişi birden ayağa kalkıp bağırmaya başladı.
     ''Biz de inmek istiyoruz''
Haydaa! Az önce aklınız neredeydi yahuuu!
Uçak yeniden durdu.
İnmek isteyenler indi.
Kapılar yeniden kapatılıp, havacılık kuralları (!) gereği valizler kontrol edildi.
Kaptanımız, Atatürk Hava Limanının hava trafiğine kapandığını ama Sabiha Gökçen'in trafiğe açık olduğunu bildirdi.
Sevindim.
Eh artık hareket ediyoruz demeye kalmadan 15-20 yolcu daha ayağa kalkıp biz de ineceğiz demezler mi?
     ''Le havle vela kuvvete.  Neden inmediniz daha önce? ''
Yolcular uçağı terk ederken yanımdaki genç, 
     '' Ağabey şimdi CNN'i buldum. Başbakan ve bakanlar sırayla konuşuyor, duruma hakimlermiş''
Bu nasıl iş anlamadım. Darbeye niyet edenler, darbe haberini ülkemin en az izlenen TV kanalı TRT'den mi duyuruyorlar sadece?  İlginç doğrusu.
  
Yolcular indi. Sivil havacılık kuralları (!) yeniden uygulandı. Bu arada her olasılığa karşı yeniden yakıt ikmali yapıldı. Öyle ya biz havadayken alan kapatılırsa, ülke dışında bir yere inme olasılığımız vardı. Yakıt ikmali tamamlandı, tam uçak yeniden piste yöneldi ki;
birden güzel kaptanın sesini yeniden duyduk.
    ''Kaptanınız konuşuyor, bana ulaşan bilgilere göre; Atatürk Hava Limanından sonra Sabiha Gökçen Hava Limanı da iniş ve kalkışlara kapatılmış. Bu nedenle aprona geri dönüyoruz.''
Yüzünü görmediğim kadın pilot bu duyuruyu yapınca birden bire çirkinleşiverdi benim gözümde.
     ''Hey ulu tanrım! Güzel geçen iki günün acısını bu fakirden böyle mi çıkarıyorsun?''
Uçağa binerken pili zayıflayan telefonumu kapatmıştım. Uçakta bunlar olurken de açmamıştım. Ama şimdi bir ''atımlık barutu'' kullanmak için telefonu açıp, arkadaşımı aradım.
    '' Dursun, gel beni al, uçak kalkmıyor.''
Ondan olumlu yanıtı alınca kapıların açılmasını beklemeye başladım.
Yolcuların yarısı ayakta. Aradan bir kaç dakika geçti geçmedi.
Gene bir anons, gene kaptanın kaptanın sesi.
    ''Han'fendiler, bey'fendiler ve sevgili çocuklar- sevgili çocuklar sözünü THY Pegasus'dan arakladı bilesiniz- Atatürk Hava Limanı ve Sabiha Gökçen Hava Limanı, hava trafiğine yeniden açılmıştır. Gecikme nedeniyle sabrınız ve anlayışınız için bir kez daha teşekkür ederim.''
Bu duyuruya üzülsem mi , sevinçten göbek mi atsam, karar veremedim. En iyisi tarafsız kalmak(!)
Telefonumu yeniden açıp, beni almak için yola çıkan arkadaşıma, ''beni almaya gelmemesini, yalnız eşimi ve çocuklarımı arayıp durumumun iyi olduğunu söylemesini istedim.'' Malum: telefonun gücü tükenmek üzere. O yüzden ben arayamıyorum.
Ve sonunda havalandık.

Gözlerimi kapatıp, olayları sakin kafayla düşünmeye başladım. Etraftan gelen bilgilere göre darbe girişimi sadece İstanbul ve Ankara'da olmuş. TV kanalları, sosyal medya  ve öteki iletişim araçları açık olduğuna göre bunlar azınlıkta olmalılar. Darbeyi her kim yaparsa yapsın, başarısız olma olasılıklarından mutlu oldum. Şimdiye kadar Post Modern darbe de dahil olmak üzere 6'sı güzel ülkem de, biri de Nahcivan'da olmak üzere 7 darbe görmüş, darbelere ''şerbetli'' biri olarak sakindim.

Bire bir yaşadığım darbelerin ilki 1960, 27 Mayıs İhtilaliydi. Babam, radyodan ihtilal haberini alır almaz bizi uyandırmış, Alpaslan Türkeş’in dinleyende kuyudan geliyormuş duygusu uyandıran boğuk sesiyle okuduğu ''sevgili vatandaşlarım'' diye başlayıp ''sokağa çıkmamamızı rica eden'' sözleriyle biten TSK bildirisini, ardından da çalan Harbiye Marşını dinletmişti. Ülkede Örfi İdare (sıkı yönetim) ilan edilmişti. Sokağa çıkmak yasaktı. Gün ışımış, evimizin bahçesine çıkmıştık. Bir süre sonra bahçe kapımızın önüne sayıları 10-15’i bulan bir kalabalık toplandı. Başlarında adaşım olan dayım vardı. ( İşin ilginç yanı dayım o aralar işsizdi ve babam ona yardımda bulunuyordu). Birden bahçe kapımızın önünde teneke çalmaya başladılar.(1) Babam, müfrit(aşırı) Menderes hayranı ve Demokrat Partiliydi. Bu yüzden mahallemizdeki CHP’liler ihtilal kutlamasını bizim bahçe kapımızın önünde yapıyorlardı.
Sonrasında Talat Aydemir'in iki darbe girişimini-22 Şubat ( 1962) ve 21 Mayıs (1963)- Başbakan İnönü ve Türk Silahlı Kuvvetlerince kansız bir şekilde bastırıldı. O sıralar orta okuldaydım. 12 mart 1971 darbesine üniversitede öğrenciydim; tam bir kabustu. 1980 12 Eylülünde ise kızım Asena 4 aylıktı . Sıkıyönetim olmasına karşın aynı günün öğleden sonrası Asena’yı pusetine koyup Akay yokuşundan aşağıya doğru inmiş, İnönü Meydanında konuşlanmış olan tanka kadar gitmiştim. Görevli asker Asena'yı kucağına almış ve tankın üstüne çıkarmıştı. İlk günler her şey iyi gidiyordu. Günde ortalama 20 kişinin öldüğü günler geride kalmıştı artık. Sonrası ? Sonrası malum...Yıllar sonra '' darbeler döneminin bittiğine tam kendimizi inandırmışken kimilerinin ''Post Modern’' diye adlandırdığı 28 Şubatı yaşadık. Bunca darbe görmüş ve bu konuda bir çok kitap okumuş olan ben, uçaktaki yolculardan edindiğim bilgilere dayanarak bu darbenin başarılı olacağına inanmadım. Başarılı olmaz, olmasına da umarım kan dökülmez. Deneyimlerim gösteriyor ki; sonunda olan olan çimenlere olacak.

***
Önce güzel, sonra da gözümde birden bire çirkinleşen(!) kadın kaptan alana inmek için alçalmaya başladığı sırada uçağın penceresinden aşağı baktım. Altımızda E 5 karayolunda trafik normal günlerdeki gibi akıyordu. Doğrusu anlam veremedim. Hadi İstanbul'dan İzmit yönüne gidenler darbeden kaçıyor diyelim, ya akın akın İstanbul'a doğru hızla gidenlere ne demeli? Dedim ya; 6 darbe girişimi, 1 ihtilal görmüş, deneyimli bir ben-i adem olan ben bile bu darbeye akıl erdiremedim.  

Alanda ilginç bir sessizlik var. Normal günlerdeki telaştan, hareketlilikten eser yok. Yolcuların kimi telefonla görüşüyor, kimisi kaybolan valizinin peşinde, bir kısmı bir köşeye sinmiş bekliyor; olağan görüntü değil bunlar. Çıkış kapısının önü bomboş; ne bir taksi ne de yolcu taşıyan servis otobüsleri... Uzaklardan anlaşılmaz sesler geliyor. Yakınlardaki camilerin birinden sela veriliyor. İlk kez bir darbe sonrası sela verildiğine tanık oldum.
Parka bıraktığım aracım için ödeme yapıp, otoparka yöneldin. Oturmaktan olacak sol dizim de müthiş bir acı var. Arabayı buldum ama anahtarını bulamıyorum. Hey ulu tanrım 4-5 saat içine bu kadar uğursuzluk sığar mı? Galiba; anahtarı evinde kaldığım arkadaşımda unutmuşum. Pilin gücü bitti bitecek...
Saat 02.00.
Daha uyumamıştır.
Aradım. Telefonu 2. zilde açtı. Sağ olsun uyumayıp TV’de gelişmeleri izliyormuş. Durumu anlattım.
    ''Belki anahtar kaldığım odada düşmüştür. ''Bi bakıversen.''
Birkaç dakika sonra döndü:
     ''Aradım, taradım bulamadım ağabey.''
Güzeeelll. Ortada taksi de yok. Dizim sızım sızım... Arabaya da giremiyorum. Umarsız; başkalarının yaptığı gibi bir köşeye ilişip, gün doğuşunu bekledim.

***
Dışarıdaki bağırtılar buraya kadar geliyor. Sürekli sela veriliyor.
Encamımız hayrolsun!
Gün ışıyınca ilk işim, Adana’da beni alana bırakan çalışma arkadaşımı aramak oldu.Belki anahtar arabasına düşmüştür.
5 dakika sonra döndü.  Anahtar bagaja düşmüş. Bu gün otobüse verecek, yarın sabah terminalden alacağım.
Sol dizim yeniden ağrımaya başladı. Arkadaşlara güveç yapmaları için Adana patlıcanı almıştım. Bir yandan onun ağırlığı, öte yandan arkadaşımın eşinin yaptığı Adana usulü içli köfte paketi, benim iç çamaşırlarım… 

Aksayarak alanın dış kapısına yürümeye başladım. Girişleri SAW-KOOP yazılı 3-5 tır kapatmış. Daha ilerde ise, darbeyi lanetleyen kalabalığın arasından seçebildiğim 8-10 tane belediye otobüsü  var. Ne bir araç girebiliyor alana, ne de terk edebiliyor alanı...
Alanın hemen dışında darbeyi lanetleyen kalabalıklar arasında, elleri bayraklı -buraya dikkat isterim: Yeşil değildi bayrakları, öz be öz Türk Bayrağıydı ellerinde salladıkları...-sakallı, ak libaslı, sarıklı insanları fark ettim. Yıllardır bu adamları demokrasiye düşman bilirdim. Ne kadar yanıldığımı şimdi anladım(!) Onların protestolarını görünce utandım bu düşüncemdem; adamlar gizliden gizliye demokrasi aşığıymışlar.
Alanın giriş kapısına güç bela, acılar içinde ulaştım.
Kapıdaki görevliye ,
-''Taksi bulabilir miyim acaba?'' diye sordum.
Görevli, sanki uzaylı bir yaratıkmışım gibi beni aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı süzdü,süzdü...
Yanıt vermesini beklemeden-ki yanıt vermeyeceği suratından belliydi- hava alanının oto yol bağlantısına kadar acı içinde yaklaşık 2 km kadar  yürüdüm. Patlıcanlardan kurtulsam mı acaba? '' Dayanırım'' deyip bu düşüncemden caydım. Ara sıra geçen özel araçlara beni almaları için işaret yaptım ama sanki darbeyi ben yapmışım gibi önümden geçerken daha da hızlandılar. ''Ulan! hani ulus olarak tasada ve kıvançta birdik. Demek ki bu zor günlerde gemisini kurtaran kaptanmış...'' Yaklaşık 15 dakika daha umarsızca otomobillere  el kaldırdım. Arabalar, otoyolun boş olmasından yararlanıp, ''hazır radar da yokmuş'' fırsatçılığı ile hız rekorları kırarak yanımdan geçip gittiler.
O da ne? Ters yönden bir taksi geliyor. Çölde su bulmuş bedevi gibi sevindim. El kaldırdım, zıngadanak durdu önümde.
     ''Hocam Ataşehire gideceğim, götürür müsün?''
     ''Götürürüm ama tek kişi olmaz. Yanına, o yöne giden birini daha bul götüreyim. Malum darbe oldu'' deyip uzaklaştı.
     '' Le havle vela kuvvete, illa billaaah !!!''
Daha yaklaşık 2-3 hafta önce Atatürk Hava Limandaki patlama sırasında bir çok taksicinin, panikle oradan ayrılmak isteyen insanlardan 100-150 dolar istediğini okumuştum. Aynı senaryo burada da karşıma çıktı galiba?
     ''Ulan fırsatçı dümbük, darbeyi fırsat bilip beni kazıklayacaksın ha? Taksici milleti değil misiniz? Hepinizin topunu…'' Elbette bunları içimden söyledim. Böyle bir zamanda otostop yapan kişinin taksiciye söyleyeceği en son sözdür bu. 
Umarsız, yol kenarında benim gibi bekleşen kalabalıklara
     '' Ataşehir’e yolcu var mı?'' diye ünleyip durdum ama kılığımın dolmuşçu kahyası kılığına benzemiyor olmasından sanırım, çağrımı kimse iplemedi.''
Ya sabır çekip darbecileri hayırla(!) bir kere daha ya'dettikten biraz sonra, az önceki taksici önümde durdu. Takside bir de yolcu vardı.
     ''Ağabeyi Ünalan’a götürüyorum. İstersen seni de Ataşehir'e bırakırım. Ataşehir’e normalde 60 TL alıyorum ama  senden 50 alacağım.. Çünkü aynı yöne iki yolcu taşıyorum, fırsatçılık yapamam''.
Haydaa! böyle bir günde helal süt emmiş bir taksici. Şansım dönüyor mu ne?
     ''Tamam ''deyip bindim .
Konuşkan biri, Sarıkamışlıymış.'' Onu fırsatçı olarak görmemem gerektiğini , herkes korkudan dışarı çıkamazken, onun ölümü göze alıp eve 3-5 kuruş daha fazla götürmesini ayıplamamamı söyledi.'' 
Hak verdim doğrusu. Az önce taksicilere yaptığım genellemeden pişmanlık duydum.
Bağlantı yolundan E'5'e doğru gidiyoruz. Yolda otomobiller, tırlar, pikaplar … Çoğu yolun kenarına çekilmeden terkedilmiş. Sanki Walking Dead filminin bir sahnesi… Bu insanlar neden korkmuş olmalı. Anlaşılan durum ciddi.
İlerde yolumuz barikatlarla kesildi. Taksici hemen geri dönüp, ters yönde ilerlemeye başladı. Yollar boş.
Bir süre gittikten sonra başka bir yan yola saptı. Üç beş kilometreden sonra bir barikat daha... Tekrar geriye dönüş, yeniden ters yön. Hadi bu kez kurtulduk derken bir barikat daha...Alandan ayrıldıktan yaklaşık 2 saat sonra barikatları atlata- atlata eve geldim. İnerken taksiciye 65 TL ödedim.
     ''Ağabey 50 TL’te anlaşmıştık alamam dedi.''
     ''Al dedim gönlümden geçti, isteyerek veriyorum. Çok teşekkür ederim.''
O da teşekkür edip Ünalan’a doğru hareket etti.

Alana indikten yaklaşık 10 saat sonra evime ulaşmıştım. Banyo yapıp, güzel bir uyku çektim. Size Garip gelecek ama hiçbir TV kanalını izlemedim. Ne de olsa darbelere karşı şerbetli bir nesilden geliyordum.

***
Ertesi sabah, dertlerin, şansızlıkların bitmesi umuduyla çalışma şöförümü aradım. Birlikte otobüs terminalden anahtarı alıp, Sabiha Gökçen’e yollandık. Daha otoyoldan çıkıp hava alanı sapağına girmiştik ki trafik, kilit... Yarım saatte 100 metre kadar ilerleyebildik. Bekle allah, bekle. Geri dönemiyorsun, ileri gidemiyorsun... Alana 2 km var. Yürüyüp gidebilirim ama sol dizim perişan. Alanın girişine kadar gidip dönen meraklılara  ''durum ne'' diye sordum.
     ''3-4 saate kadar açılmaz, tankları kaldırıyorlar''yanıtını alınca, yayan, yapıldak koyuldum yola. İnsanlar uçaklarını kaçırmamak için ellerinde valizler, kucaklarında çocuklar, kollarına girdikleri yaşlılarla, sanki Balkan Bozgunu sonrası Bulgar zulmünden kaçan muhacirler gibiydiler.  Saat 10’u geçiyor. Sıcak dayanılmaz. Bir de üstüne stres...Sinir sistemim ''çift katlı ekmek kadayıfı''... Allahtan su ve simit satıcıları hemen faaliyete geçmişler. 
Zahmetli bir yürüyüşten sonra ana baba gününü andıran girişe vardım. Oradan doğru park yerine gidip ödemeyi yaptıktan sonra arabamı aldım. Marşa basıp motorun sesini duyunca,
     '' Oh! dedim. Artık kafam rahat. Doğru ana kapıya... ''
Kapıya geldim gelmesine ama, görevli,
     '' Çıkamazsınız buradan.''
     ''Neden?’’
 Sonra ''neden '' sorusunun'' bu olağan dışı günde, resmi elbiseli birine sorulamayacağını geçmiş deneyimlerim dolayı hemen fark edip, sorumun saçmalığını anladım. Ülkede darbe olmuş ben ''neden'' diye soruyorum.
Adamın ters bir yanıt vermesini beklemeden, en kibar halimle ,
     '’Başka bir çıkış var mı acaba?’’
     ''Kargo kapısı açık, oradan çıkabilirsiniz. Şu göbeği tıkayan tırı geçin doğru kargo kapısına gidersiniz.''
Teşekkür edip, yolu tıkayan tırın yanından teğet geçip, kargo yazan trafik levhasını izlemeye başladım. Önümde Ankara plakalı bir araç, ardında ben...
''Sonunda buradan kurtuluyorum galiba'' dememe kalmadı, bir polis  önümdeki aracı durdurdu, zorunlu olarak ben de durdum. Yolun ortasında bir tank, üzerinde sivil giyimli birkaç kişi bir şeyler yapıyorlar. Ya sabır deyip az önceki nezaketimi kaybetmeden polise sordum.
     '' Sorun nedir memur bey?''
-‘’Tankı kaldıracaklar ama çalıştıramıyorlar’’
Haydaa!!' 
''Oğlum madem darbeye niyetlisiniz doğru dürüst bir tankla yola çıkın. Hadi yenisini bulamadınız, bari bakımlı olanını alın’’.
Neyse, 10 dakikalık bekleyişten sonra tank çalıştı. Yalınız motor tekliyor gibi. Önde eskort, arkada tank, tankın arkasında artçı görevli, onun arkasında Ankara plakalı bir araç, ben ve bir de BMW. Kaplumbağa hızıyla ilerliyoruz. Hızımızı kontrol ettim; arabamın göstergesi saatte 6-7 km’yi gösteriyor. Kaplumbağanın hızından birazcık hallice. Bu hızla yaklaşık 200 metre kadar gittik- gitmedik tank zınk diye durdu.
Sonra öndeki eskort durdu.
Artçı durdu.
Ankara plakalı araç durdu.
Ben durdum.
Ve
BMW durdu.
Bu kez öndeki aracın sahibi sordu artçıdaki polise.
-‘’Niye durduk memur bey’’
Tank arızalanmış, yeniden hareket ettirmeye  çalışıyorlarmış. Bir yarım saat kadar onarımı bekledik. Havayı yırtan bir sesle tank yeniden çalıştı: Gür, gür, gür…
Önce eskort hareket etti.
Onu tank izledi.
Ardından Artçı,
onun ardından Ankara plakalı araç,
sonra ben,
en sonra da BMW. Hep birlikte yola koyulduk.
Bu kez hızımız 15 km’ye kadar çıktı. Tuzla Yedek Subay Okulunda  bir tankın 50 km’ye kadar hız yapabildiğini öğrenmiştik. Vazgeçtim 50 kilometreden, bu dar günde 15 km de hiç yoktan iyidir. Ben yedek subay okulundaki günlerimi düşünürken birden bire, tank gene durdu.
Artçı durdu.
Eskort durdu.
Ankara Plakalı araba durdu.
Ben durdum.
BMW?
BMW umudu kesmiş olacak ki; geri dönüp, geldiği yönde uzaklaştı.
İş trajediden, traji komiğe doğru 4 nala yol alıyor. Hadi hayırlısı...
Sonuçta bir kaç kez daha durup kalktıktan sonra tankımızı ( tankımız diyorum,çünkü; yaklaşık bir buçuk saattir beraberiz ve artçılık yapıyoruz(!). Artık bizim sayılır.) tankların park edildiği alana götürdüler.
Kargo kapısına yönelmeden önce, belinde tabancası olan bir sivile-belli ki polis- tedbiren sordum.
-‘’Kargo kapısına gitmek istiyorum’’
-‘’Bu yolu doğru takip edin, kargo kapısına ulaşırsınız.''
-''Teşekkürler memur bey.''
Yol bomboş. Buradan bir an önce kurtulmak istiyorum. Farkında olmadan ıslıkla '' Yola çıkmış arıyorum kaybettiğim aşkımı/ sakın ümit verme seveceksen başkasını.../ ''şarkısını çalıyorum.
Allah allah! ben hayatımda bu şarkıyı ne söyledim, ne de isteyerek dinledim. Neden şimdi pelesenk oldu ıslığıma.
''Darbenin etkisi olabilir mi?''
''Son zamanlarda  kafama darbe de almadım'' diye düşünürken önümdeki Ankara plakalı aracın sert fren sesi ile kendime gelip, ben de aynı sertlikte  durdum. Anaa! Kargo çıkışı beton bariyerlerle kapatılmış. Dikkatli olmasak devrim şehidi olacakmışız. Bariyerin yanında duran görevliye,
''Kardeşim ne zaman kapattınız yolu, buraya açık diyorlardı.'' 
-''Bura hep kapalıydı zaten''
Ölür müsün, öldürür müsün. Darbe önleneli yaklaşık 30 saat olmuş, İstanbul'un 2. büyük Hava limanından aracınla çıkamıyorsun.
Çar naçar geri dönüp, alanın çıkış kapısından şansımı bir kez daha denemeye karar verdim.
Görevliye, bunca olaydan sonra olabilecek kadar sevimli olup,
-''Arkadaşım kargo kapısından alan dışına çıkış var dendi ama orası da kaplı. Nasıl çıkacağım buradan -aslında kargo kapısını tarif eden aynı kişiydi. Ulan beni yanlış yönlendirdin öküz! deyip belaya bulaşmanın sırası değil. Yüzdüm -yüzdüm kuyruğuna geldim-.
Önce saatine,  sonra bana baktı.
-''2-3 dakika sonra çıkabilirsiniz dedi.Gerçekten de 3 dakika sonra alandan ayrıldım.
Bir hevesle arabayı kullanıyorum. ''Oh artık kurtuldum. Bitti bu kabus'' dememe kalmadan,
Via Port kavşağında yoğun bir trafik. 
''Ne ola ki? Belki terkedilmiş bir tankı kaldırıyorlar. Ya da ne bileyim...'
'Üç şeritli yolda , emniyet geçişi de dahil 4 sıra araba ilerlemeye çalışıyoruz. Dur-kalk, dur kalk... 25 dakika sonra ''anlaşıldı Vehbi'nin kerrakesi'' . Bilin bakalım yol neden tek şeride düşmüş. Çoğunuzun benim gibi düşüneceğine kuşkum yok.'' Yola terk edilmiş tankı kaldırıyorlar, onun için trafik tıkalı''.
Yok cancağızım, yok güzel kardeşim. Şeytanın bile aklına gelmeyecek bir sebepten yolu tek şeride indirmişler.  
Kimler mi?
Sıkı durun nedenini açıklıyorum: Karayolları Genel Müdürlüğü çalışanları.
Yola çizgi çekiyorlar efendim. Sanki başka günler çuvala girmiş gibi...
...
Eve gelip son 36 saatte yaşadıklarımı bir kez daha düşündüm.
Bu darbe girişiminin hedefinde kim ya da kimler vardı? Bunu bilemiyorum.
Bu yaşadıklarıma bakılırsa;  hedefte ben vardım gibime geliyor (!)

(17-18 Temmuz 2016. İstanbul)
...
NOT:Tam sırasıdır, ışıklar içinde yatası Levent Kırca'nın ''Darbe Yapan Askerler'' parodisini izlemenin.






Arkadaşım Eşek

ARKADAŞIM EŞEK

Aşağıda annem, ev sahibimiz Sitti Nenem, onun kızı Şengül ablam ve birkaç komşu akşamın serinliğinde yol kenarına oturmuş sohbet ediyorlar. Ben evimizin sofasında, tekerleklerini  tahta döşemeye sürttükçe hareket eden, giderken de siren çalan teneke oyuncağımla oynuyorum. Arada bir annem,
-‘’Yaşarrr kes artık şunu, kafamız şişti, konuştuğumuzu anlamıyoruz’’.
Hemen ardından, gerçek nenem kadar, hatta ondan daha fazla sevdiğim Sitti nenemin sesi geliyor,
‘’Rahat bırak çocuğu Melahat. Oynasın; ne zararı var.’’
Eee nenem ardımda ya; iplemiyorum annemi. Daha bir iştahla sürüyorum sıhhi imdadı.
Ben oyuna dalmışken, evimizin tam karşısındaki boş arsada bir hareketlilik dikkatimi çekiyor. İki adam ve mahallemizden birkaç çocuk elleri ile bir şeye ''gel, gelll'' diye işaret ediyorlar. Çok geçmeden, arsaya bir kamyonun anarya(*) girdiğini gördüm.
Adamlar elleri ile dur işareti yaptı.
Çocuklar Hoopp ! dediler.
Kamyon durdu.
Kamyon sürücüsü aşağı inerken kamyonun kasasında bulunan iki adam, kamyonun arka kapağını açtılar. Adamlardan uzun olanı, kamyonun kasasından aldığı  birkaç tane uzun ve enli tahtayı aşağıdaki kısaya verdi. Sonra ikisi birden tahtaları kamyonun arkasına rampa olacak şekilde yerleştirdiler.
Kamyonun boş arsada ne işi var? Ya çocuklar? Onlar ne arıyor orada?
Merak içindeyim...
Şöför, eli belinde, uzuna bir şeyler söyledi. Adam, bir an kaybolup elinde bir çekiçle geri döndü. Rampa görevi görecek tahtaları, bir iki çıtayla bir birine tutturdu. Kamyonun arsaya girdiğini gören, duyan mahallenin öteki çocukları da arsaya doluştular. Etraf kalabalıklaşınca; olanı biteni daha iyi görmek amacıyla, sofanın parmaklıklardan destek alıp, parmaklarımın ucunda biraz daha yükselmek istedim ama nafile... Allahtan, adamları, hele uzun olanını çocukların arasından kolaylıkla seçebiliyorum. Rampayı bitiren adamlar, şöföre bir şeyler söyleyip, ağaçlık alanda kayboldular, ardından da çocuklar...
Nereye gittiler ki?
Ağaçların bulunduğu yer görüş alanım dışında olduğu için olanı biteni göremiyorum.
Ağaçların arasından önce, elinde yular tutan kısa adam çıktı. 
'' Yuların ucunda ne var ola'' dememe kalmadı, birden yulara bağlı olan şeyi; sabahtan akşama belli aralıklarla anıran, her anırtısına benim de eşlik ettiğim komşunun eşeğini gördüm. Adamlardan kısa olanı yulara asılıyor, eşek inat; ön ayaklarını kasmış, arka ayakları üzerine çökmüş, yürümemek için direniyor. Uzun adam  eşeğin sağrısına dayanmış, rampaya doğru itmeye çalışıyor, çocuklar bağrışıyor…
Adamlarda küfürün bini bir para; sövüp duruyorlar.
