14 Eylül 2020 Pazartesi

La Scala



LA SCALA'DA ADANA ÇİFTETELLİSİ

90’ların ortası. Bir grup arkadaşımla, bir şirketinin düzenlediği turla Madrit’e gitmiştik. Gezilip görülecek yerleri turladıktan sonra geleneksel İspanyol müziğini dinlemek ve halk oyunlarını izlemek için, Madrit’in en ünlü gösteri merkezi olan La Scala’ya gitmeye karar verdik

Gösteri merkezi çok büyüktü. Hiç abartmıyorum, sahnesi bile yarım dönüm kadardı. Allahın şanslı kuluymuşuz ki, bizim gruba verilen masa sahneye bitişikti..
Bizler, La Scala’ya giriş fiyatına dahil olan ucuz şaraplarımızı yudumlarken, o güne kadar bu tür yerlerde izlediğim tüm orkestralardan  çok daha fazla sanatçıyı barındıran La Scala orkestrası sahnede yerini aldı. Orkestra öylesine kalabalıktı ki,  La Scala'da olduğumu bilmesem, 'Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın bir konserine gittiğim duygusuna kapılabilirdim.. Sahnenin neden bu kadar büyük olduğunun nedeni orkestraymış meğer. 

Program orkestranın çaldığı Latin müziği ile başladı. İnsanın içini kıpır kıpır eden müziğin ilk notaları duyulur, duyulmaz dans etmek isteyen  çiftler pisti doldurdular. Sahnede 72 milletten insan var. Kendilerini ateşli Latin müziğinin nağmelerine kaptırmışlar, sanki ibadet ediyorlarmış gibi huşu içinde dans ediyorlar. Bu arada gözüm  Japon olduklarını sandığım bir kaç çifte takıldı. Ben sadece güzel ülkemde kız kıza dans edildiğini sanıyordum. Ama dans pistinde kız kıza dans eden Japonları gördükten sonra ülkem adına gurur duydum. Demek ki kız kıza dansı taa Japonya’ya kadar ulaştırmışız. 

Masadaki ucuz şarap içilesi değil. Bir yudum aldıktan sonra, bardağı  masada kaderi ile başbaşa bıraktım. Gözüm sahnede...

Latin müziği şişede durduğu gibi durmuyor. Sahnede bir adımlık boş yer gören, hemen sahneye fırlıyor. Benim içim kıpır kıpır; serde Akdenizlilik var... Bu kış gününde bile kaynıyor kanım... Bir an önce piste  çıkıp kurtlarımı dökmek istiyorum ama eşim hiç oralı değil. Karşımda oturmasına karşın onun da gözü sahnede, başına geleceğini tahmin etmiş olsa gerek (!), benimle göz göze gelmekten çekinir gibi bir hali var. Haklı da ben ne kadar 'zıpırsam', O, o kadar ağırbaşlı.

İspanyolca ve İngilizce yapılan bir duyurunun ardından dans edenler yavaş yavaş sahneyi terk ettiler. Son çift de sahneden inince; İspanyolların geleneksel dansı olan Flamenko gösterisi başladı. Ben sunucunun yalancısıyım: Grubun baş dansçısı İspanya’nın en ünlü Flamenko sanatçısıymış. Yıllar önce Ankara’da yaşarken, kulüp Feyman’da İzmarita ( adı gerçekten izmaritaydı; şaka yapmıyorum) adlı  bir dansçıdan Flamenko izlemiştim. Bu ikinci oluyordu. Bu yüzden adamnın yeteneği konusunda bir yorumda bulunmam abesle iştigal olur. Dansçı adına tek söyleyeceğim şey adamın İspanyol çingenesi olduğuydu. Hadi ırkçı olarak suçlanmamak için çingene sözcüğünü, roman olarak düzelteyim. Grubun gösterisi bitti. Dansçıları alkışlarla uğurlar uğurlamaz, sahneye çıkmak için adeta ‘’aportta ‘’bekleyen ‘’ bir grup akrobat sahneyi işgal etti

Hopladılar, zıpladılar, attılar, tuttular…Sahnenin hemen kıyıcığında onları izlerken, hoplayıp zıplayan akrobatlardan birinin, hedefi tutturamayıp benim üstüme düşer de ''telef'' olurum tedirginliği içinde buram buram terlesem de ne yalan söyleyeyim akrobatları çok beğendim. İşlerinin ustasıydılar doğrusu... Salondaki bini aşkın izleyici ile birlikte canı gönülden alkışladığım akrobasi grubunu da selametle yolculadık.

Akrobatların ardından sahneye gene orkestra geldi. Yeniden Latin müziği çalmaya başladılar. Eşim bir ara gözünü sahneden ayırıp bana döndü.  Bakışlarını yakaladım. Uçarı kaçarı yok artık. Dans zamanı... Her centilmen(!) erkek gibi eşime,
     ''Benimle dans edermisiniz han'fendi'' deyip yanıtını beklemeden elinden tutup, piste çıkardım. Ne kadar dans ettiğimizi anımsamıyorum. Sahne, bedava ramazan erzakı dağıtıldığında olduğu  gibi iğne atsan yere düşmeyecek kadar olan kalabalıktı. Ancak bir süre sonra dans edenlerin sayısı, vergi vermek için maliye gişesinin öndünde kuyrukta bekleyen vergi mükellerflerinin sayısına indi.
Eşim,
     ''Ben yoruldum, oturalım artık'' dedi. 
Ona sahneye çıkan basamaklara kadar eşlik ettim.
Ancak, kıvrak ve ateşli Latin müziği ona masaya kadar eşlik etmeme engel oldu. Dans eden bir kaç kişinin kaldığı piste, tek başıma geri döndüm.
Önce çalınan parçaya ayak uydurmaya çalıştım. Baktım olmuyor, dansımı yerel motiflerimizle
sürdürmeye karar verdimdüm. Ne de olsa Anadolu'nun bağrından yetişmişliğim, üstüne üstlük Akdenizliliğim var...
Önce harmandalıyla başladım. Ardından da  Adana çiftetellisi ile sürdürdüm oyunumu. Salon alkıştan yıkılıyor. Bunca gürültü patırtıdan sonra sahneye göz gezdirdim, benden başka kimse kalmamıştı. Anlayacağınız ortada bir ben kalmışım mahallenin delisi olarak.. Eee! bunca alkışın hakkını vermek gerekiyor. Hiç ara vermeden Teke Zortlatmasına, ardından da Silifkenin Yoğurdu oyunun üstünden de  şöyle bir geçtim. Ben, yerel oyunlarımızı yaban ellerde  sergilerken bir ara orkestranın çaldığı müziğinin de değiştiğinin ayırdına vardım. Ne olduğunu anlamak için orkestraya döndüm. Aman Allahım! O ne hal öyle? Az önce, koservatuardan mezun olmuş okullu sanatçılar gibi icra-i sanat edenler gitmiş, yerlerine ''Sulukuleli Şoparlar'' (bakın burada da ırkçılık yok, yanlış anlamayın; deyim bu...) gelmiş. Sahnedekilerin yarısı ellerindeki müzik aletini bırakmış katıla katıla gülüyor, öteki yarısı da konservatuarda öğrendiklerini unutmuş; ''kabala pazar'' bir şeyler tıngırdatıyorlardı. Nefesli sazları çalanlar ise gerçekten görülmeye değerdi. Adamlar gülmekten o güzelim trompetlerden, klarnetlerden ''zort, zort'' sesinden başka ses çıkaramıyorlardı Onlar ciddiyetlerini yitirmiş ve nerede çaldıklarını unutmuş olabilirlerdi. Olsun, ben yaptığım her işi inanarak ve ciddiyetle yaptığım için onlara uymayıp, kendi alemime geri döndüm. 
Kardadeniz horonuna geçince  orkestranın diğer yarısı da çalmayı bıraktı. Başladılar alkışlamaya. Eee! Çalgı olmayınca çengi de olmaz. Ben de oynamayı bıraktım. Vay sen misin oynamaktan vaz geçen. Koca salon ayakta... Bir yandan alkışlayıp, bir yandan'' bis, bis, bis'' diye avaz avaz bağırıyorlar. Görmeler gerek...
Bu kadar tezahurattan sonra salonu dolduran 1000 kişiyi mütecaviz seyirciyi mutlu etmek gerek diye düşündüm. Ne de olsa burada gösteri izlemek için 'eşek yüküyle ''para ödemişlerdi. Programdaki gösterileri izledikleri için ödedikleri paranın karşılığını, ucuz şarap dışında almışlardı; neme lazım. Ama benim gösterim ise programda yoktu; ekstraydı...
Kiminin güldüğü, kiminin alkışlamayı sürdürdüğü orkestraya döndüm. Onları kemal-i ciddiyetle, bir el işareti ile sakinleştirdim. Kırk yıl birlikte çalışmış gibi bir kaş göz işareti ile anlaştık.  Onlar yeniden çalmaya başlayacak ben de o ana kadar dökemediğim kurtlarımın tamamını dökecektim. Orkestrnın çalmaya devam edeceğini garantiye aldıktan sonra hala ''bis, bis'' diye ünleyen salona dönüp,
     ''Eğer tüm salon 3 kez Türkiye diye tezahurat yaparsa, gösteriye devam edeceğim, yoksa sahneyi terk ederim '' dedim.'' Elbette turistleerle dolu olan salona bu konuşmayı İngilizce yaptım. Okuyucusuna saygılı sorumlu ve sorunlu bir yazar olarak konuşmayı  siz de kolayca anlayasınız(!) diye buraya konuşmanın Türkçe mealini yazdım
Salon Türkiye, Türkiye diye yıkılıyor... 
Hiç kuşkum yok, La Scala, La Scala olalı böyle bir tezahurat görmemiştir. 
Tezahurat bitince, izleyenlerin hayret dolu bakışları arasında, ceketimi çıkarıp, pantolonumun beline soktum.  Oynarken; bende darağacında asılmış duygusu uyandran kravatımı da başıma düğümledim. Ben hazırdım artık.. Orkestrada hazırsa başlayabilirdik.
Bakıştık; onlarda hazırmış...
Onlar ne çaldıysa çaldı, ben bidiğimi okudum. Yaklaşık 15 dakikalık sıkı bir gösteriden sonra kan ter için de kalmıştım. 
''Türko teslim'' deyip, ardı arkası kesilmeyen alkışlar arasında yerime geçtim. Turdaki arkadaşların kutlamalarını kabul ederken, bitişik masalardan onuruma kalkan kadehlere, ucuz şarabımı içerek karşılık verdim. O kadar terlemiştim ki ;değil sinekli şarap, sirke bile olsa içerdim.
Masama oturalı bir kaç dakika olmuş, olmamıştı ki, önde siyah bir takım giymiş, kelebek kravatlı, bir adam, ardında ise elinde tuttuğu buz kovası içinde şampaya taşıdığını sandığım biri yanıma geldiler.
Adam kendini tanıttı. Buranın müdürü imiş. Yaptığım tek kişilik gösteri çok olağan üstüymüş, benim dansımı hayranlıkla izlemiş.
Kusura bakmayın burayı İngilizce lisanında yazacağım. Çünkü konuşma ikimizin arasında geçti.
     '' Would you like to contract with you accept if you agree. If you accept our offer we will be happy to work with you''
Ben de böyle bir teklif aldığım için mutlu olduğumu, ancak üzülerek de olsa bu nazik ve cömert öneriyi kabul edemeyeceğimi söyledim.
Karşılıklı nezaket sözcüklerinden sonra müdür ve şef garson masamızdan ayrıldılar,.Masadaki arkadaşlarımla, La Scala yönetiminin armağanı olan, buzlu kovada soğutulmuş şampanyamızı yudumlarken terden sırılsıklam ve hala nefes nefeseydim.

Etesi Gün, İspanyolca Konuşuyorum

Her turist gibi ertesi gün erkenden yola düştük. O gün öğleden sonra güzel ülkemize döneceğimiz için, erkekler olarak hiç hoşlanmadığımız, ama kıyamete kadar başımızda durasıca eşlerimizin, son bir kez daha mağazaları talan etme arzularını gerçekleştirmek için önü ardı kesilmeyen ısrarlarına daha fazla dayanamayıp, bir kez daha teslim bayrağı çekip, Madrit'in ünlü
caddesi Gran Via'da turlamaya başladık. Allahtan İspanyollar'ın tatil günü olması nedeniyle para tuzağı mağazaların çoğu kapalıydı. Yollarda bizim gibi 'sallam seyip' dolaşan; aptal demeyim ama aptalımsı bir  şeklide sağa sola bakarak, ağzı açık ayran delisi gibi dolaşan turistler den başka kimse yok. Bense, kadınların yapacağı muhtemel alışverişe tanık olmamak için bir arkadaşımla grubun en önünde, ardıma bakmadan yürüyorum. 
Bu arada yanımızdan geçenler bana dönüp, kibarca selam veriyorlar. Ben de aynı kibarlıkta alıyorum selamlarını. Bu selamlaşma arkadaşımın gözünden kaçmamış olacak ki;
      ''Bu İspanyollar çok kibar Yaşar farkında mısın? Hiç beklemezdim onlardan?''
      ''Neyi beklemezdin?''
      ''Deminden beri dikkat diyorum, adamlar selam vermeden geçmiyorlar yanımızdan.''
      ''Selo alemsin.  Onlar dün gece La Scala'da ki turistler. Benim gösterimi izlediler. Üstümdeki ceket, dün sahnede de üstümdeydi. Selamlaşma, İspanyollar'ın kibarlığından değil, benim şöhretimden kaynaklanıyor.''
     '!!!''
.
***
Gran Via'da yürürken, arada bir arkaya dönüp, grubu gözden kaçırmamaya çalışıyoruz.
İlerde bir işportacı kravat satıyor. Adetimdir; hangi ülkeye gitsem yanımda çalışanlara küçük de olsa armaganlar alırım. Arkadaşıma,
     ''Selo, ilerdeki işportacı çocuk kravat satıyor. Fiyatlar uygunsa benim oğlanlara kravat almak istiyorum.
     ''İyi ama sen de kaç kez tanık oldun. Bu İspanyollar İngilizce bilmiyor ki, nasıl anlaşacaksın?''
     ''İngilizce bilmiyor olmaları sorun değil. Ben de İspanyolca anlatırım derdimi'' deyince, İspanyolcayı ne ara öğrendin ifadesiyle şakınlıkla baktı bana.
      ''İspanyolca çok basit bir dil aslında ''dedim. ''Her sözcüğün sonuna os ekini koydun mu, her İspanyol ile anlaşabilirsin.'' 
Selo bir şey demedi. Sadece kafasını iki yana salladı. Yüzüme söylemese de ''Allah akıl fikir versin sana'' diye içinden geçirdiğinden hiç koşkum yok. 
İşportacı 20'li yaşlarda bir genç. Kravatlara baktım. Hepsi Kore malı; ünlü markaların taklidi.
Selo, işportacı çocukla nasıl İspanyolca konuşacağımı merak ediyor olmalı ki, soran gözlerle yüzüme  bakıyor.
Eee !Onu ve işportacıyı daha fazla bekletmeyeyim.
     ''Hemşos''diye söze başladım. ''Bu kravatos kaços pezos? (Türkçe meali: Hemşerim bu kravatlar kaç peso?)
İşportacı, hafifçe gülümseyerek, anında yanıtı yapıştırdı.
     ''İki kravatos beşyüzos pesos hemşos'' dedi. (Türkçe meali:İki kravat beş yüz pezo.)
İsportacı ile akıci(!) İspanyolca konuşmamızdan etkilenen Selo, hayretle,
     ''Anladı vallaha! Bravo Yaşar'' dedi. Selo'ya dönüp,
     ''Tabi anlar oğlum, Çünkü çocuk Türk.''
Selo'nun şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra,
     ''Senden korkulur oğlum'' dedi duyulur duyulmaz bir sesle.
İşportacı çocuk Madrit'e Üniversite okumak için gelmiş. Okul harçlığını çıkarmak için tatil günlerinde kravat satıyormuş.
Eee diyar-ı gurbette bir öğrenci kardeşimize rastlamışız. Alış veriş etmemem olanaksız. Yurt dışında huyumdur, pazarlık etmeden bir çöp bile almam. Söz gelimi satıcı, bir kravat bedeva dese, iki tane vermesen 'şurdan şuraya gitmem'' diye inatlaşırım. Ama bu işportacı öğrenci. Yoklukla geçen öğrencilik yıllarımı anımsayıp, pazarlık etmeden çokça kravat aldım. Cebinde her zaman akreple dolaşan '' yahu benim yanımda çalışan beyaz yakalı yok. Kravat niye satın alayım'' diyen Selo'ya kısa bir ''vatan, millet, Sakarya söylevi çekip,'
     ''Yanında çalışan beyaz yakalı yok, biliyorum. Ama bunun bayramı var seyranı var. Armağan olarak verirsin arkadaşlarına. Üstelik kardeşimiz gurbetelde öğrenci'' deyip, bir kaç kravat satın aldırdım.

İşportacı kucaklaşıp ayrılırken, İspanyolca(!) başlayan konuşmamızı, güzel dilimiz Türkçe ile noktaladık.
      ''Eyvallah koçum. Hayırlı işler.
      ''Sağol ağabey, iyi yolculuklar.
İşportacının yanından mutlu bir şekilde ayrıldım. Ama bu mutluluğum eşimin,
     ''Yaşar, elimdeki torbalara yardım eder misin?'' deyinceye kadar sürdü.
Ben bir kaç kravat alıncaya kadar geçen süre içinde, ne ara bu torbaları doldurdu hala anlamış değilim.
Ama dert etmedim. Kadınları şimdiye dek kim anlamış ki ben aciz kulunuz anlasın.

------
İstanbul Eylül 2020