Yaşar Atilla Güncesi
12 Şubat 2021 Cuma
Bir Günlük Boykot
Yaşar Nadir Atilla
Bir Günlük Boykot
Haziran 1971
Siyasal Yurdu, polis baskının ardından kapatılmıştı.
Ankara'da yakını olmayan sekiz arkadaş, sınavlar yakın olduğu için memleketlerimize gidememiş, sınavlara hazırlanmak için Etlik'de eşyalı bir ev kiralamıştık. Kira parasını ortaklaşa ödüyorduk. Kimde para varsa ortaya koyuyor; gereksinimlerimizi o paradan karşılıyorduk.
Paraya sıkıştığımız bir gün, evde birlikte kaldığımız arkadaşlarımızdan Bülent, ''parayı dert etmememizi, para bulabileceğini'' söyledi. Doğrusu ben dahil hiç kimse ''parayı nereden bulacağını'' sormadık ona.
Gerçekten de Bülent sözünde durmuş, ertesi günün akşamı bizi bir kaç gün idare edecek parayla gelmişti.
Bülent yurttan da oda arkadaşım olduğu için öteki arkadaşlarla daha yakındık bir birimize. Bir ara yalnız kaldığımızda sordum:
''Parayı nereden buldun Bülent? Yetim aylığın değil herhalde?''
''Millileştirmeden'' dedi.
12 Mart döneminde öğrenciler arasında sıkça kullanılan, döneminin moda deyimlerinden biriydi ''millileştirme.''
''Hayırdır neyi millileştirdin?''
BYYO'nun bodrum katlarından birinde bir kantinimiz vardı. Ders aralarında orada toplanır, çay, kahve içer; sohbet ederdik. Kantinde arada bir müzik dinlediğimiz okula ait bir de pikap vardı. Bülent pikabı oradan alıp, bir rehinciye götürmüş. Bu günkü paranın kaynağı; Bülent'in millileştirdim dediği, rehinciye verip, karşılığında ödünç para aldığı kantindeki pikapmış.
''Oğlum sıkı yönetim var. Başımıza iş açmayalım?''
''Korkma geçici bir süre için emanet aldım. Kantine bakan görevlinin haberi var. Bir kaç güne kadar yetim aylığı alacağım. O zaman pikabı aldığım gibi yerine koyarım. Sen kimseye bir şey söyleme şimdilik.''
***
Haziran sınavlarının başlamasına çok az bir süre kalmıştı. Aslına bakarsanız boykot söylentileri yüzünden sınavların yapılıp yapılmayacağı da belli değildi. Hemen her gün, birlikte kaldığımız arkadaşlarla boykotu tartışıyorduk. Sınavları boykot mu edecektik, yoksa işi oluruna bırakıp sınavlara mı girecektik? Boykot yapalım diyen de vardı, yapmayalım diyen de. Sınavlara 2 gün kala arkadaşlarımızdan biri, BYYO'nun öğrenci lideri Feyyaz ile konuşmuş. Feyyaz arkadaşa
''SBF'deki arkadaşlarla konuşup, boykot kararı aldık. Hazır olun birlikte hareket edeceğiz demiş.''
Sonunda boykot kararı verilmişti demek. Doğrusu çoğumuz boykotu biliyorduk ama nasıl yapıldığını konusunda fikrimiz yoktu. Ben lise ikinci sınıftayken notların yüz üzerinden verilmesi kararına karşı yapılan bir boykota katılmıştım. Boykota ilişkin tüm deneyimim buydu..
Arkadaşlarla boykotu nasıl başlatacağımızı uzun uzun tartıştık. Çünkü sıkıyönetim vardı ve okulun çevresinde sürekli asker ve polis kaynıyordu. Uzun tartışmalardan sonra şu kararları aldık: Öncelikle boykota katılım için kimse zorlanmayacak, ama o kişi boykota katılması için ''usulünce'' ikna edilecekti. Bu sırada gözleri üzerimizde olan askere ve polise ise açık verilmeyecekti. Ancak her şeye karşın boykotu uygulamada başarısız olursak ve öğrenciler boykota katılmayıp sınava girerlerse, biz en son öğrencinin sınava girmesini bekleyecek ve hep birlikte ''başımız dik bir şekilde'' sınav salonlarına girecektik.
Sınav günü geldi çattı. İlk sınavımız İngilizce idi.
Grup olarak erkenden okula gittik. Okulun çevresinde her zamankinden daha fazla asker ve polis vardı. Kimlik kontrolünden sonra okulun önüne geldik. Sınava girecek öğrenciler de birer ikişer gelmeye başladılar. Öncelikte bizim grupta olmayan ama boykot yanlısı olan diğer arkadaşlarla görüşüp; boykot konusunda kararsız olan öğrencileri yakın''markaja almaları ve onları boykota ikna etmelerini istedik.
Görüştüğümüz arkadaşların büyük çoğunluğu boykot yapmaya istekliydiler. Pek istekli olmayanlar ise grup dışında kalıp, dışlanmamak için gönülsüz de olsa boykota katılacaklarını söylediler.
Sınav saati yaklaştıkça bizde de heyecan artıyordu. Okulda görevli askerlerin komutanı olan albayın boykottan haberi vardı sanırım. Çünkü iki de bir öğrencilerin arasına dalıyor,
''Boykota katılacak olanlar okulun önünü terk etsin, burada sadece sınava girecek öğrenciler kalsın'' şeklinde açıklamalar yapıyordu.
Sınav saat dokuzdaydı ve sınavın başlamasına az bir süre kalmıştı. Biz, ayrı ayrı arkadaşların arasına dağılmış, planımızda her hangi bir sapmaya yer vermemek için tetikte duruyor, olacakları görmek için bekliyorduk
Albay, Okul'un giriş kapısına yakın bir yerde durup:
''Sevgili arkadaşlar sınav başlamak üzere. Lütfen sınav salonuna gidin. Aranızdaki bozguncuların sözlerine kulak asmayın.''
Kimsede bir hareket yok.
An olur dakikalar saat olur ya, işte o anlardan biriydi. Biz, zamanın bir an önce geçmesini; kimse sınava girmeyince sınavın iptal edilmesini bekliyorduk.
Saat dokuz oldu.
Albayın uyarılarına karşın, hiç kimse yerinden kımıldamadı. Aradan yaklaşık yarım saat geçti. Görevliler baktılar ki, sınava giren yok, sınavı iptal ettiler ve o günkü İngilizce sınavı yapılamadı.
Boykotumuz ilk gün amacına ulaşmıştı.
Sınavın iptal edildiğini öğrenen öğrenciler bir süre daha bekledikten sonra okulun önünden ayrılmaya başladılar.
Biz ise, son öğrenci ayrılıncaya kadar okulun önünde bekledik.
O akşam, pikaptan gelen parayla kendimize ufak çaplı bir ziyafet çekmiş, gönül huzuru ile odalarımıza çekilmiştik. Aynı odada kaldığım Bülent,
''Ben yarın erkenden rehinciye gidip, pikabı alacağım'' dedi.
''Yetim aylığını aldın mı ki?''
''Almadım. Bu gün siz okuldan ayrıldıktan sonra Genel Sekreter hademelerden biriyle bana haber gönderdi. 'Bülent'e söyleyin pikabı getirsin, yoksa onu sıkı yönetime şikayet edeceğim'' demiş. Ben de yarın erkenden pikabı teslim edeceğim.''
''Ya rehincinin parası?''
''Teyzemden borç aldım bu gün. Aylığı alınca ona ödeyeceğim.''
Ertesi gün birinci sınıflarının gireceği Prof. Dr. İbrahim Yasa'nın sosyoloji sınavı vardı.
Bir gün önceki gibi hep beraber erkenden evden çıktık.
Bülent, ''bir işim var'' deyip okulun önüne gelmeden bizden ayrıldı.
Okula geldiğimizde bir gün öncesine göre kendimize daha fazla güveniyorduk. Bir gün önce iyi iş başarmıştık doğrusu. Boykot planımızı harfiyen uygulamıştık. Bu günkü sosyoloji sınavını da atlattık mı iş tamamdı. Sıkı yönetime karşın boykot yapmış; sınavlara girmemiş olacaktık.
Sosyoloji sınavı da gene saat dokuzdaydı.
Öğrenciler yavaş yavaş gelmeye başladılar. Biz, bir gün önceki gibi öğrencilerin arasına dalıp, boykotun gerekliliği üzerine konuşmaya başladık.
Sınav saati yaklaşıyordu.
Bu kez askerler işi sıkı tutmuş, gruplar halinde toplanmamıza izin vermiyorlardı.
Albay, gene aramızda dolaşıp, ''boykotun çıkar yol olmadığını, hayatımızdan bir yılı boşu boşuna heba etmemizin doğru olmadığını'' söylüyordu.
Sınavın başlamasına yaklaşık 15 dakika kala birden Bülent'i fark ettim. Elinde rehinciden aldığı pikap ile okula doğru yürüyordu. Okulun kapısına ulaştı. Kapıdaki askerle bir şeyler konuşup, içeri girdi.
Pikap olayından haberi olmayan arkadaşlar Bülent'in en yakını olduğum için bana ''neler oluyor'' diye sordular.
Ben işin gerçeğini onlara anlatmaya çalışırken, Bülent'in okula girip, bir daha dışarı çıkamamasını, ''boykot bitti'' diye yorumlayan öğrenciler birer birer, ardından da gruplar halinde okula girmeye başladılar.
Bir kaç dakika sonra, okula girmeyen sadece ben ev arkadaşlarım kalmıştık.
Bir asker yanımıza gelip,
''Sınava girmeyecekseniz, burada bekleyemezsiniz'' dedi.
Boykot başarısız olmuştu ve malesef bizim dışımızda bütün öğrenciler sınava girmişti.
Bu durumda boykotla ilgili aldığımız karar uyarınca; biz de ''gurup halinde ve başımız dik olarak'' sınav salonuna girecektik..
Önce Ziya, ardından ben ve Atila sınava girmek için okula doğru yürümeye başladık.
Okulun giriş kapısına geldiğimde ''ardımızdan kimler geliyor'' diye geriye baktığımda; kimseyi göremedim.
Ev arkadaşlarımız gitmişlerdi.
Benzeri olay SBF'de de olmuş, orada da (sebebini bilmiyorum) boykot kırılmıştı.
Aradan yıllar geçmesine karşın hala boykotun başarılı olmama nedenini çözmüş değilim..
Başarısızlığımızın bir nedeni; arkadaşların pikabı teslim etmeye giden Bülent'in sınava girdiğini sanıp, onun ardından sınava girmeleri miydi? Olabilir.
Yoksa, ilk günkü boykota katılımı yanlış mı değerlendirmiştik. Çünkü İngilizce, çoğu öğrencilerin, özellikle özel okuldan gelenlerin muaf olduğu bir dersti ve bu öğrencilerin sayısı hiç de az değildi. Bu dersten muaf olmayanlar da nasıl olsa daha sonra kolaylıkla geçerim düşüncesindeydiler sanırım.
Aynı gün SBF'de de boykota katılımın çok düşük olması da bir başka nedendi belki.
Dedim ya hala boykottaki başarısızlığımızın nedenini çözebilmiş değilim.
Yaşar N. Atilla
BYYO-1970-74
Hindistan Pakistan Savaşı
Prof. Dr. Suat Bilge ve Hindistan Pakistan Savaşı
Yıl 1971, SBF-BYYO ikinci sınıf öğrencisiyim
Dersimiz Uluslararası Siyaset
Ders Hocası; Prof. Dr. Suat Bilge.
Sizlere Prof. Dr. Suat Bilge'yi uzun uzun anlatmama gerek yok kanısındayım. Ondan ders alanlar, hocanın ders dışında ve derslerde ne kadar ciddi olduğunu gayet iyi bilirler. Konu ve kürsü hakimiyeti müthiştir. Titizdir; sorar, sorgular. Size bir ödev verdiğinde, söz gelimi siz o ödevin bir yerinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne gönderme yapıp ''yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır'' kelamını ettiyseniz ve bunun Beyannamenin kaçıncı maddesi olduğunu yazmadıysanız; kesinlikle notunuzu kırardı. Kendisi ne kadar titiz ise, öğrencilerinin de o kadar titiz olmasını bekleyen bir hocaydı anlayacağınız. Derste soru sorulmasına kolayca izin vermezdi. Zaten Hoca'nın duruşu da soru sorma cesaretinizi kıran en önemli unsurdu. Böyle olunca da benim gibi birinin dersi kaynatma şansı da azalıyordu.
Unutmadan yazayım, Suat Bilge dersimize geldiği zaman aynı zamanda Adalet Bakanıydı.
Hocanın dersini kaynatmayı kafama koymuştum ama nasıl?
Hindistan- Pakistan Savaşı bana bu fırsatı verdi. Derslerde, benim gibi ''her çorbaya nane olan'' arkadaşım Bülent Erandaç ile anlaştık; dersi hiç olmazsa bir süreliğine de olsa kaynatacaktık. Aramızda anlaştık: Ders zili çalmadan kara tahtanın başına geçecek, hoca sınıfa girmeden güya Hindistan- Pakistan savaşını tartışacaktık.
Ben hemen tahtaya Hindistan ve Pakistan haritası çizdim. Tartışmaya renk katsın diye iki ülke sınırlarına da karşılıklı olarak tank, top ve asker resimleri de yaptım. Zil çalar çalmaz da tahtanın önünde, sırtımız derslik kapısına dönük olarak pozisyonumuzu alıp savaşı tartışmaya başladık. Önceden anlaştığımız gibi Bülent, savaşa ''dost ve kardeş Pakistan'' tarafından bakıyor, bense olaya Hindistan açısından yaklaşıyorum.
Zil sesiyle arkadaşlar sıralarına geçtiler. Suat Bilge kapıda görünmüş olacak ki, sınıfta sesler kesildi. Sırtımız kapıya dönük olduğu için dersin başlayıp, Hoca'nın sınıf kapısına kadar gelip, kapıda beklediğini fark etmemiş gibi davranıp, coşkuyla sürdürdük tartışmayı. Ben, Doğu Pakistan'ın ayrı bir devlet olama isteğini destekleyen Hindistan'ın haklılığını savunurken, Bülent ise, Doğu Pakistan'ın Pakistan'ın bir parçası olduğunu, bağımsızlığının kabul edilemeyeceğini savunuyordu.
Tartışmamız sürerken arkadaşlardan bir kaçının bize '' Hoca geldi'' anlamına gelen kaş-göz işareti yapmalarına karşın, onların bu uyarılarını görmezden gelip, yaklaşık 10 dakika kadar savaşı tartıştık. Ben birden kapıya doğru döndüm. Hoca'yı ilk kez fark etmişim gibi,
'' Hocam kusura bakmayın, tartışmaya o kadar dalmışız ki; geldiğinizi fark edemedik'' dedim sahte bir mahcubiyetle...
Bülent de benimkine benzer bir cümle kurup, özür diledi.
Şimdi fırçayı yedik derken, Suat Bilge,
'' Deminden beri sizi izliyorum çocuklar, tebrik ederim, güncel bir konu seçmişsiniz, devam edin, devam edin.''
Hoca kürsüye geçti. Biz de kaldığımız yerden, ağırlık olarak gazetelerde okuduğumuz makaleler ve haberlerden aklımızda kalanları sıralayıp, sürdürdük tartışmayı.
Bu süre içinde Suat Hoca da savaşla ilgili sorular sordu. Gazetelerden edindiğimiz bilgiler elverdiğince yanıtlamaya çalıştık Hoca'nın sorduğu soruları. Sorulara verdiğimiz yanıtları yeterli görmediği yerde, zaman zaman araya girip tartışmamıza katkıda bulundu.
Savaşa ve iki ülke ilişkileri üstüne söyleyeceklerimiz tükendiğin için tartışmayı bitirme kararı aldık. Çünkü ''savaşı (!) sürdürecek kadar mermimiz kalmamıştı. Barış(!) isteyip, tartışmayı kararında bitirmek en akıllıca yoldu.
Hoca'dan yerlerimize geçmek için izin istedik.
Yerlerimize geçerken Hoca'nın bize bir kez daha teşekkür etmesi beni mutlu etmedi desem yalan olur. Ama asıl mutluluğum Prof. Dr. Suat Bilge gibi bir hocanın yarım saat da olsa dersini kaynatmak oldu.
Bülent' le göz göze geldik. Sanırım o da benim gibi düşünüyordu.
---
Yaşar N. Atilla
BYYO 1970-74
IŞIĞI GÖRDÜM
Kardeşim,
‘’Ağabey tekneyi aldın, bir de ağ alsan hiç olmazsa hafta sonları denize ağ atar, balık tutardık’’dedi.Kardeşimin önerisi akla yakındı. Tekne var, tekneyi taşıyacak römork var, deniz var...Yani un var, şeker var yağ var; iş helva yapmaya kalıyor. Anlaşılan helvayı yapmak da bana düşüyor. Bir de ağ satın aldım mı helva tadından yenmez olur. İyi de ağı nereden alacağım?
Benim balık tutma deneyimim olta balıkçılığı ile sınırlı. Olta dediysem, bu günkü oltalar gibi makaralı falan değil; basbayağı kamış; Adana söyleyişiyle ucuna misina bağlanmış kargı. Köydeki arkadaşlarımın çoğunun kargıdan yapılma oltası vardı. Ben de onlara öykünmüş, babama kargıdan bir olta yaptırmıştım.
Arkadaşlarla köyümüzün önünden geçen sulama kanalına gider, oltaları salardık. Arkadaşlarım- hani biraz abartayım- oltayı suya atar atmaz balıklar, önceden mükellef bir sofradan kalkmış olsalar bile gelip takılırdı oltalarına. Ben oltanın iğnesine hamur takıyorum olmuyor, solucan takıyorum 'bana mısın' demiyorlar. Balıklar için hamura ve solucana göre belki baklava börek olur diye kusmayı bile göze alarak hayvan leşlerinden kurtçuklar toplayıp, oltamın iğnesine takıyorum; gene tık yok. Bekle Allah bekle ki, yolunu yitirmiş bir balık gelip de oltamın iğnesine vursun... Ne mümkün?Anlayacağınız açlıktan öleyazan, derisi kılçıklarına yapışmış bile olsa hiç bir balık uğramıyor oltama.
Nenem benim için ‘’bu oğlanın kıçında kurt kaynıyor ellehem.(1) Yerinde durası yok’’ derdi her zaman. Nenem haklıydı. Ben eylemsiz duramam. Hele olta ucundabeklemek yok mu? Beklemeye dayanamıyorum. Balık işi sabır işi; o da bende yok. Allahtan bu işin bana göre olmadığını çabuk anladım da 'benden bu kadar' deyip vazgeçtim oltayla balık avlamaktan. Çevremde torla ya da ağla balık tutanlar da vardı hiç kuşkusuz. Bir de dinamitle balık avlayanlar....Balık tutmak, daha doğru bir ifadeyle balık katliamı yapmak daha kolaydı bu yöntemle. Bir dinamit lokumunu taşa bağlayıp lokumun ucuna taktığın fitili ateşleyip, ırmağın akıntısı olmayan bir yerinde suya atıyor ve patlamasını bekliyorsun.
Güümmm!
Patlama sesinin ardından birkaç metre suyla birlikte onlarca balık havaya sıçrıyor. Ardından suya girip, elma toplar gibi yüze çıkan balıkları topluyorsun. O günlerde çevre mevre kimin umurunda. En çevrecimizin çevreciliği bile; Gençlik maarşının bir dizesindeki ''bu ağaçlar, güzel kuşlar, yürüyelim arkadaşlar, lay lay lay loom'dan'' öteye geçmiyordu. Anlayın artık.
Söz buraya nereden geldi? Şimdi anımsadım; teknem için ağ satın alacaktım.
Bu işten anlayanlara sordum. ''Teknenin boyu kaç metre, hangi derinlikte avlanacaksın, motorun gücü ne?'' türünden uzmanlık sorularını eksiksiz yanıtladıktan sonra danışmanlarm(!), 150 cm eninde, 120 metre boyunda bir ağın benim için yeterli olduğu kararını verdiler.
''Peki ağı nereden alırım?'' türünden sorduğum masumane sorumu, kendilerinden emin bir şekilde ve dudaklarında alaycı bir gülümsemeyi eksik etmeden, hep bir ağızdan 'tabii ki İstanbul'dan' diye yanıtladılar.
Sözü uzatmayayım. Ağı satın alacağımız dükkanın İstanbul'daki adresini bulup, siparişi verdim. Bedelini söylediler, hemen çıkardım istedikleri parayı... Üç beş gün sonra da ağ geldi. Ağın sarıldığı paketi açarken; oğlum ve ben, tutacağımız balıkların düşünü kurarken, eşimin ve kızımın 'her boyayı boyadık, bir tek fıstıki yeşil kalmıştı' sözünün yüzlerine yansıyan ifadesi de güzümden kaçmadı.
Öncelikle gelen ağın, siparişim ile aynı ölçüde olup olmadığını kontrol etmeliydim. Hemen çelik metremi alıp, en kolay ölçülecek yerini; enini ölçtüm. 120 cm geldi. Oysa siparişimiz 150 cm idi . 'Eni buysa, boyunu ölçmeme hiç gerek yok, mutlaka boyu da siparişimden kısadır' dedim. Ağ kısa da olsa önemli değil. Aç gözlülük yapmam; balıkların hepsini ben tutacak değilim ya? Başkalarının da hakkı var denizdeki balıkta. Ancak, 'ağı İstanbul'dan al' diye tutturan danışmanlarımı hayırla(!) yad ederek; 'tuttuğum balıkların bir kılçığını bile size verirsem ne olayım' diye ant içip, yüreğimi soğutmayı da ihmal etmedim. Ağı satın aldığım dükkan sahibi hakkındaki düşüncelerimi ise, buraya yazmayı gerek görmüyorum. Beni tanıyanlar, bu tür durumlarda neler söylediğimi iyi bilirler(!).
***
Ağı denize attık. İlk bir kaç denemede başarılı olamadık. Ağdan hep yengeç çıktı. Yengeç çıkması dert değil; ağı parçalamış namussuzlar. Ağı temizlerken çevremize toplananlardan biri, 'yengeç de yeniyormuş Yaşar bey! Bir filmde görmüştüm. Bayağı pahalıymış'' dedi. Güzel kardeşim ben de biliyorum yengecin yendiğini. 'Ben bu ağı yengeç yakalamak için değil, balık yakalamak için satın aldım' demeyi düşündüm bir an. Ama demedim, ne de olsa yazlık komşum; yüz yüze bakıyoruz... Sadece içimden la havle çekip, ağdaki yengeçleri temizlemeyi sürdürdüm.
Belki size bencillik gibi gelecek ama yapacak bir şey yok. Günlerdir balık niyetine denize ağ atıyorum, yengeç takılıyor. Bu gidişle benim yüzümden denizde yengeç kalmayacak. Onların ki de can. Olaya bir de bu açıdan bakın lütfen.
Kuzenim ile birlikte ağı, motora alal acele yükleyip, 'vira bismillah' deyip denize açıldık. Bu vira bismillah sözünü balıkçılardan çok duymuştum. Söylemekte de bir sakınca görmedim; ağıma takılacak balıkları hesaba katarsam; şimdiden gerçek bir balıkçı sayılırım ne de olsa. Yapraklı koyunda, balıkçı donuna girmiş mübareğin tarif ettiği yere demir attık. Ağımızı denize özenle serip, şamandıralarla ağın yerini belirledikten sonra da görevini eksiksiz yerine getirenlerin iç huzuru ile demir alıp, teknenin burnunu yazlığıma çevirdim. Hava da yavaş yavaş kararıyordu.
Ertesi sabah, kargalar bile kahvaltı etmeden erden kalkıp, kuzenimi uyandırdım.
Teknenin yanına geldiğimizde güneş henüz ufukta görünmüyordu. Ama hava, 'gavuru müslümandan ayıracak kadar aydınlıktı.' Kumsalda ise, 'acaba 3-5 yıl daha yaşar mıyım' umuduyla yürüyen bir kaç yaşlıdan başka ben-i adem yoktu.
Tekneyi örten branda, sabaha karşı yağan çiğden dolayı cım cılık(2). Motoru çalıştırıp, sabahın nemli ve yapışkan sessizliğini yara yara yol alıp, bir gün önce ağı attığımız yere; şamandıranın yanına demirledik.
Ağı şamandıradan ayırıp, 'ya allah, ya fettah !' deyip yavaş tekneye çekmeye başladım.
Ben de heyecan zirve yapmış: kolay değil, buraya ağ atmamızı balıkçı donuna bürünmüş Hızır Aleyhisselam önerdi. Yüreğimin gümbür gümbür etmesi bundan. Tekneye çektiğim ağın ilk metrelerinde ağa takılmış balık yoktu. 'Olağan' dedim kendi kendime; 'daha yüz metreden fazla ağ var suyun içinde, aceleye gerek yok...' Ağı sabırla ve acele etmeden yavaş yavaş çekiyorum ki; takılan balık ağdan kurtulup kaçmasın. Ama ne mümkün? Ağın yarıdan fazlasını tekneye aldım, ama ilaç için ağa takılan tek bir balık yoktu. Öyle inançlı biri değilim ancak ben hala balıkçı donuna girmiş Hızır Aleyisselam'dan umudumu kesmedim; bildiği bir şey var ki beni buraya yönlendirdi.
Tekneye aldığım ağ çoğalıp, suyun içindeki ağ azalınca umudumu yitirmeye başladım. Birden! o ana kadar sudan rahatlıkla çektiğim ağı, çekemez oldum; bir yere takılmış olmalı. Bir iki kez zorladım; Iııhh! bana mısın demedi.
Ortalık aydınlandı, güneş pırıl pırıl. Kuzenime,
''Ağ bir yere takılmış sanırım, ben suya dalıp; ağı takıldığı yerden kurtarmaya çalışacağım. Sen gözünü benden ayırma!'' deyip soyunmaya başladım. Dikkatli bakınca suyun dibindeki kayalık kolaylıkla farkediliyordu. Gözümde deniz gözlüğü, balıklama daldım suya. Ayağımda palet yok, zaten palete de gerek yok... Ağa tutunarak yaklaşık 5-6 metre derinliğe kadar indim. Tahmin ettiğim gibi ağ dipteki kayanın sivri bir yerine takılmıştı. Kayadan kurtarmam gereken ağ yaklaşık 15- 20 metre kadardı. Aslında ağı kesip, 15-20 metrelik bölümü denizde bırakabilirdim. Ama kısalan ağ, ağ olmaktan çıkardı. Ağı kayadan kurtarmaya karar verdim. Ağı kurtarmak için, ayaklarımla kayadan güç aldım ama bana mısın demiyor. Zaten soluğum da tükenmek üzere. Sudan çıkıp yeniden soluklanıp bir kez daha denemeye karar verdim. Bir ucu kayaya takılı, öteki ucu teknede kuzenimin elinde olan ağa tutuna tutuna suyun yüzüne çıkıp, tekneye tutundum. Soluk soluğayım. Kuzenimin,
''Ağabey ağ kayaya mı takılmış?'' sorusunu başımı sallayarak yanıtladım. Bir süre soluklandım. Soluk alıp verişim düzene girince, ciğerlerimi taze hava ile doldurup bir kez daha daldım suya. Ağa tutuna tutuna kayaya kadar kolaylıkla ulaştım. Bir kez daha ağı kayadan kurtarmak için soluğum kesilinceye kadar uğraştım. Bir ara ağın, kayaya takıldığı yerin gerisinde kalan bölümünde ağa takılmış bir balık gördüm. Ağdan kurtulmak için umarsız, çırpınıp duruyordu. Balıkçı donuna girmiş Hızır'ın söz ettiğ balık bu muydu? Ben bir tekne dolusu balık beklerken, ağıma bir tek balık takılmıştı. Kusura kalmasın; aleyhisselamlığından bir fayda görmediğim için o artık benim için sadece Hızırdı.
Soluğum tükenmek üzere. Çekmekle ağı kayadan kurtaramayacağım sanırım. Suyun yüzüne çıkıp, teknedeki bıçağı almalı; ağı takıldığı yerden kesip, kalanına razı olmak en iyisi...
Bir kez daha ağa tutuna tutuna suyun yüzüne çıktım. Soluklandıktan sonra kuzenimden bıçağı istedim. Soru sormasını beklemeden,
''Kayadan kurtaramadım. En iyisi kesmek.''
Bıçağı ağzıma alıp suya yeniden daldım. Ağı özenle kesip, kayadan kurtardım. Kuzenim kestiğim ağı yukarı doğru çekmeye başladı. Ben de ağın kayada kalan kısmına takılmış balığa son bir kez daha bakıp, tepemde bir ışıldak gibi parlayan gün ışığına doğru yüzmek için ayaklarımla kayadan güç alarak yaylandım. Daha bir kulaç atmış atmamıştıp ki, sağ ayak baş parmağımın, kayaya takılı ağa dolandığının ayırdına vardım. Can havliyle ayağımı kendime çekip, ağdan kurtarmaya çalıştım ama boşuna, kurtaramadım baş parmağımı. Parmağımı kurtarmak için ağın takıldığı kayaya yöneldim. Ne kadar zorladıysam baş parmağımı kurtaramadım. Güneş tepemde ışıl ışıl, soluğum tükenmek üzere, ciğerlerimde büyük bir baskı var... Balığı yakalamayan ağ, parmağımı yakalamış, bırakmıyordu.
Umarsızdım.
Cigerlerimdeki baskı artıyordu. Soluğum tükendi, tükenecek...Çabuk karar vermeliydim. Düşüncelerim bulanıklaştı. Ağı mı, başparmağımı mı kesecektim kurtulmak için? Hangisi kolay olacaktı? Saniyeler yıl gibi... Ağzımdaki bıçağı elime aldım. Hala kararsızım; ağ mı, ayak baş parmağım mı? Sağlıklı düşünemiyor, gitgeller yaşıyorum.
Ben ne yapacağımı düşünürken bir kez daha ağa takılı balığı gördüm, ağdan kurtulmak için hala çırpınıyordu. O ağdan kurtulma umudunu yitirmediğine göre ben de umudumu yitirmemeliydim.
Karar verdim. Bir kez daha deneyecek, parmağımı kurtarmak için son bir deneme daha yapacaktım. Kalan tüm gücümü topladım; aman Tanrım! Parmağım ağdan kurtuldu. Hızla suyun yüzeyine çıkmalıydım. Ama tutunup çıkacağım ağı kuzenim çoktan tekneye almıştı.
Başım dönüyordu, kayadan güç alıp, yaylandım. Gün ışığı pırıl pırıldı. Yaşam oradaydı. Saniyeler yıl gibi... Ciğerlerim patladı patlayacak. Tekneye yaklaşınca, tekeneden sarkıp, suda ne yaptığımı merak eden kuzenimin yüzünü hayal meyal gördüm.
Bilincim bulanıklaştı.
Son bir çaba...
Sonunda başımı suyun üstüne çıkardım. Teknenin kenarına güç bela tutundum. Kulaklarım zonkluyor, başım dönüyordu; bayılmak üzereydim. Dünyadaki tüm havayı tüketircesine ciğerlerimi doldururdum. Aşağıda ne olduğunun ayırdında olmayan kuzenim,
''Ağabey, vallaha bravo. Kimse senin kadar suda kalamaz'' deyişini duyar gibi oldum. Sudan çıkmam için elini uzattı. Karşımda Hızır vardı sanki...
''Elbet bir gün gene karşılaşırız Hızır efendi, alacağın olsun'' dedim.
Adıyla değil de Hızır diye seslendiğim kuzenimin yüzündeki şaşkın ifade, yol boyu yapıştı kaldı yüzünde.
-----
Ankara- Kasım 2020
----
1-Ellehem: Sanırım, anlaşılan, demek ki.
2-Cım cılık: Sırılsıklam.
NOT: Bu yazıya son noktayı koyduktan bir kaç saat sonra teknede yanımda olan kuzenimin hakka yürüdüğünü öğrendim. Işıklar yoldaşı olsun.
Primo De Rivera
Haluk Ülman ve Primo de Rivera
İlk okuldan beri tarih dersleri her zaman benim ilgimi çekmiştir. Öğrenim yaşamım boyunca; Orta Okul'da olsun, Lise yıllarımda olsun tarih derslerini kaçırmamaya özen gösterdim. Bu ilgi üniversite yıllarımı da aşarak bu güne kadar sürdü.
***
Dersimiz Siyasi Tarih.
Siyasi Tarih dersimizin hocası ise, Doçent Dr. Haluk Ülman(*).
Sömestr'in 2. ya da 3. haftasıydı.
Haluk Hoca sınıfa girer girmez yoklama kağıdını imzalamamız için ön sıradaki arkadaşlara verip, o gün işleyeceği konuyu anlatmaya başladı. Bir süre sonra, nasıl oldu tam anımsayamıyorum söz döndü, dolaştı Primo de Rivera'ya geldi.
Haluk Hoca,
''Primo de Rivera Portekizli faşist bir generaldi'' dedi.
Oysa ben bu generalin İspanyol olduğunu, 1923 yılında ordunun yaptığı bir darbe ile krallığı korumak koşulu ile hükümeti kurup, 1930 yılında terk-i dünya edinceye kadar İspanya'yı yöneten faşist eğilimli bir general olduğunu biliyordum. Üstelik bu bilgim de çok tazeydi. Çünkü bir gün önce Manuel Azcarate'nin ''İspanya İç Savaşı'' adlı kitabını okumuştum. Azcarate kitabında, İspanya İç Savaşı'na giden olayları irdelerken, soylu bir aileden gelen General Primo de Rivera'dan da söz ediyordu.
Haluk Hoca'nın belki dili sürçmüştür; insanlık halidir'' diye düşündüm önce... Nasıl olsa yaptığı yanlışlığı anlar, düzeltir diye bir süre bekledim. Ama hoca, bir kaç dakika sonra aynı yanlışı yineleyince; el kaldırıp, ayağa kalktım:
''Hocam izninizle bir şey söylemek istiyorum.''
Sözünün kesilmesinden hoşlanmadığı yüz ifadesinden açıkça belli olmasına karşın,
''Söyle bakalım, ne söyleyeceksin?''
''Bir düzeltme yapmak istiyorum.''
''?''
''Hocam az önce Primo de Rivera'dan söz ederken onun Portekizli bir general olduğunu söylemiştiniz. Oysa Rivera Portekizli değil İspanyol bir generaldir ve İspanya'yı 1930 yılına kadar, yani ölünceye kadar yönetmiştir.''
Hoca bu sözlerim üzerine, alaycı bir ifadeyle,
'' Sen mi bileceksin, ben mi bileceğim. Ben 15 yıllık hocayım. Primo de Rivera Portekizlidir'' dedi.
Bizim oralarda ''inat da bir murattır'' diye bir söz vardır. Üstelik iyi bildiğim, doğru olduğundan kuşku duymadığım bir konuda düşündüklerimi sonuna kadar savunurum. Ehh! Bir de gençlik var serde... Bırakmadım lafın ucunu...
''Siz 15 yıllık hocaysanız, ben de 12 yıllık öğrenciyim. Rivera İspanyoldur'' dedim.
Hoca, bu çok bilmiş tavrımdan belli ki hoşlanmadı. Beni sert bir şekilde uyarıp, ''yerime oturmamı'' söyleyip, derse kaldığı yerden devam etti.
***
Aradan bir hafta geçti.
Gene Siyasi Tarih dersi ve gene Haluk hoca.
Sınıfa girer girmez, sınıfı şöyle bir gözden geçirdi.
Gözlerini bana dikip,
'' Geçen derste bir arkadaşınızla Primo de Rivera üzerine tartışmıştık. O haklıymış. Rivera Portekizli değil, İspanyoldur'' dedi.
Ben bu sözleri duyar duymaz ayağa kalkıp, yıllar sonra Özal'ın da yapacağı gibi ellerimi başımın üzerinde birleştirip, sınıfı selamladım.
Haluk Hoca, benim bu hareketim üzerine,
''Gösteriye gerek yok, gösteriye gerek yok'' deyip o gün işleyeceği konuyu anlatmaya başladı.
***
Hocam'ın yanlışını bulup onu nasıl alt ettiğimi anlatmak için yazmadım bu anıyı. Asıl amacım; koskoca bir doçentin derste yaptığı bir hata nedeniyle kendisini uyaran öğrencisinin haklı olduğunu kabul edecek kadar hoş görülü olduğunu belirtmekti.
-----
(*) Profesör Haluk Ülman olayın geçtiği 1970 yılında doçentti.
Yaşar N. Atilla
BYYO 1970-74
11 Şubat 2021 Perşembe
On Kasım
10 Kasım
Annem anlatmıştı:
Atatürk öldüğünde ilkokul öğrencisiymiş. Bir gün, başöğretmenleri öğrencileri
bahçede toplayıp, yaşlı gözlerle,
''Çocuklarım, bu gün babamız öldü. Okul
tatil, herkes önlük yakalarını çıkarıp
evine gitsin. Bu gün en büyük yas günümüz'' demiş.
Öğrenciler, beyaz yakalarını çıkarıp
evlerine dönmüşler, doğal olarak annem de...
Annem, önlük yakası elinde, gözü
yaşlı eve gelmiş.
Anneannem,
''Niye er geldin okuldan kızım?''
''Babamız ölmüş anne'' deyince; anneannem
lafın ardını dinlemeden şakkadak, düşüp bayılmış.
Annem, feryat figan; komşulardan yardım
istemiş.
Soğandı, kolonyaydı derken komşular
anneannemi ayıltmışlar.
Ayılıp, ölenin büyük babam değil de; Atatürk
olduğunu öğrenince; bir horoz adamış...
Komşulardan biri,
''Eminanım, Atatürk ölmüş, horoz adanır mı
kele.''
''Ne bilim anam, herif öldü sandım. Kafam
yerinde mi benim? Çıktı ağzımdan bir kere.''
***
Ahmet Karabucak İlkokulu beşinci sınıf
öğrencisiyim. Gene bir 10 Kasım günü. Okulun girişindeki merdivenlere, bayrağa
sarılı bir kürsü üstünde Atatürk'ün büstü var. Büstün çevresi O'nun sevdiği
çiçeklerle; pembe, beyaz renkli kasımpatıları ile süslenmiş. Kürsünün yanı
başında, siyah takım elbisesi ile başöğretmenimiz, onun hemen arkasında koyu
renk elbise giymiş olan öğretmenlerimiz sıralanmış. Her zaman şık elbiseler
giyen Şükran öğretmenimiz bile karalar giymiş, ruj bile sürmemiş dudaklarına...
Başöğretmenimiz arada bir saatine bakıyor;
belli ki, töreni töreni başlatmak için canavar düdüklerinin çalmasını bekliyor.
Bizim sınıfın yaşça en küçüğüyüm, boyum da
sınıfın en kısası. Dolayısıyla yerim, sabahki törenlerde hep baştan birinci
sıradadır.
Törenin başlamasını bekliyoruz.
Ben heyecanımdan yerimde duramıyor,
sürekli ayak değiştiriyorum.
beşinci sınıflar adına bu
yıl, Atatürk için yazılmış 10 Kasım şiirlerinden birini de ben okuyacağım. Dudaklarım
kıpır kıpır; okuyacağım şiiri içimden yineleyip duruyorum.
Canavar düdükleri çalmaya başlayınca,
önceden tembihlendiğimiz için, başöğretmenimizin 'dikkaaat!’ uyarısı ile saygı
duruşu için, ellerimiz iki yana yapışık, başımız önde ‘hazrola’ geçtik.
Canavar düdüğünün sesi yavaş yavaş
alçaldı ve artık duyulmaz olunca, başöğretmenimizin,
''Rahaaatt!'' komutuyla rahatladık...
Önce başöğretmenimiz konuştu. Ardından
başka bir öğretmen Atatürk'ün bakla
tarlasında nasıl karga kovaladığını atlamadan, onun yaşamından örnekler verdi.
Ben heyecandan yerimde duramıyorum...
Ardından, şiirler, şiirler...
Aklım okuyacağım şiirde; kim ne okudu;
anımsamıyorum.
Sonunda sıra bana geldi.
Töreni yöneten İsmail öğretmen,
''Şimdi 5. sınıf öğrencilerimizden Yaşar Atilla,
Saat Dokuzu Beş Geçe(2) şiirini okuyacak.
Adım okunur okunmaz merdivenleri hızla
çıktım. Kürsüdeki Atatürk büstünün yanında durdum.
Şükran öğretmenin önceden uyarmıştı:
''Şiiri okumaya başlamadan önce Atatürk
büstüne, sonra da arkadaşlarına başınla selam vereceksin. ‘’Sakın unutma!'' Unutur
muyum. Öğretmenimin dediklerini tamı tamına yaptım. Önce Atatürk büstünü, sonra
da meraklı gözlerle beni izleyen arkadaşlarımı başımla selamladım.
İlk kez okulumun tüm öğrencilerini bu
kadar yüksekten görüyorum. Ne kadar
kalabalıkmışız.
Duraksadığımı gören İsmail öğretmen,
'' Hadi başla oğlum'' dedi.
Şükran öğretmenime baktım.
Seninin yanındayım, korkma dercesine
gülümsedi.
Gözlerimi kapadım.
Sesimin yettiğince ezberlediğim şiiri
okumaya başladım.
Saat dokuzu beş geçe
Atam Dolmabahçe’de,
Gözlerini kapadı
Bütün cihanı ağlattı
Doktor! Doktor kalksana,
Lambaları yaksana
Atam elden gidi... yorr
Çaresine..
Boğazım düğümlendi, sesim çatallandı,
şiirin gerisini getiremedim.
O kadar duygulanmıştım ki; Atatatürk sanki
yeni ölmüş de ben onun cenaze törenindeyim..
Başladım hıçkıra hıçkıra ağlamaya.
Kendimi toparlamaya çalışıp, kaldığım
yerden devam etmek istedim.
Atam elden gidiyoor.
Çaresine baks...
Devam etmek ne mümkün? Göz yaşlarımı
tutamıyorum.
Ben salya sümük ağlamaya başlayınca;
derin bir sessizlik oldu okulun bahçesinde. Ardından bütün öğrenciler hep
birden alkışlamaya başladılar.
Öğretmenler şaşkın...
Önce nasıl davranacaklarını bilemediler.
Ama yanı başımda duran İsmail öğretmen
çabuk toparlanıp, başımı okşamaya başladı.
Ben hıçkırmayı sürdürüyorum.
Alkışlarsa kesintisiz devam
ediyor...
İsmail öğretmen iki elini havaya kaldırıp,
''Alkışlamayın,
bu gün yas günümüz çocuklar, alkış olmazzz, alkış olmazzzz!''
Alkışlar kesilince, bana dönüp,
''Teşekkür ederim. Hadi artık yerine geç
oğlum'' dedi.
Merdivenlerden aşağı inip yerime geçtim.
Ama hala kesik kesik hıçkırıyorum.
Sıradaki arkadaşlarım, şiir okuma
biçimimden memnun kalmış olmalılar ki; gülümseyerek omzuma dokunup
övgülerini esirgemediler benden.
Yerime geçtikten sonra tören fazla sürmedi
zaten.
İsmail öğretmenin,
''Tören bitmiştir arkadaşlar teşekkür
ederim. Önce birinci sınıflar olmak üzere, sırayla sınıflarınıza
geçebilirsiniz'' demesiyle; önden birinci sınıflar, ardından da diğerleri tören
alanından ayrılarak sınıflarına gittiler.
En son da biz beşler...
***
Sıralarımıza oturduk.
Hemen ardımızdan Şükran öğretmen girdi
sınıfa.
Kürsüye geçmeden, gülümseyerek, doğrudan
yanıma kadar geldi.
Ayağa kalktım.
Şefkatle başımı okşarken, sınıfa döndü.
''Bu gün en güzel şiiri, çok duygulu bir
şekilde Yaşar okudu değil mi? Onunla gurur duyalım arkadaşlar.''
Bu sözler üzerine tüm sınıf bir kez daha
alkışlamaya başladı.
Şükran öğretmenim kimseyi susturmadı.
Arkadaşlarım beni alkışlarken, Şükran öğretmenimin
yüzündeki gülümsemeyi hiç unutmadım.
----
Corona- Tutukevi
Nisan 2020
-----
1-Canavar düdüğü: Özellikle On
Kasım günü saygı duruşunun başladığını duyurmak için fabrikaların hep birlikte
çaldığı siren sesi. Tehlike anında çalan güçlü ve tiz siren.
2- Hala ezberimde olan bu
şiirin yazarını hep merak etmişimdir. Bu satırları yazarken bir kez daha araştırdım ama
bulamadım. Yaşıyorsa sağlıklı ömürler dilerim. Yok hakka yürüdüyse; ışıklar
içinde uyusun.
14 Kasım 2020 Cumartesi
CUMA DONU
CUMA DONU
Okulların tatile girdiği
haftanın ertesinde mahalle arkadaşlarımla Eski Baraj gölündeki suyu kanallara
aktaran havuzundayız. Yüzme yarışı yaparken, havuzun öte yanında 18-20
yaşlarında olduğunu sandığım zayıf, orta boylu biri, ellerini kavuşturmuş;
bizleri izliyordu.
Bu olağandı.
Baraja gezmeye gelenler, suda
yaptığımız oyunları izler, yüzme bilenler bizlere imrenip suya girer, bilmeyenler
ya da yüzmek istemeyenler bir süre sonra giderlerdi. Bu yabancıyı meraklılardan
biridir diye önceleri önemsemedim. Ancak bizi uzun süre izlemeye devam edince;
fark ettirmeden, ‘acaba ne yapacak?’’ diye ben de göz ucuyla onu izlemeye
başladım. Arkadaşlarım ise kendi alemlerinde; havuza girip çıkıp, oyunlarını
sürdürüyorlardı.
Yabancı bizi bir süre daha
izledikten sonra, havuzun kenarındaki çalılığın ardına geçip, ağır hareketlerle
soyunmaya başladı. Önce ayakkabılarını çıkarıp bir kenara koydu. Sonra
gömleğini, ardından atletini ve bir süre çevreyi kolaçan ettikten sonra da
pantolonunu çıkardı, dürdü; öteki giyitleri ile birlikte çalıların arasına
yerleştirdi. Soyunduğuna göre suya girecek olmalı… Üstünde mayo niyetine
giydiği; paçaları dizlerinin altına kadar uzanan, dedelerimizin ''cumadonu''dediği
beyazı boza dönmüş bir içlik vardı. İçliğin ön tarafındaki, sol paçasında yeşil
boyayla yazılmış, baş tarafındaki harfleri olmayan 'rikası' olarak okuduğum bir
yazı dikkatimi çekti.
Kolları, ellerinden dirseklerine
kadar ‘’amele yanığıydı.’’ Dirseklerinden omuz başlarına kadar ve gövdesinin
tamamı ise, hiç güneş görmemiş olacak ki; bembeyazdı.
Havuzun kenarına geldi, çömeldi; ‘it
oturuşunda’(1) gözlerini dikip, yeniden bizi izlemeye başladı.
***
Evimiz, Eski Baraj diye bilinen Seyhan regülatörüne
çok yakındı. Regülatörün çevresindeki sıtma ağacı(2) koruluğu, hafta sonlarında
piknik yapanlarla dolar taşardı. Gerçi o zaman, Eski Baraj’dan daha geniş bir
alana ve daha büyük bir göle sahip olan Yeni Baraj da vardı ama barajın kente
çok uzak olması, üstelik oraya belediye otobüsü ya da dolmuş seferlerinin
yapılmaması nedeniyle piknik yapmak isteyenlerce yeğlenmezdi. Ancak, genellikle
özel arabası olanların gittiği Yeni Baraj,
ulaşım zorluğuna karşın evlenen çiftlerin vazgeçilmez uğrak yeriydi.
Yeni evli çiftler, gölü ırmaktan
ayıran bir yanı göl, öte yanı ırmak olan setin üzerinden geçtiklerinde,
kendilerine yapılmış büyünün, bozulacağını inanırlardı. Önde gelin arabası,
ardında gelinin çeyizini taşıyan; kasasının kenarlarına kilim ve halı serili
kamyon, kamyonun ardında ise evlenen çiftin yakınlarını taşıyan arabalar, davul
zurna eşliğinde setin üzerinden geçerlerdi. Düğün konvoyu setin bitimindeki
meydanda durur, araçlardan inenler halay çeker, oyun oynarlardı. Gelin ve
damadın oyunundan sonra, kadınların zılgıtları(3) eşliğinde araçlara doluşulur,
büyünün bozulmuş olmasından kaynaklanan mutluluk duygusu ile geldikleri yoldan
geri dönerlerdi.
***
O yıllarda, bayram günleri
dışında çalışanlar ve öğrenciler için tatil, cumartesi öğleden sonra ve pazar
günleriydi. Kentin sıcak havasından bunalanlar, ırmak kenarındaki sıtma ağacılarının
gölgesinde, coşkuyla akan suya yakın bir ağaç dibinde ‘’iyi yer kapmak’’ amacıyla
sabahın erken saatlerinde naylonlara(3), at arabalarına, faytonlara doluşur; Eski
Baraj’a gelirlerdi. Ailenin kaplayacağı alanın sınırları, yere serilen çullarla
belirlenir; birkaç küçük minder ve yastıkla da bu sınırlar pekiştirilirdi.
Kadınlar kahvaltı hazırlığındayken, erkekler çizgili pijamalarını giyip,
minderlerin üzerine yan kös gelir(4), erkek çocuklar kırk yamalı, deri toplarının
peşinde koşarlar, kızlarsa, kahvaltı hazırlama telaşında olan analarına
gönülsüz de olsa yardım ederlerdi. Arada bir çocukların yanlışlıkla vurduğu
top, komşu piknikçinin ocaktaki çaydanlığını devirse de olağan günlerde aileler
arası kavga yol açan bu davranış, ‘’piknikçiliğin hoşgörülü(!)’’ felsefesi
nedeniyle kavgaya dönüşmez; çaydanlığı deviren çocuğun babası, o güne kadar
ağzından çıktığına en yakınlarının bile tanık olmadığı, özür sözcüklerini
isteksizce ve ıkına sıkına sıralar;
‘’Gusura galma emmisi, evde böyle
deel. Meydanı boş buldu da’’ deyip, kendince özür diledikten sonra oğlunun
kulağını çeker, ensesin de bir şaplak patlatırdı. ‘’Haklısın deyince değirmende
kavga olmazmış’’ atalar sözü uyarınca, konu hır gür çıkmadan kapatılırdı.
***
Kahvaltı sonrası erkekler tavlanın
başına geçerler, oğlanlar top peşinde koşuşturmaya bıraktıkları yerden devam
ederler, kızlarsa ya ip atlar ya da biraz tatlı dil dökerek, çokça da tehdit
ederek çocukların ellerinden aldıkları topla voleybol oynarlardı. Kadınlar mı? Onlar,
tatilin tadını çıkarmayı sürdürür(!), kahvaltı sofrasını kaldırıp, bardakları, tabakları
yıkayıp, ortalığı topladıktan sonra, öğlen yemeğinde yiyecekleri kebap için
hazırlığa başlarlardı.
‘’Pazar günü Eski Baraj’a
gidiyoruz, sen de gel’’ diye mektup yazıp, komşu çocuğunun eline 25 kuruş
tutuşturduktan sonra, mektubu uzaktan uzağa sevdalandığı yavuklusuna gönderen
genç kızlar, tavla oynayan babalarına ve yemek hazırlamaktan dünyayı gözleri
görmeyen analarına sezdirmeden, bir ağacın ardında kendisini göz hapsine alan
‘’yavuklularına’’ kaçamak, işaretler gönderirlerdi.
Öğleye doğru hemen hemen her
ağacın altında kurulan mangallarda pişirilen etin kokusu koruluğa yayılır;
çevreyi kaplayan yağlı kara duman, koruluğu gri bir tül perde gibi örterdi.
Pazar günleri koruluk bayram yerine
dönerdi. Simitçiler, aşlamacılar, dondurmacılar, ayrancılar, hedefe havalı
tüfek attıranlar, çerezciler, halka tatlıcılar, seyyar atlıkarıncacılar, soğuk
su satıcıları pazar günlerinin olmazsa olmazlarındandı.
Evimizin baraja yakın olması nedeniyle pazar günleri herkesin gelip geçtiği
girişteki köprünün başındaki bir çam ağacının altında erkenden yer tutar,
‘’İki dolu beşşş, iki dolu beşşş
!’’(6) diye avazım çıktığı kadar bağırıp su satardım. Benim dışımda soğuk su
satan başkaları da vardı kuşkusuz. Ama benim müşterilerim onlarınkinden daha
çoktu. Onlar suyu ağzı açık kovalarda satarken ben buz kalıpları ile soğuttuğum
suyu, bir sehpa üzerine yerleştirdiğim üstü çiçekli bezle örtülü musluklu bidonla satar, bir
günde 4-5 liraya para demezdim.
Piknikçilerden yüzme bilenler ya
da bildiğini sananlar, yasak olmasına karşın, bu yasağa uymaz; baraj gölünden kanallara
su veren havuzlara girerlerdi . Ancak, iki üç haftaya bir bunlar arasından
boğulanlar da olurdu. Eğlenmeye gelip de yakınlarından birinin sudan çıkarılan
cesedini görünce feryat figan eden, saçını başını yolup, acı içinde umarsızca
kendilerini yerlere atanların içler acısı hali, bu tür olayları sıkça gören
bizlere bile dayanılmaz gelirdi. Ama bir
süre sonra boğulanı alıp götüren cankurtaran gözden kaybolunca; meraklı
kalabalıklar dağılır, piknikçiler yaşama kaldıkları yerden devam edip,
tavlalarının başına, toplarının peşine dönerler, ölen ise öldüğüyle kalırdı.
Gene böyle bir yaz günü baraj
gölünün hemen kıyısındaki tepede bulunan Asker Hastanesi’nde görevli, yüzme
bilmediği halde göle giren bir arkadaşlarını kurtarmak için suya atlayıp, onu
kurtarmaya çalışırken boğulan 7 askerin bir birlerine sarılmış halde sudan
çıkarılan cesetlerini gördükten sonra, günlerce kendime gelememiştim. Bu sürede
değil yüzmek, havuzların yanından bile geçmek içimden gelmedi.
Ben ve benim gibi evleri baraja
yakın olanlar pazar günleri suya girmezdik. Zaten hepimizin bir işi vardı. Kimimiz
su satıyorduk, kimimiz de simit… Ama hafta içi yüzmeye gelen birkaç kişiyi
saymazsak her yer bize aitti. Sabah kahvaltısından sonra mahalledeki
arkadaşlarla buluşur, öğleye kadar doyasıya yüzer; öğle yemeğini evlerimizde
yedikten sonra yeniden baraja gider, akşamüstü babalarımız işten eve gelmeden
evlerimizde bulunmaya özen gösterirdik.
Gerçekte kanallarda ve gölden
kanalara su veren havuzlarda yüzmek yasaktı. Ama babam da dahil, çoğumuzun
babası DSİ’de çalıştığı için, bekçiler pek ses etmezlerdi yüzmemize…
***
Cuma donlu bizi izlemeyi
sürdürürken ben bir iki kez daha suya girip, çıktım. Ama gözüm hala onda. ‘Bu
ne zaman suya girecek, bize niye bakıp duruyor '' diye düşünürken, birden ayağa
kalktı ve kendini suya attı. Havuzlarda ırmaktaki kadar olmasa bile akıntı
vardı.''Cuma donlu’’ kaşla göz arasında, akıntıya kapılıp, suda batıp çıkmaya
başladı. Ben o sıralar 9-10 yaşlarındayım. Hemen büyüklerimizi uyardım.
''Duran abiii, Memet abiii! adam boğuluyor, adam
boğuluyooor!'
Havuzun kenarındaki ağaçların
altında kağıt oynayan Duran abi ve Memet abi, oyunlarını bırakıp, vakit
geçirmeden hemen suya atladılar. Sekiz on kulaçtan sonra, cuma donluya yetişip,
onu yakaladılar. Cuma donlu can havliyle kendisini kurtarmaya gelenlerin
boynuna sarılmaya, istemsiz de olsa onları da suyun altına çekmeye çalışıyordu.
Allahtan Duran abi de Memet abi de o güne kadar birçok kişiyi boğulmaktan
kurtardıkları için deneyimliydiler.
Birkaç dakika sonra onu güç bela
sudan çıkardılar. Hemen Cuma donlunun başına üşüştük; yarı baygın gibiydi.
Duran abi onu sırt üstü yere yatırıp, karnına bastırdı. Cumadonlunun ağzından
biraz su çıktı. Sonra da kesik kesik öksürmeye başladı; yaşıyordu.
Doğruldu, bir süre çevresinde
halka oluşturmuş bizlere şaşkın şaşkın baktı. Memet abi, henüz başına ne geldiğinin
farkında olmayan cumadonluyu kendine getirmek için yüzüne oturaklı bir tokat
attı. Tokatın etkisi kendini hemen gösterdi. Cumadonlunun bakışları değişti, tokatın
acısını unutup gülümsemeye çalıştı.
Duran abi,
''Bilader madem yüzme bilmiyon, niye suya girdin?'
dedi. Cumadonlu, birkaç kez öksürüp, boğazını temizledikten sonra biraz da
mahçup;
''Hava çok sıcağıdı, sizlere bakıp; imrendim'' diye
yanıtladı.
Niğde'nin Bor ilçesinin bir köyündenmiş. Askerlik için Adana'ya gelmiş,
Asker Hastanesi’ne teslim olmadan önce barajı görmek istemiş. Bizim de suya girip
çıktığımızı görünce, imrenip, bunaltıcı sıcağın da etkisiyle kendini suya atıvermiş.
Biz onunla konuşurken, barajın
bekçilerinden biri geldi. Olanı biteni anlattık. Bekçi ona bir sigara verdi. Cuma
donlu bekçinin verdiği motorluyu(6), titreyen elleri ile dudaklarına götürüp,
sigaranın dumanını yutarcasına ciğerlerine çekti.
Sigardan birkaç nefes daha
çektikten sonra artık kendine gelmişti.
Barajın bekçisi, kendisi gittikten bir kaç dakika sonra her şeyi unutup
gene havuzda yüzeceğimizi bildiği halde, bize dönüp,
''Ulan! sizi görüp yüzme bilen de bilmeyen de suya
girip boğuluyor. Bir daha burada yüzdüğünüzü görmeyeyim. Vallaha hatır gönül
dinlemem, külahları değişiriz sonra’’deyip artık ezberlediğimiz uyarısını bir
kez daha yapıp, görevini yapmış olanların rahatlığı ile cuma donluya,
‘’Hadi sen de sırtlarını(7) al,
gidiyoruz. Bir daha da dibini görmediğin suya girme’’ dedi.
Cuma donlu, çalıların arasına bıraktığı eşyalarını almak için ayağa
kalktığında, sarımsı beyaz donunun sağ
kalçasına gelen bölümünde gene yeşil boya ile yazılmış arkasında ‘’t 50 kğ,’’
sol kalçasının üstünde ise; ‘’Kayseri Şe’’ yazısını okudum.
Bekçi, cuma donluyu kolundan tutup götürürken, O geriye dönüp, bize
gülümsedi. Minnettarlığı yüzünden okunuyordu.
***
Akşam babama doğal ki o gün olanların tümünü anlatmadım. Ancak, suya giren
birinin donunda, yeşil mürekkeple yazılmış yazılar gördüğümü, bunların ne
anlama geldiğini sordum.
‘’Neydi o yazılar,’’ dedi babam.
Cuma donlunun içliğinde gördüklerimi babama aktardım.
‘’Oğlum, o yazının
tamamı’’Kayseri Şeker Fabrikası Net 50 kg’’ dır. Yoksullar Amerikan (8) ya da
kaput bezi satın alamadıkları için, şeker çuvallarını söküp, onlardan
kendilerine don dikerler. Senin gördüğün adamın donu da şeker çuvalından
yapılmış. Köyde bizim tarlada çalışan Urumlu(10) ırgatların iç donları da şeker
çuvalındandı, belki anımsarsın
’’ dedi.
Şeker çuvalından don giyen
ırgatları doğal ki anımsayamadım. Ama üstü yazılı şeker çuvalından don
dikiliyor olması bana komik gelmişti.
Çocuk aklımla nereden bilebilirdim ki; yıllar sonra üstü yazılı mayoların
moda olacağını?
Cuma donlu, yazılı don giyerek
ayırdında olmadan gelecekte ortaya çıkacak bir modanın öncüsü müydü? Kim bilir?
***
------
Dikili-Eylül 2020
------
1-İt oturuşu: Ayak tabanları yere basılı şekilde çömelip, ellerini
dizlerinin üzerinde öne doğru uzatarak yapılan çömelme şekli.
2-Sıtma Ağacı: Okaliptus. İlk kez bataklıkları kurutup, sıtmanın önüne
geçmek amacıyla 1800’lü yılların sonunda
Adana’ya anavatanı olan Avusturalya’dan getirilmiştir.
3-Naylon: Taktör römorku.
4-Yan kös gelmek: Dirseğine dayanıp, elini başına koyarak, bir yana uzanıp
yatmak. Uzun oturmak.
5- İki dolu beş: İki bardağı beş kuruş.
6-Motorlu: Filtreli sigara
7-Sırt: Elbise
8-Amerikan:Yorgan yüzü, çarşaf, iç çamaşırı vb. yapımında kullanılan, düz,
beyaz renkli ithal bezin kısaltılmışı. Amerikan bezi.
10 Kasım 2020 Salı
Kininci Kamil
KİNİNCİ
KAMİL
Sıcak bir güz günü.
Kent’in önde gelen çiftçi ve
tüccarlarından Saffet Sarıbekiroğlu, tavan vantilatörün serinletmeye çalıştığı
işliğinde, arkadaşları ile sohbet ediyordu.
Sohbet, pamuk üretiminden, pamuk fiyatlarından döndü dolaştı, kentin gece
hayatında önemli yer tutan pavyonlara ve orada çalışan konsomatrislere geldi.
***
Pamukların toplanıp, çiftçinin cebine para girdiği o günlerde kent,
''yeter ki balın olsun sineği Bağdat'tan gelir'' sözünü doğrularcasına
ağırlıklı olarak İstanbul'dan gelen, ya da kendilerini 'İstanbulluyum' diye
tanıtan ‘pavyon sanatçılarının' akınına uğrardı. Pavyon sahipleri,
pavyonlarında müşterileri ile sohbet edecek; onları dinleyip, dertlerine derman
olacak(!) konsomatrisleri, bağlantı kurdukları 'ajanslar' aracılığı ile çok
önceden sözleşmeye bağlarlardı. Bu kadınların fiziki güzelliklerinden sonra
gelen en önemli özellikleri; iyi birer öykü anlatıcısı olmalarıydı. Öncelikle,
bu hayata nasıl düştükleri ile ilgili çok acıklı bir yaşam öykülerinin olması
gerekirdi. Öykünün gerçek olması çok da önemli değildi. Çünkü hemen her kadının
yaşam öyküsü bir birine benzerdi. Sadece olayın yeri, zamanı ve kahramanların
adı değişirdi. Anlatırken boğazlarının düğümlenmesi, yalancıktan da olsa
gözlerinin dolması, öykülerini daha gerçekçi yapardı.
Pavyon sahipleri için makbul olan
konsomatrisler ise, eşlik ettikleri 'hacıağaları', hesap pusulasında yazanları
fark edemeyecek kadar sarhoş edip; onlara yüklü hesap ödetenlerdi. Hacıağalar,
hesabın çok yüksek olduğunun ayırdına varsalar da, fazla ileri gitmeden
ellerini oralarında, buralarında dolaştırmalarına ses çıkarmayan
konsomatrislerin 'gül hatırı için' itiraz etmezler; yüklüce bir bahşişle
birlikte hesabı öderlerdi. Ödülleri ise; genelde sarışın, ap'baa(beyaz tenli),
balık etli konsomatrisin yanaklarına kondurdukları bir öpücük ve 'arayı soğutma
kocacıım, gene gel' sözleri olurdu.
Saffet Sarıbekiroğlu, kahvesinden
bir yudum alıp, çırçır fabrikası sahibi Topal Salih'e döndü. Topal Salih, deyim
yerindeyse eğlence mekanlarının demirbaşlarındandı. Kentin gece hayatı ondan
sorulurdu.
''Turan pavyona yeni avratlar gelmiş,
habarın var mı Salih?''
''Ben de duydum ama
daha siftahım yok ağa.''
‘’Yıldız’da
da bayağı güzeller varmış; öte'ön(geçenlerde) bizim iplikçi Zeynel söylediydi''
dedi bir başkası.
‘’Hafta sonu gidek. Bakalım dedikleri kadar var
mıymış?’’
İşlikte oturanlardan, kinin ticareti
yaptığı için ovadaki sıtma salgını nedeniyle çok para kazanan,
kırklı yaşlardaki Kininci Kamil sitemli bir ses tonuyla,
‘’Saffet Ağa beni adam yerine koyup da bir
gün bile pavyona götürmedin. Bu yaşıma geldim, pavyonun kapısından
bile geçmedim. Yanına yakıştırmıyon ellehem(her halde)’’ dedi. Saffet
Sarıbekiroğlu, babacan bir tavırla.
''Kirveme bak'ele, emrin olur. Ne vakıt istersen.''
‘’Valla duvacın olurum.’’
‘’Ancak,’’ diye sürdü konuşmasını Saffet
Sarıbekiroğlu, ’’götürürüm götürmesine de seni avratlara tanıtırken;
‘arkadaşımız kininci; kinin ticareti yapıyor’’ diyemem; yakışık
almaz. Adanalıya yaraşır başka bir meslek bulmalı sana.’’
Odadakiler de Saffet
Sarıbekiroğlu'nu başlarını sallayarak onayladılar.
Topal Salih,
‘’Doğru! Kinincilik de neciymiş. Çukur denince avratların aklına, pambık gelir,
tarla tapan gelir.
‘’En iyisi
seni ‘böyük çiftçilerimizden bir ağa' diye tanıtırım’’
dedi Saffet Sarıbekiroğlu.
Kamil, yaptığı işin küçümsenmesine
bozulduysa da, renk vermedi.
‘’Sen bilin kirvem.’’
‘’ Hatta, çırçır fabrikası bilem var, derim. Bu
arada hesabı da sen ödersin haa! Ne de olsa hemi böyük çifçi ve hemi
de fabrikatörsün.’’
Saffet Sarıbekiroğlu ile Kininci
Kamil, pavyona gidecekleri günü ve orada olacakları saati kararlaştırdıktan
sonra Kamil, odakilere veda edip, ayrılmak için ayağa kalktı, kapıya yöneldi,
tam çıkıyordu ki; Saffet Sarıbekiroğlu'nun ardından seslenmesi ile durdu.
‘’Kirvem
acelen ne? Dur bi yol. Asıl önemli meseleyi unuttum. Daha ne giyeceğini
gararlaştırmadık.’’
''…''
‘’Pavyona gideceksen, mongol gömlek ve laciler olmadan olmaz.
Unutma sen çırçır fabrikası sahabısın; pavyona fabrikadan
geliyon. Üstün, başın pambık olmalı. Pambığı nereden bulacana
gelince; ezzaneden. Ezzaneden hidrofil pamuk al, ceketinin üstüne bir kaç parça
pamuk sür ki; fabrikadan geldiğin belli olsun. Avratlara irezil
olmayalım.’’
Kininci Kamil teşekkür edip,
işliktekilere bir kez daha veda edip, ayrılınca, Topal Salih,
‘’Valla alemsin Saffet ağa. Biz de gelek mi?
Aalenceyi gaçırmayalım.’’
Saffet Sarıbekiroğlu, kalabalık olursa,
oyunun bozulacağından çekindiği için
''Galebelik olunca oyunun dadı
galmaz. Söz daha sonra olanı biteni satır satır anlatırım size.''
***
Saffet Sarıbekiroğlu, kararlaştıkları gün ama kararlaştırdıkları saatten
daha erken pavyona gelip, önceden ayırttığı sahneye yakın masaya oturdu. Pavyonun girişinden, ayırttığı masaya dek
kendine eşlik eden şef garsonun avucuna biraz para sıkıştırdıktan sonra,
‘’Aman ha! sakın dediklerimi unutma!‘’ Şef garson,
’’Emrin olur Ağam, en iyisinden ikisini gönderiyorum,
ikisi de yeni geldi; Istanbıllılar’’ deyip uzaklaştı.
Konsomatrisler şef garsonla birlikte
Saffet Sarıbekiroğlu’nun masaına geldiklerinde masa çeşitli mezelerle
donatılmış, ortaya bir de viski şişesi konmuştu.
Saffet Sarıbekiroğlu konsomatrisleri
ayakta karşıladı. Kadınların ikisi de otuzlu yaşlarda, beyaz tenli, balıketinde
ve sarı saçlıydılar. Şef garson konsomatrisleri sandalyelerine oturttuktan
sonra,
‘’Başka
bir emrin var mı ağa?’’ dedi.
Saffet Sarıbekiroğlu eliyle yok anlamında
bir işaret yapınca, şef garson masadan ayrıldı.
Saffet Sarıbekiroğlu '‘çift çubuk işiyle
uğraşıyorum’’ deyip kısaca kendini tanıttı. Kadınlara adlarını sordu. Kadınlar,
adlarının Burçak ve Aşkım olduğunu söylediler.
‘’Beni
şimdi iyi dinleyin hanımlar’’ deyip, birkaç gün önce işliğinde geçen konuşmayı
anlatıp, arkadaşı gelince onunla neler konuşacaklarını, ona nasıl davranacaklarını
sıkı sıkı tembihledikten sonra,
‘‘Aman
deyim açık vermeyin’’ dedi.
***
Pavyon yavaş yavaş yükünü almaya
başlamıştı. Kininci Kamil, tam kararlaştırdıkları saatte şef garsonun eşliğinde
masaya geldi.
Üzerinde; yakasına kırmızı bir karanfil
tutuşturulmuş kendinden çizgili lacivert kruvaze bir ceket, aynı kumaştan bir
pantolon, rengi sarıya çalan krem renkli bir mongol gömlek vardı. Ceketin
yakasında ve omuz başlarındaki pamuk parçacıkları, pavyonun loş ışığında bile
fark ediliyordu.
Kininci Kamil, tüm kibarlığı ile önce kadınların nazikçe ellerini sıktı,
ardından Saffet Sarıbekiroğlu’nu da başıyla selamlayıp, şefin çektiği
sandalyeye oturdu.
Şef,
''Başka bir emriniz var mı Ağa?’’ Saffet ağanın ‘şimdilik
yok’ demesiyle yanlarından ayrıldı.
‘’Tanıştırayım efendim. Memleketimizin
ileri gelen ailelerinden, böyük çiftçi ve fabrikatör Kamil ağa.’’ Kininci’ye
dönüp bu han’fendinin adı; Aşkım, bu han’fendi de Burçak.’’
Kadınlar bol, erkekler viski içerken, önce
Burçak, sonra da Aşkım, bir birinin benzeri olan yaşam öykülerini anlattılar.
Adı Burçak olan,
‘’Kamil ağa bizi dinlediniz. Sizin hikayeniz ne? Nasıl
geçiyor günününüz?’’
‘’Valla bacı, çiflikteysem zabah erden galkarım. Hafif bir gayfeltiden sona atıma biner,
tarlalarımı gezerim. Irgatlarla söyleşe söyleşe, anca öö’lene gadar
tarlalarımın öte ucuna ulaşırım. Öğlen yememi ırgatlarımla Allah ne verdiyse
yerim. Onlarla yemek yemekten heç mi heç gocunmam. Yeri gelir onlarla gazma
bilem fururum. Onlarla eyleştikten sonra bu sefer dönüş başlar. Aşamınan
da çiflik evine ulaşırım.’’
Kadınlar, kininci Kamil'n
anlattıkların hayranlıkla (!) dinlerken, söze Saffet Sarıbekiroğlu karıştı.
‘’Kamil ağa çırçır işi ne alemde? Bu sene ne
kadar pambık işleyecen?’’der demez, adı Aşkım olan konsomatris araya girdi.
‘’Ay sizin çırçır fabrikanız da mı var?’’
‘’Var bacı, buraya çırçırdan çıkıp, ayamın
tozuynan geldim zaten. Temizlenemedim
bile. Gusura galman.’’
Aşkım, elini Kininci’nin ceketine uzatıp,
yakasındaki, küçük bir pamuk parçasını parmakları arasına aldı.
‘’Belli oluyor çırçırdan geldiğiniz,’’
dedi.
''Doğrusun, temizlenemedim aceleynen...''
Aşkım, elindeki pamuk parçasını ışığa
tutup,
‘’Aaaa!
Bu hidrofil pamuk ama!’’
Kininci Kamil, hidrofil pamuk lafını
duyunca birden duraksadı, suratı asıldı. Ancak hemen kendini toparladı. Oyuna
getirildiğini anlayınca, Aşkıma dönüp, sertçe,
‘’Bacım sen oruspu musun, yoksa pamuk eksperi
misin ?’ Ardından başını önüne eğip, olanlara bıyık altından gülen Saffet ağaya
dönüp, duyulur duyulmaz bir sesle,
‘’Alacağın
olsun Saffet ağa’’ dedi. Oturduğu sandalyeden hızla kalkıp, pavyonu terk etti.
***
Kininci Kamil, uzunca bir süre Saffet
Sarıbekiroğlu’na dargın kaldı. Ne işliğine gitti, ne de onun bulunduğu arkadaş
gurubuna katıldı. Dargınlığın uzun sürmesinden rahatsız olan Sarıbekiroğlu,
araya Kamil’in kıramayacağı aracılar koydu. Ortak arkadaşları Kamil’in
sakalından girip, bıyığından çıktılar. Sonunda barışmaya razı ettiler.
Barıştıkları gün, Kininci
Kamil, Saffet Sarıoğlu’na
‘’Avrat sen öğretlemesen yakamdaki pambığın ezzaneden alınmış hidrofil pambık
olduğunu hayatta anlamazdı.
‘’Haklısın,
yarenlik olsun diye ben öğretledim avratları. Pambığın ezzaneden alındığını
söylesem de söylemesem de anlarlardı. Onlar kaçın kurası. Seni de, beni de suya
götürüp susuz getirirler. Feleğin çemberini yol etmişlerdir bilesin. Ama gene
de gusura galma, hep birlikte gülerik sandıydım. Bu kadar gönülleceğini bilsem
anam avradım olsun yapmazdım.’’
Kininci Kamil,
‘’Boş geç Saffet Ağa, unuttum bile.’’
''Sağ ol Kamil. Gelecek sefer benim gonuğum olacaksın. Çırçır
mırçır da, tarla takım da yok. Neysen o.’’ Topal Salih’e dönüp,’’ Salih sen de
gel.''
''Gelirim gelmesine de bir şartım var Saffet Ağa'' dedi Topal
Salih.
''Neymiş o şartın?''
''Yakamda hidrofil pambık olmazsa hayatta adım atmam
pavyona.’’'
Hep birlikte ağız dolusu güldüler
_____
Dikili- Ağustos 2020
Sohbet, pamuk üretiminden, pamuk fiyatlarından döndü dolaştı, kentin gece hayatında önemli yer tutan pavyonlara ve orada çalışan konsomatrislere geldi.
***
Pamukların toplanıp, çiftçinin cebine para girdiği o günlerde kent, ''yeter ki balın olsun sineği Bağdat'tan gelir'' sözünü doğrularcasına ağırlıklı olarak İstanbul'dan gelen, ya da kendilerini 'İstanbulluyum' diye tanıtan ‘pavyon sanatçılarının' akınına uğrardı. Pavyon sahipleri, pavyonlarında müşterileri ile sohbet edecek; onları dinleyip, dertlerine derman olacak(!) konsomatrisleri, bağlantı kurdukları 'ajanslar' aracılığı ile çok önceden sözleşmeye bağlarlardı. Bu kadınların fiziki güzelliklerinden sonra gelen en önemli özellikleri; iyi birer öykü anlatıcısı olmalarıydı. Öncelikle, bu hayata nasıl düştükleri ile ilgili çok acıklı bir yaşam öykülerinin olması gerekirdi. Öykünün gerçek olması çok da önemli değildi. Çünkü hemen her kadının yaşam öyküsü bir birine benzerdi. Sadece olayın yeri, zamanı ve kahramanların adı değişirdi. Anlatırken boğazlarının düğümlenmesi, yalancıktan da olsa gözlerinin dolması, öykülerini daha gerçekçi yapardı.
Pavyon sahipleri için makbul olan konsomatrisler ise, eşlik ettikleri 'hacıağaları', hesap pusulasında yazanları fark edemeyecek kadar sarhoş edip; onlara yüklü hesap ödetenlerdi. Hacıağalar, hesabın çok yüksek olduğunun ayırdına varsalar da, fazla ileri gitmeden ellerini oralarında, buralarında dolaştırmalarına ses çıkarmayan konsomatrislerin 'gül hatırı için' itiraz etmezler; yüklüce bir bahşişle birlikte hesabı öderlerdi. Ödülleri ise; genelde sarışın, ap'baa(beyaz tenli), balık etli konsomatrisin yanaklarına kondurdukları bir öpücük ve 'arayı soğutma kocacıım, gene gel' sözleri olurdu.
Saffet Sarıbekiroğlu, kahvesinden bir yudum alıp, çırçır fabrikası sahibi Topal Salih'e döndü. Topal Salih, deyim yerindeyse eğlence mekanlarının demirbaşlarındandı. Kentin gece hayatı ondan sorulurdu.
‘’Hafta sonu gidek. Bakalım dedikleri kadar var mıymış?’’
İşlikte oturanlardan, kinin ticareti yaptığı için ovadaki sıtma salgını nedeniyle çok para kazanan, kırklı yaşlardaki Kininci Kamil sitemli bir ses tonuyla,
‘’Saffet Ağa beni adam yerine koyup da bir gün bile pavyona götürmedin. Bu yaşıma geldim, pavyonun kapısından bile geçmedim. Yanına yakıştırmıyon ellehem(her halde)’’ dedi. Saffet Sarıbekiroğlu, babacan bir tavırla.
‘’Valla duvacın olurum.’’
‘’Ancak,’’ diye sürdü konuşmasını Saffet Sarıbekiroğlu, ’’götürürüm götürmesine de seni avratlara tanıtırken; ‘arkadaşımız kininci; kinin ticareti yapıyor’’ diyemem; yakışık almaz. Adanalıya yaraşır başka bir meslek bulmalı sana.’’
Odadakiler de Saffet Sarıbekiroğlu'nu başlarını sallayarak onayladılar.
Topal Salih,
‘’Sen bilin kirvem.’’
‘’ Hatta, çırçır fabrikası bilem var, derim. Bu arada hesabı da sen ödersin haa! Ne de olsa hemi böyük çifçi ve hemi de fabrikatörsün.’’
Saffet Sarıbekiroğlu ile Kininci Kamil, pavyona gidecekleri günü ve orada olacakları saati kararlaştırdıktan sonra Kamil, odakilere veda edip, ayrılmak için ayağa kalktı, kapıya yöneldi, tam çıkıyordu ki; Saffet Sarıbekiroğlu'nun ardından seslenmesi ile durdu.
Kininci Kamil teşekkür edip, işliktekilere bir kez daha veda edip, ayrılınca, Topal Salih,
‘’Valla alemsin Saffet ağa. Biz de gelek mi? Aalenceyi gaçırmayalım.’’
Saffet Sarıbekiroğlu, kararlaştıkları gün ama kararlaştırdıkları saatten daha erken pavyona gelip, önceden ayırttığı sahneye yakın masaya oturdu. Pavyonun girişinden, ayırttığı masaya dek kendine eşlik eden şef garsonun avucuna biraz para sıkıştırdıktan sonra,
‘’Aman ha! sakın dediklerimi unutma!‘’ Şef garson,
’’Emrin olur Ağam, en iyisinden ikisini gönderiyorum, ikisi de yeni geldi; Istanbıllılar’’ deyip uzaklaştı.
Kininci Kamil, tüm kibarlığı ile önce kadınların nazikçe ellerini sıktı, ardından Saffet Sarıbekiroğlu’nu da başıyla selamlayıp, şefin çektiği sandalyeye oturdu.
Şef,
''Başka bir emriniz var mı Ağa?’’ Saffet ağanın ‘şimdilik yok’ demesiyle yanlarından ayrıldı.
‘’Tanıştırayım efendim. Memleketimizin ileri gelen ailelerinden, böyük çiftçi ve fabrikatör Kamil ağa.’’ Kininci’ye dönüp bu han’fendinin adı; Aşkım, bu han’fendi de Burçak.’’
‘’Kamil ağa bizi dinlediniz. Sizin hikayeniz ne? Nasıl geçiyor günününüz?’’
‘’Valla bacı, çiflikteysem zabah erden galkarım. Hafif bir gayfeltiden sona atıma biner, tarlalarımı gezerim. Irgatlarla söyleşe söyleşe, anca öö’lene gadar tarlalarımın öte ucuna ulaşırım. Öğlen yememi ırgatlarımla Allah ne verdiyse yerim. Onlarla yemek yemekten heç mi heç gocunmam. Yeri gelir onlarla gazma bilem fururum. Onlarla eyleştikten sonra bu sefer dönüş başlar. Aşamınan da çiflik evine ulaşırım.’’
Kadınlar, kininci Kamil'n anlattıkların hayranlıkla (!) dinlerken, söze Saffet Sarıbekiroğlu karıştı.
‘’Kamil ağa çırçır işi ne alemde? Bu sene ne kadar pambık işleyecen?’’der demez, adı Aşkım olan konsomatris araya girdi.
‘’Ay sizin çırçır fabrikanız da mı var?’’
‘’Var bacı, buraya çırçırdan çıkıp, ayamın tozuynan geldim zaten. Temizlenemedim bile. Gusura galman.’’
‘’Belli oluyor çırçırdan geldiğiniz,’’ dedi.
''Doğrusun, temizlenemedim aceleynen...''
‘’Bacım sen oruspu musun, yoksa pamuk eksperi misin ?’ Ardından başını önüne eğip, olanlara bıyık altından gülen Saffet ağaya dönüp, duyulur duyulmaz bir sesle,
***
''Sağ ol Kamil. Gelecek sefer benim gonuğum olacaksın. Çırçır mırçır da, tarla takım da yok. Neysen o.’’ Topal Salih’e dönüp,’’ Salih sen de gel.''
''Gelirim gelmesine de bir şartım var Saffet Ağa'' dedi Topal Salih.
''Neymiş o şartın?''
''Yakamda hidrofil pambık olmazsa hayatta adım atmam pavyona.’’'
Dikili- Ağustos 2020