O zamana kadar işe karışmayan şöför kamyonun kasasına çıktı, kısadan yuları aldı. Kısaya ''uzuna yardım et'' demiş olmalı ki; o da uzunun yanına gidip, eşeği rampaya doğru itmeye başladı. 
Şöför, yulara asılmış çekiyor,
Adamlar eşeğin sağrısına omuz vermişler,
Çocuklarsa işin eğlencesinde... Bağırış çağırış...
Eşekse; '' bu can bu bedende oldukça beni bu kamyona bindiremezsiniz'' dercesine direnmeye devam ediyor.
Baktılar olmayacak, durdular.
Eşek de durdu.
Çocuklar düş kırıklığı içinde; sesleri kesildi. 
Bense mutluyum. Her anırışına eşlik ettiğim arkadaşımı götüremeyecekler...
Ancak yanıldığımı çabucak anladım. Adamların kısası elinde bir kazma sapı aldı.
Çocuklar eşeğin çevresinden biraz açıldılar.
Adam elindeki sopayla eşeğe acımasızca vurdu, bir daha, bir daha...Kazma sapının acısını içimde hissettim. Gözlerim doldu; yanaklarımdan yaşlar süzülmeye başladı. Eşek can havli ile rampadan kamyonun kasasına adeta atladı. Adamlar, alal acele arka kapağı kapattılar, Şöför kendi yerine, uzunla kısa kamyon kasasına bindiler.
Kamyon çocukların bağrış çağrışları arasında homurtuyla arsayı terk ederken, Başladım salya sümük ağlamaya...
Sesimi aşağıdakiler de duymuş olmalılar ki; Şengül ablam yukarı çıkıp beni kucağına aldı.
-Niye ağlıyorsun Yaşarım’’
Ben elimle boş arsayı gösteriyor, ağlamaya devam ediyorum.
Annem, aşağıdan soruyor
-‘’Ne oldu Şengül niye ağlıyormuş’’
-‘’Valla bilmem Melahat abla sürekli olarak karşıdaki arsayı gösterip gösterip ağlıyor.
Baktı susmuyorum, ablam beni, aşağıda annemlerin oturduğu yere götürdü. Ben hala kucaktayım 
Ağlayıp arsanın duvarını gösteriyorum.
Annem,
''Ne oldu oğlum, niye ağlıyorsun?''
İşaret parmağımla arsa duvarını gösterip gösterip hıçkırıyorum.
Sonunda ablam, bir şey bulmuş gibi bağırdı.
-‘’Vallaha anladım bu çocuk niye ağlıyor. Karşıdaki eşek her gün saat başı anırdığında Yaşar da onunla birlikte anırırdı. Sanırım komşular sahibini şikayet edince; eşeği birileri gelip götürdü. Herhalde Yaşar eşeği götürdüler diye ağlıyor abla.'' 
Annem, nenem, komşular bu açıklamaya güldüler,
-‘Demek arkadaşını götürdüler ha’’
-‘’Çocuk haklı bacım. Anasından ayrılan her sıpa üzülür’’dedi ebem.
-Eşeği bilmem ama Yaşar'ın anırması daha güzeldi’’ dedi komşumuz.''Onu da alıp götürmesinler kız?''
-''Onu kimselere vermem''
‘’Yerim ben onun anırtısını''
-Hahh hahhh haaa.!
-Dalga geçmeyin torunumla’…
….
 Aradan yıllar geçti, o günkü olay hala dün yaşanmış gibi aklımda. Bir gün anneme olayı anlattım. O da anımsadı.
Sordum:
-'Kaç yaşındaydım o zaman anne’'


-''Daha iki olmamıştın.''
........................ 
(*)Anarya: (Adana argosu. Geri geri gitmek. Genelde motorlu taşıtlar için kulllanılır.