Bir Çullukla Göz Göze Geldiniz mi Hiç?
Eşimle, elimizde tüfeklerimiz saatlerdir
dağ, tepe dolanıp duruyoruz. Bunca zaman taban teptik; bırakın fişek yakmayı,
nişan alabileceğimiz ne bir uçara, ne de kaçara rastladık.
Ekim ortası olmasına karşın hava
alabildiğine sıcak. Elimiz, yüzümüz toz toprak içinde; giyitlerimiz cımcılık (1),
ter sırtımızdan aşağı akıyor. Güneş ufka devrilmeye başladı. Bu saatten sonra
da yolunu şaşırmışların dışında fişek yakacağımız bir şeye rastlamamız mümkün
değil. En iyisi; sabahın köründe bir akaryakıt istasyonuna bıraktığımız
arabamızı alıp, eve yollanmak.
Bulunduğumuz tepeyi aşınca, ana yola
paralel, toza bulandığı için rengi yeşilden boza dönmüş çalılıkları gördüm. Çalıların
dibinde, yol boyu uzanan bir dere olmalı. Gerçi ekim ortasında derelerde pek su
bulunmaz ama gene de şansımı denemek istedim. Derede su bulursak, önce elimizi
yüzümüzü tozdan, topraktan arındırır, biraz dinlendikten sonra da arabamızı,
bıraktığımız akaryakıt istasyonundan almak için yola koyulabiliriz. Tüfeğimi,
namlusu yukarı gelecek şekilde çaprazlama asıp, bana yaklaşık 100-150 metre
gerimden gelen, bir av hayvanına rastlama umudunu yitirdiği için tüfeğini çok
önceden omzuna çaprazlama asmış olan eşime dereyi gösterip, beni izlemesini
işaret ettim. Tepeden aşağı çalılığa doğru paldır küldür yürümeye başladım.
Toprak o kadar kuru, hava o kadar nemli ki; ayaklarımın altından kalkan toz bulutu
bir süre havada asılı kalıyordu sanki…
Toz topraktan rengini kaybetmiş
olan böğürtlen, hünnap ve ılgın çalılarının arasından geçip dere yatağına
ulaştım. Derede umduğumdan fazla su vardı. Derenin genişlediği yerlerde oluşan
göletlerin çevresinde kurumuş koyun, keçi ve sığırların ayak izleri ile
bunların su içtikten sonra bıraktıkları pislikleri vardı. Derenin, nispeten
temiz akan bir yerinden avuçladığım ilk suyu yüzüme çarparken eşim geldi.
Anlaşılan o benim kadar sıcaktan
bunalmamış olacak ki; ilk sözü,
''Hünaplara
bak! Amma da çoklar!'' Eşim hünnabı çok severdi.
''İstediğin
kadar toplarız'' dememe kalmadan sert bir kanat sesi ile irkilip, sesin geldiği
yöne döndüm. 'Ne oluyor?' dememe kalmadan, yaklaşık 20-25 metre ötemden irice
bir kuş havalandı. Bu bir çulluktu. Yıllardır bir çulluğu havada görmemiştim.
Anlaşılan o da bizim gibi susamış; tam su içiyorken, biz üstüne gelmişiz. Eğer
susuzluğunu tam anlamıyla giderememiş ise, yeniden dereye inecektir. Dere
içinde iken onun nereye konduğunu görmem zordu. Bu nedenle hızla karar verip,
derenin içinden geçtiği tapıra (2) bir kaç adımda çıktım.
Çulluk dere boyundan ayrılmadan uçmaya
devam etti. Yaklaşık 100 metre sonra alçalıp, yeniden dere yatağına kondu.
Tüfeğimi omzumdan aldım; hafifçe öne doğru eğilip, sessizce dere boyunca
yürümeye başladım. Eşime, beni izlememesi için işaret vermek amacıyla bir ara
arkama döndüm. Eşim, benim ardımdan dereden çıkmış, uyarıma gerek kalmadan
çoktan yere çömelmiş, olacakları izlemeye koyulmuştu.
Tüfeğim elimde, parmağım tetikte…
Çulluk, derenin içinden aniden havalandı. Aramızdaki
mesafe çok az; çulluk nerdeyse namlumun ucunda…
Tüfeği doğrulttum, göz, gez arpacık…
Çulluk telaşlı; uzaklaşmaya çalışıyor…
Uçtuğu yöne doğru namluyu çeviriyorum.
Göz, gez, arpacık, çulluk…
Parmağım tetikte…
Tetiğin boşluğunu aldım…
Çulluk bir an başını çevirip bana mı baktı?
Yoksa bana mı öyle geldi? bilmiyorum.
Elim tetikte, çulluk tam hedefimde.
Arkamdan eşim bağırıyor.
''N’olur vurma, çok
yazık!’’
***
Ortaokul sıralarındayken Mahmut Yesari’nin
‘’Çulluk’’ adlı öyküsünü okumuştum. Öykü, karlı bir kış günü, avcı tarafından
canlı olarak yakalanan bir çulluğun, sevilip okşanmasına, yaşaması için özen
gösterilmesine karşın, tutsaklığa dayanamayıp, avcıya diktiği kin ve nefretle
dolu gözlerini kapadıktan sonra yavaş
yavaş ‘’ölüme uçuşunu’’
anlatıyordu.
Nasıl oldu bilmem; çullukla göz göze
geldiğimi sandığım anda birden o öykü geldi aklıma.
Tüfeğimin namlusunu havaya kaldırdım;
çulluğu hedefimden uzaklaştırıp tetiği çektim.
Bir el, bir el daha…
Tüfeğimin sesi, az önce bulunduğum tepede
yankılanırken, çulluğun daireler çizerek uzaklaşmasını, o gözden kayboluncaya
kadar izledim.
Birkaç dakika sonra eşim yanıma geldi.
Soluk soluğa;
''İyi ki vurmadın’’
‘’Elim gitmedi; vuramadım.’’
O güne kadar birlikte avlandığımız eşim,
üsteledi:
‘’Sahi neden vurmadın?''
''Önce derede elimizi
yüzümüzü yıkayalım, niye vurmadığımı yolda anlatırım.'’
***
Bu olayın üzerinden yaklaşık yıllar geçti.
O gün bu gündür bir daha canlı hedefe namlu doğrultmadım.
Hala kendime sorarım: 'Çulluğu vurmayışıma
sebep; eşimin ‘’yazık be vurma !’’
deyişi miydi yoksa Mahmut Yesari’nin Çulluk Öyküsü müydü?'
Bu soruların yanıtını o gün, bu gündür hala
verebilmiş değilim.
‘’Sahi, şimdiye dek namlunuzun
hedefinde olan bir çullukla göz göze geldiniz mi hiç?’’
------
İstanbul-2016
-----
1-Sırılsıklam
2-Tapır: Köylerin dışında, genelde tarıma elverişli olmayan,
yüzeyi yer yer kayalık ve taşlık alan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder