TANIDIĞIM İLK ÇİÇEK ÇOCUĞU
Aylardan Kasım; yazdan kalan bir gün. Evimizin bahçesinde ailecek
kahvaltı yapıyoruz. Babam kahvaltı masasından her zamanki gibi erken kalkmış,
elinde sigara; sade kahvesini içiyordu. Anneme seslendi,
‘’Hanım! Bu
gün Zihnilere gezmeye gideceğiz, kahvaltıdan sonra hazırlanmaya başlayın’’
dedi.
Zihni amcam, yaşamı roman olacak kadar renkli bir kişilikti. Onun bize
anlatacağı mutlaka yeni serüvenleri vardır. Kahvaltı sofrasında olan ben ve
kardeşlerim, gezme sözünü duyunca; annemin,
‘’Yavaş yiyin!
Boğulacaksınız! Arkanızdan atlı kovalamıyor’’ demesine karşın, çar çabuk
bitirdik kahvaltımızı.
Annem, kardeşlerimi giydirmeye çalışırken, babamla ben çoktan
hazırlanmış, bahçe kapısının önünde annemle kardeşlerimin gelmelerini
bekliyorduk. Kız kardeşlerimin, giyecekleri elbise konusunda kendi
aralarında ve annemle yaptıkları tartışma, bahçe kapısında bekleyen bize kadar
geliyordu. Babam, baktı ki elbise seçimi uzayacak,
‘’Biz
gidiyoruz hanım, siz ardımızdan gelirsiniz’’ dedi. Babamın hafif tertip uyarısı
etkisini göstermiş olacak ki, birkaç dakika sonra annem ve kız
kardeşlerim alı al, moru mor; sokurdana sokurdana (1) geldiler.
***
Amcamlar, Adana’nın dış mahallelerinin birinde, yıllar önce
Bulgaristan’dan gelen göçmenler için yapılmış konutlarda kiracıydılar.
Pazar günü olması nedeniyle yollarda fazla araç yoktu. Evimizden
ayrıldıktan yaklaşık 15 dakika sonra amcamlardaydık.
Amcamlarda coşkuyla karşılandık. Bizi, sadece konukların ağırlandığı; bu
nedenle kapısı hep kapalı tutulduğu için hafif nem kokan ‘’konuk odasına’’
aldılar. Amcamın erkek çocuğu olmadığı için kız kardeşlerim,
amcamın kızları ile bahçeye çıktılar, ben büyüklerin yanında kaldım doğal
olarak…
Karşılıklı olarak hal, hatır sorulduktan sonra amcam,
‘’Ağa!’’
dedi babama. ‘’Buraya bir gavur gelmiş, düneen (dün) kavede gördüm. Saçı sakalı
birbirine garışmış; acayip bir tip’’.
‘’
Nereliymiş, ne işi varmış?’’
‘’Valla
bilmiyom, yürüyerek taa Çin’e mi ne gideceemiş. Kavedekiler
dediydi’’
‘’Tuhaf!
Derdi neymiş ki ?’’
‘’İstersen
kahveleri orda içelim, sen sorarsın kimmiş, neyin nesiymiş?’’
Amcam,’’sen sorarsın, kimmiş, neyin nesiymiş’’ derken, babamın liseden
kalma Fransızcasını kast ettiğini sanıyorum. Gerçi babamdan şimdiye dek yarı
Türkçe yarı Fransızca olan ‘’Quel
alaka’’(2) dışında Fransızca sözcük duymadım. Adam Fransızca biliyorsa, bakalım babam ‘’Quel’’
dışında neler biliyor, göreceğiz
İyi de adam ya Fransızca bilmiyorsa ne olacak? Kabak benim başıma
patlamasın? Öyle ya! ne de olsa iki aydır İngilizce öğreniyorum ortaokulda. Ancak
iki ayda ne öğrenilir ki? ‘’gittiğim Antep, yediğim pekmez’’ misali;
benim İngilizcem de o kadar… .
***
Babam,
amcam ve ben kahvehaneye gitmek için hep birlikte evden çıktık. Kahvehaneye geldiğimizde görünürde amcamın
tanımladığı kişiye benzer kimse yoktu. Babamla amcam, kahvehanedekilerle
selamlaştılar, Babam, tam ’’gavuru’’ görüp, görmediklerini
soracakken, kahvehaneye, yaklaşık 20-25 metre uzaklıkta, bir duvarın duldasına (3) çektiği sandalyeye oturmuş, Kasım
güneşinin insanın içini ısıtan son ışıklarından yaralanmaya
çalışan, kara giyimli birinin farkına vardım. Çevresinde, çömelmiş; onu merakla
izleyen bir kaç da çocuk vardı. Babamı dürttüm.
‘’Babaaa! Fransız orda.
Deyha!’’(4) deyip adamın oturduğu yeri işaret ettim.
Adama neden
Fransız dedim ki?
Belki de
farkında olmadan adamın Fransız olmasını diledim; ihale bana kalmasın da, adam
babamla Fransızca konuşsun diye…
Adam
kendisine doğru geldiğimizi görünce, arkalığını duvara dayadığı sandalyesini
doğrultup, ayağa kalktı.
Yaklaşık 25
yaşlarında, uzun boylu, güneş yanığı tenli, düzgün taranmış
kumrala yakın uzun yağlı sarı saçlı ve sakallıydı. Başında
da takke vardı. Üzerinde, etekleri yere
kadar uzanan, dervişlerin giydiklerine benzer koyu kahve rengi bir cübbe
ve ayaklarında iki gün önce yağan yağmurun izlerini taşıyan, çamuru
kurumuş deri çizmeler... Bizi görünce soran bakışlarla gülümsedi.
‘’Anlattığım adam işte bu‘’dedi
amcam.
Babam,
başıyla selam verir gibi yaptı. Bana dönüp,
‘’Sor bakalım Yaşar, adam
kimin nesiymiş’’?
Yapma be
baba! Şimdi ben ne diyeceğim adama? Sonra adamın İngiliz olduğu ne belli. Belki
de Fransızdır. Kolaysa sen Fransızca sor adama necisin diye. İnsaf yahu! Daha 2 ay oldu ya
da olmadı İngilizceye başlayalı.’’
Ben bunları
düşünürken, babamın gözleri üstümdeydi. Emir büyük yerden. Umarsız
boyun eğip, yaradana sığınıp ilk soruyu sordum.
‘’What’s your name ?’’
Adam
gülümseyerek,
‘’Klaus’’ diye yanıtladı
sorumu. Aman Allahım! İlk kez İngilizce öğretmenim dışında biriyle İngilizce
konuştum.
Babamlara dönüp ‘’Klaus’muş adı‘’dedim.
‘’Anladım’’ dedi babam.
‘’Klaus, Alman ismi. Alman olmasına Alman gibi duruyor ama emin olalım
gene de. Şimdi sor bakalım nereliymiş?’’
‘’Baba sen
nüfus memuru musun, polis misin? Ne’edecen adamın nereli olduğunu? Sonra Klaus
Alman adıysa; ben niye İngilizce soruyorum? Almanca bilen birini bulsak ya?’ dedim kendi
kendime. Üstelik biz daha ‘nerelisinin’ İngilizcesini öğrenmedik okulda,
ya da öğrendik ben unuttum. Yetiş ya Gatenby!(5). Gatenby’in yetişeceği yok,
yaradan sığınıp; sordum.
‘’Are you Alman?’’
Adam, ‘sabah sabah nedir bu başıma gelen’ dercesine
bir kez daha gülümsedi ama bu gülümseme biraz zorlama gibi geldi bana.
Kendisine bu tür soru soran kaç kişiye benzeri yanıtları vermek zorunda
kalmıştı kim bilir? Kahvehanedeki insanlardan
uzak oturmasının nedeni de bu saçma sorular olmalıydı diye düşünürken, aksanlı,
kırık bir Türkçeyle ,
‘’Evet ben Alman’’ dedi. Bunu
Türkçeye çevirmeme gerek kalmadı. Babam, amcam ve Alman'ı merakla izleyen
çocuklar, hep bir ağızdan,
‘’Almanmış ‘’diye ünlediler;
neredeyse sevinçten el çırpacaklardı. Babama baktım. Adamın adının Klaus olduğunu öğrenince; onun
Alman olduğunu ilk tahmin eden kişi olmanın gururu yüzünden okunuyordu. Kalus,
benden yeni bir soru sormamı beklemeden,
‘’Ben Katmandu
gitmek’’dedi.
‘’Sen ne yapmak
Katmandu’da?’’ diye sordu babam.
Babamın
Türkçesi’nin (!), kendisinin konuştuğu Türkçeyle aynı düzeyde olması
Klaus’u cesaretlendirmiş olmalı
ki; konuşmamızı Türkçe (!) sürdürdük.
‘Varlıklı
bir ailenin oğluymuş. Türkçe hariç 5 dil biliyormuş. Üniversite
öğrencisiyken Nepal’in başkenti Katmandu’ya gidip bir süre orada kalıp, Budizm’i
incelemeyi kafasına koymuş. Mezun olduktan sonra da Almanya’dan yürüyerek
yola çıkmış; Avusturya, Yugoslavya ve Bulgaristan’dan geçip, Kapıkule sınır
kapısından Türkiye’ye girmiş. Üç aydır Türkiye’deymiş. Adana’ya da üç gün
önce gelmiş, Türkiye’de bir süre daha kaldıktan sonra Suriye’ye geçecekmiş. Oradan da ver elini, Katmandu…’ Babamı ve amcamı bilmem
ama ben Katmandu sözcüğünü ilk kez duyuyorum. Nerde ola ki? Oraya gitmek için,
bunca ülkeden geçtiğine göre ‘’kör itin öldüğü
yerde’’ olmalı Katmandu.
Klaus’un
derdini anlatmaya çalıştığı üç aylık Türkçesi, kendisini yormuş (!) olacak ki;
soluklanmak için bir süre sustu.
Babam
sabırsız,
‘’Eeee!’’
Babam
‘’Eeee’’ deyince, Klaus ‘’ne diyorsun’’ der gibi babama baktı. ‘’Eee’’ ne
anlama geliyordu? Öğrendiği Türkçe’de bu ünlemi hiç duymamış olacak ki; yardım
istercesine, soran gözlerle bana baktı. İyi de‘’Eee’’nin İngilizcesini ben de
bilmiyordum.
Onun kaş
göz işareti ile ‘’Eee’nin anlamı ne’’diye sorduğu soruyu, ellerimi iki yana
açıp, tüm sevimliliğimle gülümseyerek yanıtladım:
‘’Ben de bilmiyorum…’’
Allahtan
babam, uluslararası işaret dilini kullanmayı akıl etti; bir yandan sağ eli ile
küçük daireler çizerken, öte yandan da,
‘’Devam, devam!’’ diyerek
eliyle yaptığı işareti pekiştirdi.
Klaus,
devamın ne anlamına geldiğini anladı mı, yoksa babamın eliyle yaptığı işaretten
mi tahmin etti? Bilemiyorum. Ama kaldığı yerden anlatmayı sürdürdü.
‘Katmandu’ya
gidince orada Budist rahiplerle yaşayıp, Budizm’i inceleyecek, Katmandu’ya dünyanın dört bir yanından
gelen insanlarla tanışacak, onlarla görüş alışverişinde bulunup, kendini
yenileyecekmiş. Dönüşünde de bu serüvenini kitaplaştıracakmış.
Sonunda
Klaus, ‘tüm öyküm bu dercesine;’ bir kez daha gülümseyerek, her iki elini yana
açıp sustu.
Doğal ki;
Klaus bire bir böyle konuşmadı. Ben Onun Türkçesini, anladığım kadarıyla ve ne
demek istediğini kestirimde bulunarak kendi Türkçeme çevirdim. Klaus’un konuşması bitince, babam amcama,
‘’Açtır bu gavur’’ dedi.
Amcam,
‘’Vakit öğleye geliyor;
açtır’’ diye onayladı. ‘’Üstelik çok kötü kokuyor. Her halde günlerce
yıkanmamış ’’ diye ekledi.
Klaus
merakla babamla amcamın konuşmalarına kulak kabartmış, konuşulanlardan anlam
çıkarmaya çalışıyordu.
Amcam, sağ
elinin parmaklarını birleştirip, ağzına doğru birkaç kez sallarken, sanki
karşısında sağır varmış gibi bağırarak,
‘’Klaus aç mısın, aç
mısın? Yemeek yemeek’’ dedi. Klaus ya amcamın eliyle yaptığı aç mısın anlamına
gelen işaretten anladı, ya da aç sözcüğünün ne anlama geldiğini
biliyordu? Elini midesine vurarak,
‘’Aç, aç!’’
Amcam ’tamam’
anlamında başını salladı. Babama dönerek,
‘’Bu herifi
yıkamak da lazım’’
‘’!’’
‘’Şimdi eve
giderik, su ısıtır, bunu hayrımıza çimdiririk’’ (6) deyip, babamın da onayını
aldıktan sonra Klaus’a
‘’Banyo, banyo’’ diye
bağırdı.
Klaus,
yardım ister gibi bana baktı. Banyonun İngilizcesini bilmiyorum. Babamın ‘’quel alaka’’ ile sınırlı Fransızcası’ndan ise,
hiç umudum yok. O zamanlar (7) şimdiki gibi banyolarımızda duş da yoktu.
Dolayısı ile duş nedir bilmezdik. Duşu bilsem, banyoyu işaretle kolayca
anlatabilirdim. Gene iş bana düştü. Hemen akıl yürüttüm. Banyo ne ile
yapılır? Su ile. Suyun İngilizcesi ne? Water. İşi çözmüştüm. Gözlerini hala
benden ayırmayan Klaus’a dönüp,
‘’Look Klaus!’’ dedim.
‘’Water!’’ Elimi başıma götürdüm, saçlarımı su ile yıkar gibi yaptım. Klaus,
‘’Biliyorum, anlıyorum;
having shower, ok’’ dedi. Zor bir işi başardığım için kendimle gurur duydum…
***
Klaus’ alıp
eve doğru yürüdük. Yengem sofrayı hazırlamış, bizi öğle yemeğine
bekliyordu. Amcam Klaus’a ‘uzaydan gelen adama’ nasıl bakılırsa, öyle bakan
yengemin soru sormasına fırsat vermeden,
‘’Klaus, bizim
misafirimiz. Siz yemeğe bizi beklemeyin. Biz bahçede oturacağız. Klaus’u
çimdirdikten sonra biz de bir şeyler atıştırırız. Kocasını çok iyi tanıyan (!),
onun ne zaman, ne yapacağını hiç bir zaman kestiremeyen yengem bir şey söylemeden
içeri girdi. Biz de doğrudan bahçeye geçtik. Klaus’dan yengem aracılığı ile
haberi olan annem yanımıza geldi.
Klaus’a hoş
geldin dedikten sonra babama döndü. Suratı asık;
‘’Kim bu Allah aşkına, yolda
bulduğunuz herkesi azıtılmış (8) it eniği gibi sahiplenmeyin’’dedi. Babam,
‘’Siz çocukları doyurun, sonra
anlatırım’’ deyip, kestirip attı.
***
Klaus banyo
yaparken, babam ve amcam, anneme ve yengeme Klaus’un öyküsünü anlattılar.
Sonunda, varlıklı bir aileni tek çocuğunun, babasının servetini bir yana
bırakıp, saç sakal bir birine karışmış; yayan yapıldak seyahat etmesinin pek
akıllıcab bir iş olmadığı konusunda ortak kanıya vardılar. Annem,
‘’Yayan yapıldak yola
düşmesinin bizim bilmediğimiz bir nedeni vardır, kim bilir. Gene de gözünüz
üstünde olsun’’ deyip, konuşmayı noktaladı.
Sofraya
oturduğumuzda, üzerinde amcamdan emanet aldığı giysilerle, yüzü aydınlanmış,
saçı sakalı, taranmış, yepyeni bir Klaus vardı karşımızda.
Yemekte
kıymalı çubuk makarna vardı. Biz makarnayı, çatala dolamak için savaşırken, o
çatalla aldığı makarnayı, kaşığın içinde çeviriyor, düğümleyip(!), tabağa
dökmeden ağzına götürüyordu. Çubuk makarnanın bu şekilde yendiğini ben de masadakiler de ilk kez görüyorduk. Makarna yiyişini
hayranlıkla izledik Klaus’un…
***
Klaus bir
süre amcamlarda konuk oldu. Bir kez de babam bizim eve yemeğe çağırdı. Artık
rastlantı mı bilmem; annem o gün çubuk makarna yapmıştı. Belki çubuk
makarnanın tabağa dökmeden nasıl yendiğini bir kez daha görmek istiyordu; kim
bilir?
Klaus, bir
gün amcama yol parasını çıkarmak için çalışmak zorunda olduğunu söyleyince, onu
köydeki büyük amcamın yanına götürdük. Büyük amcam ona hayvan bakımı
işi verip, kalması için eskiden evdecimizin (9)) oturduğu, o günlerde boş olan
bir de oda verdi.
Klaus
amcamın yanında 6-7 ay kadar çalıştı. Amcam ona, bundan sonraki yolculuğunu
yayan yapıldak yapmak yerine atla yapması için bir de at satın aldı.
Ayrılacağı
gün oradaydık. Babam,
‘’Klaus, nasıl memnun
musun ağamadan?’’ diye sordu. Aradan geçen zamanda dikkat ettim, babamın
Türkçesi (!) de düzelmişti.
‘’Sen şen, Müdür şen,
Zihni şen’’ dedi. Şen derken ''iyi insanlarsınız'' demek istedi sanırım.
Teker teker
ellerimizi sıktı, babam atına binmesine yardım etti. Eğere yerleştikten sonra,
cüppesinin yeniyle gözlerini sildi. Ya ağlıyordu, ya da gözüne bir şey
kaçmıştı. Yavaş yavaş uzaklaşırken bir kez daha dönüp, onun ardından baka
kalan bizlere son bir kez daha el salladı.
***
Klaus,
yaşamım boyunca gördüğüm ilk ‘’Çiçek Çocuğuydu.’’Soy adını öğrenmeyi akıl etmiş
olsaydım; yazmayı düşündüğü kitabı bulup okumayı çok isterdim.
-----
Dikili- Temmuz 2020
-----
1- Sokurdanmak: Kendi kendine söylenmek.
2- Qeuel Alaka: İlgisi yok
3- Dulda: Rüzgara kapalı, rüzgar almayan
4- Deyha: İşte, işte orada
5- Gatenby: Ortaokullarda okutulan, ‘’A Direct Method
Engilish Corurse’’ kitabının yazarı.
6- Çimdirmek:Yıkamak
7- 1961 yılı
8-Azıtmak:Uzaklaştırmak, serbest ve başıboş bırakmak.
9- Evdeci: Varlıklı
çiftçilerin yanında genelde temizlik yapıp ırgatlara yemek pişiren erkek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder