Tuhaf
Bir Temizlik Öyküsü
Babamın işi kentte olmasına
karşın tarla, takım işlerini yürütmesi için bir süre köyde oturmamız
gerekiyordu.
İlkokula köyde başladım.
Kente en yakın ve ulaşımı en kolay
iki köyden biri olmasına karşın o zamana kadar köyümüzde bir ilkokul yoktu.
Her ne olmuşsa olmuş; köyümüzde okul
o yıl açılmıştı (1)
Cami ile bitişik olan iki gözlü köy
odasına sıralar yerleştirilmiş; iki sınıfla öğretime başlanmıştı. O yıla kadar
köyde okul çağında olan çocuklar ya civar köylerdeki ilkokullara giderler, ya
da kentteki bir akrabalarının yanında kalır, öğrenimlerini orada sürdürürlerdi.
Bu olanaklar sadece erkek çocuklara tanınmıştı; kız çocuklarının başka bir
köyde, ya da kentteki akrabalarının yanında kalıp okula gitmesi görülmüş,
duyulmuş şey değildi.
İki sınıflı da olsa köyde okul
açılınca; okul yüzü görmeyen kız çocuklarına da gün doğmuştu. Öyle ki; o güne
kadar okul nedir bilmeyen 15-16 yaşlarındaki kızlar bile okula kayıt
yaptırmışlardı. Okulun açılmasıyla; ağabeylerinin kentten gelirken yanlarında
getirdikleri Pazar, Yelpaze ve Hayat gibi bol fotoğraflı dergilerin fotoğraf
altlarını, başkalarından yardım almadan kendileri okuyabileceklerdi
artık...
Köylük yerde genellikle bu
yaşlardaki kızlara görücü gelir, önce söz kesilir, kısa süre içinde nişan,
düğün derken; ardından çoluk çocuğa kavuşmaları beklenirdi. Onların bu yaşta
okula gidiyor olmaları; kızlarını beğenmediği görücülere verimkar olmayan
babalar için de iyi bir bahaneydi. Artık kızlarına gelen bu görücülere
rahatlıkla; ''daha yaşı küçük, okuyor...'' diyebilirlerdi.
***
Kentte doğup, orada büyüdüğüm için
okumaya çok meraklıydım. Bu merak ve isteğim; annemin yardımı ile okula
gitmeden okuma-yazmayı sökmemi kolaylaştırmıştı. Okuma, yazmamda sorun yoktu
ama gelin görün ki; okula kaydolmak için yaşım tutmuyordu. Köyümüze okul
açıldığında beş yaşımı dolduralı ancak 4 ay kadar olmuştu. Oysa okula başlama
yaşı yediydi. İlk başvurumuzda muhtar, okuma yazmayı biliyor olmama karşın,
yaşım tutmuyor diye beni okula almadı. Ancak; annemin, ardı arkası
kesilmeyen ısrarlı çabaları sonucu muhtar, 'Türko teslim' deyip; resmi kayıt
yapmamak koşulu ile ''idareten'' okula gidip gelmeme razı oldu.
***
Açıldığı gün, hepimiz okulun küçük bahçesinde toplanmış, gelecek öğretmenleri
bekliyorduk. Kentte öğrenim gören ağabeylerimizden biri, zil çalarak yanımıza
geldi.
''Haydin herkes sınıfa girsin. Birazdan muhtar emmi yeni
öğretmenimizle okula geliyor. Birler, ikiler ve üçler büyük odaya, dörtler ve
beşler küçük odaya geçsinler.''
Allahtan bu duyuru yapıldığı sırada
bizim ders göreceğimiz sınıfın kapısının hemen yanında olduğum için içeri ilk
girenlerden biriydim. Sınıfa girer girmez, ilk sıranın başına oturdum. Az önce
zil çalıp sınıfa girmemizi sağlayan ağabey, sıralarda yer kapmak için itişip,
kakışanlara müdahale edip; küçükleri ön sıraya, büyükleri arka sıraya
yerleştikten bir süre sonra, önde muhtar, ardında 25 yaşlarında, esmer, uzunca
boylu, öğretmenimiz olduğunu kestirdiğim biriyle içeri girdi.
Hemen ayağa kalktık.
Muhtar,
''Çocuklar bu Mustava öğretmen. Bu sene dersinize o
gelecek. Akıllı uslu olun, ders çalışın, öğretmeninizi üzmeyin'' anlamına gelen
konuşmasını yapıp, öğüt verdikten sonra öğretmenle birlikte 4 ve 5'lerin
okuduğu sınıfa geçtiler. Muhtarla öğretmenimiz çıktıktan sonra sıra kapma
tartışması yeniden alevlendi. Bunun üzerine zil çalıp bizi sınıfa sokan ağabey,
''Boşuna sıra kavgası etmeyin oğlum, öğretmen nasıl olsa
yeniden düzenleme yapacak'' diye bizi uyardı.
***
Bitişik sınıfla işini bitirmiş
olacak ki; Mustafa öğretmen, sınıfa bu kez yanında muhtar olmadan geldi.
Hepimiz ayağa kalktık.
Köy gençlerinin, köyün imamının
yönlendirmesi ile bir gün önce ocak (2) isi ve yumurta akı karışımından elde
ettikleri bir boya ile boyanmış kara tahtanın önünde durup, kendinden söz
etmeye başladı:
Buralı değil, dışarlıklıymış. Saz
çalarmış ve bekarmış. Köyde oturmayıp, sabah gelip akşam kente dönecekmiş. Çok
disiplinliymiş, yaramazlık edeni affetmez; cezalandırırmış. Gözdağı verir gibi
konuşmasından olacak; nedense ona içim ısınmadı.
Konuşmasını bitirince, sınıftaki oturma düzenini yeniden ayarladı: 1'leri,
2'leri ve 3'leri ayırıp, her sınıfı kendi içinde bir arada topladı. Bana
gelince; bir bakışta, hayatında hiç yerde biten yememiş (3) izlenimi uyandıran;
çelimsiz ve sıska bir çocuk olduğumu da anlamış olacak ki; oturma
düzenini yeniden yaparken beni yerimden kaldırmadı.
Sınıfta oturma düzeni sağlandıktan
sonra öğretmen, tahtayı, tebeşirle üç eşit parçaya böldü. Bölünmüş tahtanın biz
birlere ayrılan bölümüne tebeşirle dik, yatay ve yanpeş (4) çizgiler çizip bunu
defterlerimize geçirmemizi söyledi. Tahtanın ortada kalan bölümüne ise;
ikilere, toplama çıkarma ile ilgili sayılar yazdı. üçlere de ders kitaplarından
bir bölümü okumaları söyleyip, 4 ve 5'lerin sınıfına geçti.
***
Köyümüz kente çok yakın olduğu için okulumuzun tek öğretmeni olan Mustafa
öğretmen, daha ilk günden söylediği gibi köyde kalmaz, okula sabah gelir,
öğleden sonraki dersler bittikten sonra yeniden kente dönerdi.
Köyde herkesten büyük saygı görürdü. Saz çalmadığı öğle aralarında, köy
kahvesine gider, içeri girdiğinde, yaşlılar bile ayağa kalkardı.
Öğlen yemeklerini ise; öğrenci
velileri sırayla karşılardı. Çoğu öğle yemeği bulgur pilavı ve ayran olurdu.
Varsıl evlerin yemeği ise daha farklı olurdu doğal olarak... Sıra bize
geldiğinde annem tavuk, pirinç pilavı ve çorba yapmıştı, yanında da salata...
Yemeği büyücek bir tepsiye koyarak, en küçük amcamla birlikte götürmüştük.
Öğretmene tavuk ikram ettiğimiz için çok mutlu olmuştum o gün.
***
Bir sabah Mustafa öğretmen, sınıfa
girer girmez,
''Bugün Ali Babanın Çiftliği şarkısını hep beraber
söyleyeceğiz. Bilenler el kaldırsın.''
Ben dahil bilenler, el kaldırdık.
Bilenlerin sayısını yeterli bulmuş
olacak ki;
''Evvvett! Şimdi çiftlikteki hayvanların sesini
çıkaracakları belirleyelim. Kim kedi olmak ister?'' diye sordu.
Çoğunluğu kızlar olmak üzere, birkaç
el kalktı. Öğretmen kızlardan birine ''Sen kedi ol' 'deyip, kızın adını tahtaya
yazdı.
''Kim horoz olmak ister?'' sorusuna, bu kez hep erkekler el
kaldırdı.
El kaldıranlardan bir horoz, horozun
ardından sırayla at, köpek, hindi ve boğa gibi hayvanları seslendirecek
öğrencileri seçip, onların adlarını da tahtaya yazdı. Boğa olmak isteyenlerin sayısı o kadar çoktu
ki; öğretmen boğayı seslendirecek öğrenciyi seçmekte zorlandı. Daha önce adı
tahtaya ''horoz'' olarak yazılan Ali bile iki elini havaya kaldırıp,
horozluktan cayıp, boğa olmak için can atıyordu nedense. Sonunda öğretmen iri yarı birine boğayı
seslendirme görevi verdi.
Onun da adı kara tahtada kayda geçirildi.
Sıra eşeği seslendirecek gönüllüyü
seçmeye gelmişti.
''Kim eşek olmak ister?''
Sınıfta çıt çıkmayınca; öğretmen, sorusunun tam anlaşılmadığını sanmış
olacak ki, bir kez daha sordu:
''Kim eşek olmak ister?''
Sınıftan gene ses çıkmadı.
Sesine ve kalıbına göre Ali Baba'nın
çiftliğinde eşek olma olasılıkları, ufak tefeklere göre daha yüksek olanlar
başta olmak üzere, arka sıralardaki birçok öğrenci, kafalarını eğip, öndeki
arkadaşının arkasına saklanmaya başladı.
Öğretmen sınıftan gönüllü eşek
çıkmayacağını anlamış olacak ki;
''Anlaşıldı, ben seçeceğim'' deyip, üçüncü sınıflardan
birini, Yalçın'ı işaret etti:
''Yalçın ayağa kalk, eşek sen olacaksın'' deyince tüm sınıf
kahkahalarla gülmeye başladı.
Sınıfta gülünç duruma düşmekten
mutlu olmayan Yalçın, yerinden kalkmadan,
''Niye ben oluyom ki örtmenim''dedi.
Bu söz üzerine, arkalardan biri,
''Oğlum örtmen senden eyi eşşek mi bulacak bu kövde''
deyince,
Gülüşmelerin önü alınmaz oldu.
Öğretmen, gülüşmelerin bitmesini
bekledi.
Gözleri ile sınıfı şöyle bir
taradı...
Yanından ayırmadığı nar çubuğunu
eline aldı.
''Şimdi herkes sağ elinin
parmaklarını birleştirsin bakalım.''
Biz şaşkınlıkla ne oluyor demeye
kalmadan,
''Kime diyorum? Çabuk olun, çabuk
olun.''
En ön sıranın sıra başında ben
oturuyordum. Benden başladı sıra dayağına...
Nar çubuğu parmaklarıma inince
acıdan ağlamaya başladım. Mustafa öğretmen hiç oralı olmadı. Herkes sırayla nar
çubuğundan kısmetine düşeni aldı. Benle birlikte, özellikle birinci sınıflardan
birkaç kişi daha ağladı, nar çubuğunun acısından.
Sıra dayağı bitince, genellikle öğle
tatili sırasında çaldığı sazını dolaptan aldı. Sandalyesini sınıf kapısının önüne çekip,
çalmaya başladı...
Bu sıra dayağından, evde kimseye söz
etmedim. Sınıftakiler de kimseye anlatmamış olacak ki; olay normal bir şeymiş
gibi unutulup gitti.
Söz edilse de bir şey olacağı yoktu.
Çünkü aileler, çocuklarını okula teslim ederken ''eti senin, kemiği benim'', ya
da dayak yeyip şikayet edince de ''öğretmenin vurduğu yerde gül biter''
derlerdi.
***
Günler, günleri kovaladı. Bir sabah
Mustafa öğretmen, sınıfa girer girmez,
''Herkes cebinden mendilini çıkarsın, el ve tırnak
muayenesi yapacağım. Mendillerinizi
gösterdiğim şekilde iki elinizin baş parmakları arasına sıkıştıracak ve
avuçlarınız sıraya dönük, benim kontrol etmemi bekleyeceksiniz.''
Ardından cebinden bir mendil
çıkarıp, mendili nasıl tutmamız gerektiğini gösterdi.
Ben annemin kenarını özenle
çevirdiği ve üzerine adımın baş harflerini işlediği mendilimi öğretmenimin
tanımladığı şekilde katlayıp, iki baş parmağım arasına alarak, avuç içlerim
aşağı gelecek şekilde, ellerimi öne doğru uzatıp sıranın üstüne koydum .
Köylük yer...
Çoğu arkadaşımın mendili yok.
Mendili olmayanlar, alalacele defterlerinden bir yaprak koparıp; kopardıkları
kağıtları mendilmiş gibi katlayıp, başparmaklarının arasına yerleştirdikten
sonra, ellerini masanın üzerine dayadılar.
Mustafa öğretmen, elinde uzunca nar
çubuğu; kürsüden inip, ellerimizi kontrol etmeye başladı.
Ellerim tertemiz, üstelik mendilim
de var. Benim yanıma gelince hafif gülümsemeyle, ya da ben öyle sandım, başını
sallayıp, arka sıralara geçti.
El ve tırnak kontrolü bitince, kara
tahtanın yanına gelip,
''Mehmet, Atıf, tahtaya gelin'' dedi.
Mehmet, babasına emmi dediğim
yakın bir akrabamdı; ikimiz de birinci sınıf öğrencisiydik. Atıf ise,
bizden daha büyük; yapılı onüç, ondört yaşlarında ve ikinci sınıftaydı.
Bizler, 'ne olacak acaba' diye
merakla beklerken öğretmen,
''İkiniz ellerinizi kaldırıp arkadaşlarınıza gösterin''
dedi.
Atıf da Mehmet de ellerini
kaldırdılar. Her ikisinin elleri de, tırnakları da kir içindeydi. Hele Atıf'ın
elinin üstü kirden kemre (5) bağlamıştı.
Mehmet, başı öne eğik, biraz
utanmış gibiydi. Atıf ise sanki önemli bir şey yapmış gibi pis pis
sırıtıyordu.
Öğretmen,
''Atıf sen evinizden bir kazan getireceksin. Kazanı caminin
ön bahçesine kur. Mehmet sen de çalı
çırpı topla. Kazana suyu Orta Kuyu'dan doldurun. Su kaynayıp hazır olunca da
bana haber verin. Hadi bakalım'' deyip onları sınıftan çıkardı.
Atıf ile Mehmet, biraz da dersi
kaynatmış olmanın sevinciyle sınıftan çıktılar.
Öğretmen, Atıf ve Mehmet sınıftan
çıktıktan sonra temizliğin imandan geldiğini, bu yüzden sağlıklı olmak için
temizliğin şart olduğunu uzun uzun anlattı.
Oysa o yıllarda özellikle köylük
yerde yoksul evlerin çoğunda sabun, el yıkamaktan çok çimerken ya da yunakta (6)
çamaşır yıkarken kullanılırdı. Yazın erkekler köyün önünden geçen sulama
kanalında hemen her gün yıkanırlardı. Ama özellikle kışın yıkanma da öyle her
gün değil, haftada bir olurdu en erken ...
Kapı çalındı. Atıf, kapının
ağzından, içeri girmeden,
''Örtmenim su hazır.''
Mustafa öğretmen bize dönüp
''Yerlerinizden kalkmayın, az sonra döneceğim'' deyip, Atıf'ın
ardından çıktı sınıftan.
Birkaç dakika sonra geri döndü:
''Şimdi sessizce ve gürültü yapmadan caminin bahçesine
gidip, kazanın çevresinde halka olun. Ben ardınızdan geliyorum.''
Sınıftan sırayla çıktık ama çıkar
çıkmaz; kazanın çevresinde iyi bir yer kapmak amacıyla bir koşu, yarışa
başladık. İtişip kakışıp kazanın çevresinde çember oluştururken, öğretmen
gelip, suyu kontrol etti.
Kazandaki su kaynamak üzereydi.
Yanan kütlü(7) saplarından çıkan duman, kazandaki su buharına karışıp
yükseliyordu.
Öğretmen, yaptıkları işten memnun,
hatta öğretmenden kocaman bir aferin beklentisi içinde olan Atıf ve Mehme'te,
''Siz iki yanıma geçin.''
Biri öğretmenin sağına, öteki de
soluna geçti.
''Arkadaşlar, anlatılan bir çok şey çabuk unutulur. Ama
bazı şeyleri unutmamak için uygulama yapıp görmek gerekir. Birazdan temizliğin
ne kadar önemli olduğunu hep birlikte görerek öğreneceksiniz'' anlamında bir
konuşma yaptıktan sonra, olacaklardan habersiz, Mehmet ve Atıf'ın birer elini
dirseklerinin altından sıkıca tutup, bizlerin şaşkın bakışlarımız arasında
aniden kazandaki sıcak suya daldırdı.
Atıf, tıknaz ve yapılı olduğu için
eli daha suya değer değmez; çevik bir hareketle elini öğretmenin elinden
kurtarıp, söverek oluşturduğumuz çemberi yarıp kaçtı. Henüz yedisinde olan emmi oğlum, o kadar
şanslı değildi. Atıf'ı elinden kaçıran öğretmen, Mehmet'in öteki elini de suya
daldırdı. Mehmet, kendini öğretmenin güçlü ellerinden kurtarmak için tuzağa
düşmüş kuş gibi çırpınıyor, bir yandan ağlıyor, bir yandan da, öğretmene ana,
avrat, sülale ayırt etmeden sövüp sayıyordu.
Öğretmen bu çığlıklara kulaklarını
kapamış gibiydi; hiç oralı olmadı.
Çemberi oluşturan bizler donup
kalmıştık. Bu acımasızlığı yerimizden kımıldamadan, şaşkınlıkla
izliyorduk.
Öğretmen Mehmet'in elini ne kadar
suda tuttu anımsamıyorum. Temizliği (!) yeterli görmüş olacak ki; bir süre
sonra Mehmet'in elini sudan çıkardı, elleri kıpkırmızıydı oğlanın...
Ağlayarak evlerine gitti.
Uygulamalı temizlik eğitimi(!) sona
ermişti.
Öğretmen bir şey olmamış gibi sınıfa
yöneldi, ardından da biz.
Henüz sıralarımız oturmuştuk ki;
Atıf, sınıfı taş yağmuruna tutmaya başladı. Eline ne geçiyorsa atıyordu.
Öğretmen bu taş yağmuruna hiç tepki
vermedi, az önceki olay sanki hiç yaşanmamış gibi derse devam etti.
Aradan 10 dakika geçti, geçmedi
Mehmet'in nenesi, elinde bastonu, Mehmet ile birlikte sınıfa girdi.
Alışkanlıktan olacak hep birlikte
ayağa kalktık.
Ayşe nene, kapıdan girer girmez, doğrudan öğretmenin üstüne yürüdü. Bir yandan
bastonla öğretmene vuruyor öte yandan,
''Babasının sinine (8) s...tığım. Sen benim bi
denecik torunuma nasıl kıyar da ellerin yakarsın, dümbüükk!'' (9), deyip,
ağzına gelen küfürleri art arda saydırmaya başladı..
Öğretmen, başına ve vücuduna
rast gele inen bastondan ellerini siper ederek korunmaya çalışıyordu. Baktı ki;
baston darbelerinden kurtuluş yok; Ayşe neneyi omuzlayıp, açık olan sınıf
kapısından dışarı fırladı.
Ardından Ayşe nene ve olayın ne
olduğunu anlamaya çalışan bitişik sınıftakilerle biz...
Öğretmen okuldan çıkar çıkmaz, kahvede oturanların meraklı bakışları arasında,
koşar adım köyden ayrıldı.
Ayşe nene kahvenin önüne gelince, öğretmenin ardını bıraktı.
Olanlardan hala bir şey anlamayan kahvedekilere dönüp,
''Mıktaarr! Gonşular! Boynuna boz ipler ölçülecise bu
dümbük, adaklarla büyüttüğüm Memed'imin elini, kirli deyin, gaynar gazanda
haşlamış.'' diye bağırıyordu.
Muhtar,
''Gel Anşa hatun gel hele. Ortalığı velveleye verme' '(11) deyip
onun altına bir sandalye çekti. Kahveci de bir tas su getirdi.
''Ne oldu? Mustafa Öğretmen neden g...ne nişadır sürülmüş
gibi kaçıyordu?''
Olanı biteni hep bir ağızdan
anlattık.
Muhtar, Mehmet'in ellerine bakıp,
başını bir sağa bir sola salladı; cık cık çektikten sonra Ayşe neneye,
''Şimdi sen eve git, Memed'in eline bir eyi domates salçası sür.
Hemi acısını alır, hemi de gabarıkları bir kaç güne endirir. Çocuktur, iz miz
kalmaz'' deyip Ayşe neneyi yolculadı. Kahveden çıkmakta olan Ayşe nenenin
ardından da ,
''Maraklanma Anşa hatun. Yarın zabahınan ilk işim şeere gidip
vilayete varır, aldırırım köyden o imansızı'' deyip, bize döndü. ‘’Haydin
sınıfınıza gidin, birezden ben de geliyom.''
***
O günden sonra Mustafa öğretmeni bir
daha görmedik.
-----------
Korana
Tutuk Evi
Nisan 2020
-----------
1-1956.
2-Ocak: Köy evlerinde kullanılan şömine.
3-Yerde biten yememiş: Çok zayıf..
4-Yanpeş: Çapraz, eğik.
5-Kemre:Kurumuş inek pisliği, tezek, yaranın kabuk bağlanmış hali.
6-Yunak: Yıkanılan ya da çamaşır yıkanan yer.
7-Kütlü: Pamuk, çiğidi alınmamış pamuk.
8:Sin: Sine, göğüs, bağır
9-Dümbük; Katın satıcısı, pezevenk, gavat
10-Velveleye vermek :Gereksiz yere, heyecan yapmak, ortalığı karıştırmak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder