31 Mart 2020 Salı

Kız Takip Etmek




Bir Zamanlar Adana (1)

Kız takip etmek.

Gençlik yıllarımızda bir delikanlının kız arkadaşının olması, onu arkadaşları arasında ayrıcalıklı bir yere koyardı. Kolay değildi o günlerde bir kızla tanışıp, arkadaş olmak...
Şimdilerin moda deyimi ile '' gençlerin sosyalleşeceği'' ortamlar pek yoktu.

Bu gün yerlerinde yeller esen, benim sıklıkla gittiğim  Ramazanoğlu Kütüphanesi'ni ve sadece üyelerin girebildiği Atatürk Gençlik Sarayı'nı o günler için  sosyalleşme  yerleri olarak sayabilirim. Dahası; bir kaç da pastahane ve çay bahçesi...Hepi topu bu...
Oralarda buluşsanız bile çevrede büyüklerin'' başımıza taş yağacak, zamane gençliği bunlar no'lacak'' sözcüklerini içinde barındıran ve pek de sempatik olmayan bakışları ile karşılaşmanız her zaman olağandı. Onun için her nereye gidilirse gidilsin bu tür bakışlardan korunmak için tenha ve loş bir köşeye oturmak en iyisiydi. Ya da o zamanlar pek kimsenin gitmediği, sapa bir yer olan Yeni Baraj'a gitmekte ayrı bir seçenekti. Ama  Baraj'a gitmek de oraya giden bir taşıt bulmanıza bağlıydı. 

Varsıl aile çocukları nasıl kutlardı bilmiyorum, ama benim çevremde  doğum günü partileri bile kız kıza yapılır, o partilere  erkek sinek bile giremezdi.

Elbette oturduğumuz mahallede hoşumuza giden kızlar yok değildi. Ama onlara kötü gözle bakılmazdı; bacımız sayılırlardı onlar... Baksan, baksan ancak; ''kedinin ciğere baktığı gibi bakabilirdin.''

O yok, bu yok! Geriye kız okullarının önü kalırdı kızlarla tanışmak isteyenlere... Kız okulları deyince çok sayıda okul gelmesin aklınıza, o günlerde sadece kızların okuduğu iki okul vardı: Biri İsmet İnönü Kız Enstitüsü, diğeri ise Adana Kız Lisesi...

Okula giren yada okuldan çıkan kızlar okulun önünde beklenir, okul çıkışlarında gençler, gözlerine kestirdikleri kızların peşine düşerlerdi. Benim favorim Kız Lisesiydi; Çünkü okuduğum Erkek Lisesine giden otobüsler, Kız Lisesinin önünden kalkardı. Haftanın altı günü durakta bekler, Kız Lisesine giden kızların resmi geçidine tanık olurduk. Arada bir laf attığımız olurdu ama latifinden...
Gözünüze kestirdiğiniz bir kızı takip etmek için okul çıkışını beklemeniz gerekirdi. Bu takip, çoğunlukla kızın oturduğu mahallenin girişine kadar devam ederdi. Bunun adı; Adana Jargonunda ''kız takip etmekti.''
Aman ha kız takibi kolay sanılmasın. Onun da kuralları vardır. Öncelikle takip edeceğiniz  kızla aranızda belli bir mesafe olmalıdır. Ne onu gözden yitirecek kadar uzak, ne de rahatsız edecek kadar yakın...

Eğer takip ettiğiniz kız arada bir, omuzunun üzerinden hafifçe geriye dönüp  size bakarsa; bilin ki doğru yoldasınız. Kızın bu bakışı, sorunun yarı yarıya  çözülmüş olduğunun kanıtıdır.

Onu izlerken sadece onu değil, onun yanından gelip geçenleri de gözlemeniz gerekli. Söz gelimi 15 -20 metre geriden takip ettiğiniz kıza karşıdan gelen biri laf atabilir. Kızın sizin onu takip ettiğinizden  haberi olsun olmasın, sizin yapacağınız tek şey, laf atan sizin hizanıza geldiğinde, ne olduğunu anlamadan, onun yüzünün ortasına bir ''kafa atmak'' olacaktır. Laf atana, neden kafa attığınızı söylemeniz gereksiz zaman kaybıdır. Zaten, laf atan bu kafayı neden yediğini anlayıncaya kadar,  kızı gözden kaybetmemek için sizin oradan hızla ayrılmanız gerekir. Sakın ha! bu kavgadan korkup, kaçmak olarak anlaşılmamalı. Çünkü kalıp kavgaya devam etseniz kızın gözden yitip gitme tehlikesi vardır.

Bunun tam tersi de olabilir. Takip ettiğiniz kızı başka biri de izliyorsa, ya da kızı tanıyan biri rastlantı olarak onu takip ettiğinizi anlamışsa; bu kez kafayı yiyen siz olurdunuz.
O da şansınıza...

Kız takibinde, sizin için ana caddeler her zaman daha güvenlidir.  Aşk ateşinden(!) gözünüz dönmemişse eğer; ara sokaklarda kız takip etmekten uzak durun. İlgili ilgisiz birilerinin her an bir saldırısına uğrayabilirsiniz. Olmaz demeyin. Az önce siz değil miydiniz tanımadığınız birine kafa atan...

O günlerde bir kızla bir erkeğin arkadaşlığı gerçekten de kolay değildi. Diyelim ki kız arkadaşınızla geziyorsunuz; bu mayın tarlasında yürümek gibidir; her adımınızı dikkatli atmanız gerekir. Ama ''  bir mayına basar da helak olurum'' diye düşünmeyin. Sizi olası mayınlardan koruyacak olan mayın dedektörü; kız arkadaşınızın bizatihi kendisidir.
Aman ha! sen burada kal, mahallemize geldik,
şu kahvehanenin önünden geçmeyelim. Gören mören olur,
abimin iş yeri buraya çok yakın,
şu bakkalın çırağı var ya çok lavgar (1); önünden geçmeyelim, hemen yetiştirir bizimkilere...
Diyerek sizi olası mayınlardan korumaya çalışır.

Her şeye karşın o zamanki arkadaşlık şimdikine göre daha romantikti. Geçenlerde bir cafenin önünden geçiyordum. İki genç, karşılıklı olarak bir masanın çevresine oturmuşlar ; her ikisinin de ellerinde birer cep telefonu; birbirlerinin yüzüne bakmadan telefonlarını kurcalıyorlardı(!).  Birilerine ileti gönderiyorlardı sanırım.
Biz, dakkamızla (2)  aynı masada oturacağız da başka şeyle meşgul olacağız. Bu eşyanın tabiatına aykırıydı. Nutkumuz tutulup (3) iki kelam edemesek bile, gözlerimizi gözlerimizden ayırmaz, hadi bir benzetme yapayım; koyun gibi birbirimize bakar arada bir de gülümserdik. 
Kız arkadaşınızla ilk kez bir pastahanede buluşmanız, elini ilk tutuğunuz an, ne bileyim; yanağına kondurduğunuz  ilk  masum öpücük...
Off Off! Anlatması bile zor.
Demem o ki; İlişkiler çok farklıydı bu günkünden...
Kızlı erkekli ortak yapılan partilerimiz, buluşulacak cafelerimiz yoktu o günlerde. Ama daha mı mutluyduk ne?
Sanırım buluşmaktan öte, buluşmanın hayalini kurmaktı bu mutluluğun kaynağı.

-----------------
Corona Tutuk evi
Mart 2020
---
Açıklamalar:

1-Lavgar: Geveze, boş boğaz.
2-Dakka: Bilya(gülle) oyununda sizin en önemli bilyanız.
3-Nutku tutulmak: Şaşkınlıktan, ya da korkudan konuşamamak.

21 Mart 2020 Cumartesi

İnadına Yaşamak


  
 


İNADINA YAŞAMAK



     Kentin ana caddesi üzerinde, çamlar altında kurulmuş, deyim yerindeyse varsıl ailelerin geldiği, hemen bitiminde yine genellikle varsıl ailelerin yeğlediği bir sinemanın bulunduğu bahçede buluşmak için sözleşmiştik. Dün gece arkadaşlardan ayrılırken yanıma yaklaşmış, benimle önemli bir konu için görüşmek istediğini söylemiş ve görüşme yeri olarak da burayı önermişti.

     Şaşırmadım desem doğruyu söylememiş olurum. Onca, oturup sohbet edeceğimiz kesemize uygun kahvehane, çay bahçesi olmasına karşın burada buluşma önerisi garibime gitmişti. Hadi ben orta halli bir aileden geliyordum ve orada içeceğim çayın ve yiyeceğim pastanın parasını ödemek  bana dokunmazdı ama arkadaşım, neredeyse gün bulup gün yiyen bir aileye mensup, kenti ortadan bölen ırmağın doğu yakasındaki yoksul mahallelerden birinde yaşıyordu. Çoğu zaman sinema çıkışlarında içtiği çorba parasını bile ortaklaşa biz arkadaşları öderdik.

     Öğrencilerinin ''abdal koleji'' diye adlandırdıkları bir lisede  son sınıf öğrencisiydi. Aynı lisede okumamıştık. Arkadaşlığımız, bir tiyatro oyunu provası sırasında başlamıştı. Oyunda yer alan bir arkadaşı çağırmış, o da merak edip gelmişti.

                                                       ***

     Sıkı bir rüzgarda sokağa çıkamayacak kadar zayıftı. Yakın arkadaşları adını söylemez,''canı cebinde'' diye çağırırlardı onu. Bir kaç yıldır süren hastalığı nedeniyle arada bir hastaneye yatıyordu. Ama hiç gönül gücünü yitirmez, hastalığından dolayı arada bir kederlense de, yaşama sıkı sıkıya tutunurdu. Kendisini 60'lı yılların ünlü bir Yeşilçam aktörüne benzetmemizden çok mutlu olur, onunla çektirdiği fotografı her zaman yanında taşırdı. Gerçekten de o aktöre kardeşi kadar benzerdi.

                                                       ***

     Buluşma yerine ondan önce gelip, gözlerden uzak bir masaya geçtim. Sipariş almaya gelen garsonu, '' sipariş vermek için arkadaşımı bekleyeceğimi '' söyleyip gönderdim.

     O gelinceye kadar etrafımı gözden geçirdim; bizim çocukların pek uğradığı bir yer olmadığı için etrafta tanıdık kimse yoktu.

     Arkadaşımın burayı neden seçtiğini anlar gibiyimdim. Buluşmayı, özellikle bizimkilerin gözünden kaçırmak için burada ayarlamıştı.

     Konu ciddi olmalıydı.

Beni çok fazla bekletmedi. Üzerinde her zaman giydiği jilet gibi ütülenmiş; fazla ütülenmekten  parlayan lacivert pantolonu ve hemen her gün yıkayıp giydiği kısa kollu mavi gömleği vardı. Söylememe gerek yok ayakkabıları    eski olmasına karşın pırıl pırıldı.

     Gülerek benim tam karşımdaki iskemleye oturdu.

     ''Merhaba'' dedi.

     ''Merhaba'' dedim.

     Masaya oturduğumdan beri beni göz hapsine alan garson, yanı başımızda bitti.

     İkimiz de soğuk gazoz ısmarladık.  Garson ısmarıçlarımızı (1) getirinceye kadar konuşmadık.

     Gazozlarımızı yudumlarken bir süre havadan sudan konuştuk. Sohbet uzuyor ama bir türlü konuya girmiyordu.

    ''Eee anlat bakalım.''

    ''Neyi?'' 

    ''Nesi var mı oğlum? buluşmamızın nedenini''

     Derin bir nefes aldı.

    ''Terk etti beni Allahsız!'' Olayın esasını öğrenmek için anlamazlıktan gelip sordum.

    ''Kim terk etti.''

     Kızgınlıkla,

    ''Kim olacak, anan'' dedi.

     Gülümsedim.

     Son bir kaç aydır, benim de tanıdığım, yakın bir arkadaşımın ablası ile görüyordum onları. Arkadaşımın ablası, mert, sözünü esirgemeyen, doğru sözlü, deyim yerindeyse tam bir erkek Fatma’ydı. Kızla aynı lisede okuyorlardı. Hatta bir kaç kez sinemada rastlamış, onlar beni görmezlikten gelince de bunu pek sorun etmemiştim. Anlaşılan arkadaşlıklarını kimsenin bilmesini istemiyorlardı. O günlerde kız erkek arkadaşlığı gizli tutulur, bu arkadaşlığı her iki tarafın bir kaç yakın arkadaşından başka kimse bilmezdi. Artık mahalle baskısı mı ya da dedikodu korkusu mu? Bilemiyorum...

     ''Sizi bir kaç kez birlikte görmüştüm. Mutlu görünüyordunuz. Niye terk etti ki? Başka bir kız mı var yoksa?''

     Aslında başka kız mı var sözünü pek inanarak söylememiştim; laf olsun, torba dolsun misali...

    ''Lan ne başka kızı! Bilmiyormuş gibi konuşma. Hayatta tek kız arkadaşım oydu.''

    ‘’Eee! O zaman?'' 

    İçini çekti. Etrafta kim var kim yok diye sağa sola göz gezdirdikten sonra anlatmaya başladı.

     Son kontrolünde doktor, 'eğer verici bulamazsan taş çatlasa 3-4 aylık ömrün kaldı' diyesiymiş. O günlerde paran olsa bile sağaltılacak bir organ için ülke içinde verici bulmak bir hayli güçtü. Üstelik arkadaşım uygun verici bulsa da onu alacak maddi olanaktan yoksuldu.

    ''Uzun uzun düşündüm'' dedi. Verici yok; olsa da alacak param yok. Bu yaşıma geldim elini tutacağım, birlikte dolaşacağım bir kız arkadaşım olmadı. Allah daha çok versin sizler öyle misiniz? Ölürsem gözüm açık gidecek. Hastayım diye kızların ilgi alanına girmiyorum. Okuldaki kızlar içinde bana hayır demeyecek bir kişi vardı; Zeynep. Ona açılmalıydım. Kararımı verdim. Boş geçen bir dersi kollayıp, onunla konuşmak istediğimi söyledim. Okulun tenha bir yerinde ona durumumu anlattım. ‘o güne kadar hiç kız arkadaşımın olmadığını, üç aylık ömrüm kaldığını, böyle giderse gözümün açık gideceğini, ömrümün son üç dört aylık süresi içinde benim kız arkadaşım olur musun?’ dedim.

    ''Kabul etti tabi.''

    ''Bir süre düşündü. ‘Kabul ama bir şartım var: Düşüp kalkmak yok:       Sinemaya, pastaneye gider, el ele tutuşuruz ama ötesini aklından bile geçirme’ dedi. Nasıl sevindim bilemezsin.’’

     O günden sonra birlikte gezdik, tozduk. Anımsarsan seninle de bir kaç kez karşılaştık. İnan bana yaşamımın en mutlu günleriydi. Kendimi daha sağlıklı hissediyordum. Arkadaşlığımızın üzerinden yaklaşık dört, beş ay geçmişti ve ben hala yaşıyordum. Doktor yanılmıştı; ölmemiştim. Anlayacağın bu sevgili oyunu bana iyi gelmişti.''

     '’ Eeee! sonra?''

     '' Sonrası; dün sizle buluşmadan önce onunla sinemaya gidecektik. Gene burada, şu dipteki masada buluştuk. Sinemaya gitmeyeceğini, benimle bir önemli bir konuyu konuşacağını söyledi.''

     Arkadaşımın ablası,’ bu arkadaşlığı sadece üç ay için kabul ettiğini, hadi doktor yanılabilir deyip dördüncü ayda da arkadaşlığı sürdürdüğünü, ama aradan beş ay geçmesine karşın kendisinin hala ölmediğini, bu yüzden bu günden itibaren bu sevgili oyununu bitirmeye karar verdiğini’ söylemiş.         Ardından da, ‘bu kararı verirken sakın yanlış anlama, senin ölmeni istemiyorum, inşallah daha çok yaşarsın ama benim de kendime yeni bir yol çizmem gerekiyor, hakkını helal et’ deyip yanından ayrılmış.

     Anlattıklarından sonra rahatlamış gibiydi. Bir süre sustuk. Gerçekten tüm bu olanlardan sonra konuşacak ne vardı ki?

     Sessizliği o bozdu,

     ''Sence ne yapmalıyım ha?''

     ''Hiçbir şey, inadına yaşa lan!'' dedim.

     Gülümsedi.

     Bardaklarımızda kalan, artık kabarcıklar çıkarmayan, ılık ve gazı kaçmış gazozlarımızı içmek ikimizin de içinden gelmedi.

 

------ 
Şubat 2020

------

(1) Ismarıç: Sipariş

 



13 Mart 2020 Cuma

Curun


CURUN

 

     Babam annemi kaçırdıktan sonra bu mahalleye gelin getirmiş. Ben burada doğdum; iki kız kardeşim de... Buraları Adana'nın dış mahallesi sayılıyordu o günlerde. Sakinleri genelde Reji (1) ve çırçırda (2) çalışan, insanlardı.

     Oturduğumuz ev kiraydı. Ev sahibimiz, kocasını yıllar önce yitirmiş, yetişkin çocukları ile birlikte kimi zaman Reji'de, çoğu zaman çırçırda çalışıp; para buldukça, avluya bir göz oda daha ekleyerek kiraya veren, benim nene dediğim Sitti Hatundu.

     Bizim ev, onun çocukları ile oturduğu evin ikinci katıydı; mutfaklı, banyolu ve sofalı...

     Sokak kapısından içeri girildiğinde, sizi kocaman bir avlu karşılardı. Kimi tek katlı, çoğu tek gözlü evler, avluyu çevrelerdi. Avluda, herkesin ortak kullandığı banyo, tuvalet, tulumba, yemek pişirilen ve  kazan kaynatılan biri büyük diğeri küçük iki ocak vardı. Tulumba ve onun önündeki atık suların toplandığı curun (3), bizim eve çıkılan merdiveninin yakınındaydı. Tuvalet, avlunun en ucunda, sırayla kullanılan banyo ise; komşu evin bahçe duvarına bitişikti. Evlerinde ayrı bir mutfağı olmayanlar, yemeklerini gaz ocakları varsa; evlerinin bir köşesinde, gaz ocakları yoksa bahçedeki ocaklarda ya da kapılarının önüne koydukları maltızlarda (4) pişirirlerdi. Tek gözlü evlerde, eve yakın okullarda okuyan; kent dışından gelen öğrenciler kalırdı. Curun dolunca onu boşaltmak, avluyu ve evin önünü süpürmek de sırayla yapılırdı. Tulumbadan çıkan atık su curunda toplanır, dışarıya akıntısı olmayan curun dolduğunda; sırası gelen komşular, biriken suyu kovalarla taşıyıp, sokağa dökerlerdi.  Nedense annemin sırası geldiği halde ne curunu boşalttığını, ne de avluyu süpürdüğünü hiç görmedim. Lise okumuş olan annem, komşulara  roman okur, gittiği filmleri, efektlerini bile eksik etmeden anlatırdı. Annemin film anlatmasından çok hoşlanırdım. Ortak temizliğe katılmamasının nedeni buydu sanırım.

                                                                            ***

     Avluda hummalı bir faaliyet var: Gene bir çamaşır günü...

     Ben her çamaşır gününde olduğu gibi, evimizin tahta merdivenine oturmuş, annemin, ‘sakın yerinden kalkma!' uyarısını kulak ardı etmeden, dirseklerimi dizlerime dayayıp, ellerimi çenemin altında birleştirerek, yerimden kımıldamadan bir oyun izler gibi avluda olanı biteni izliyordum.

     Avlunun bir köşesindeki büyükçe bir ocağın üstünde,  içinde varillerde biriktirilmiş yağmur suyu kaynatılan, isten kapkara olmuş kocaman bir bakır kazan var. Hemen yanındaki küçük ocaktaki kazana ise iki kız çocuğu,  ellerindeki çingillerle (5) varilden su taşıyorlar...

Ocakların önündeki bir taşın üstüne oturan sekiz on yaşlarında, zayıfça bir kız çocuğu, gözlerini alevlerden ayırmadan, oturduğu yerden kazanın altına, aralıklarla odun atıyor. Ocaktan çıkıp, kazanın çeperini yalayarak yükselen alevlere bakıp, kim bilir ne düşler kuruyordu? Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme; yaptığı işten gönenmiş (6) gibi bir hali var.

 

     Kazanın biraz uzağında altı yedi kadın, önlerindeki leğenlerde, çamaşırları hırsla, belki de kösnül (7) bir duyguyla kirlerinden arındırmaya çalışıyorlardı..

Otuzlarında, akça pakça bir kadın,  leğençede (8) çocuk bezi yıkamaya çalışan kızını dirseği ile dürtüp,

    ''Kalk kız! Biraz daha su getir kazandan.'' diye yumuş buyurunca (9) kız, sabunlu ellerini, rengi solmuş basma fistanında kurulayıp, hemen yanı başında duran çingili kaptığı gibi kazana doğru yekindi (10).

     Gençten bir taze,

    ''Bacım'' dedi, hemen yanı başında çamaşır yıkayanlardan birine. ''Ben bu herifin göyneğini, naap'sam ağartamıyorum. Naa'pıyor, nee'diyor bilemiyorum. Bak şu yakalarına, o kadar çitiliyorum bana mısın demiyor, tokaçlayacağım (11) ellehem.’’

     ''Yeşil ilen çıkmaz, beyaz kullan. Tokaçtan sonra çivitli suya koy biraz, çivit kiri pek göstermez... Tokacı da usturuplu vur ki,düğmeler kırılmasın.''

     ''Tamam.''

    ''Çivit Öküz Baş (12) olsun ama... Gavur malı, Bakkal Hulisi'de var. Sende yoksa benimkini kullan.’’

Çamaşır yıkayanların biraz ötesinde, elli yaşlarında, eteğini şalvarının içine sokmuş topluca bir kadın, yassı bir taşın üstüne koyduğu çamaşırı tokaçlıyor. Tokacı çamaşıra her vuruşunda, sanki birinden hırsını alır gibi ciğerlerinde biriktirdiği soluğunu boşaltıp, hıhh, hıhh diye tuhaf sesler çıkarıyor, üzerinde, kirden rengi görünmeyen faniladan başka  giysi bulunmayan 3-4 yaşlarında oğlan çocuğu da tokaç sallayanın karşısına geçip, kadınının tokacı taşa her indirip, kaldırışında ona öykünerek (13), hıh, hıh diyerek kafasını aşağı yukarı  sallıyordu.

Çamaşır tokaçlayan kadın biraz soluklanmak için tokaçlamayı bırakınca; az önce erinin gömleğinin kirinden şikayet eden tazeye dönüp,

    ''Kız Düriye! Al sidiklini karşımdan. Allah göstermesin tokaç mokaç değer de... Şuna da bir don giydir,  dükkanı hepten açık kalmış...''

 

    ''Seheeer! Adı batasıca ne oldu sıcak su.'' Seher, kazanın başındaki kızla sohbetini isteksizce yarıda kesip, sıcak su dolu çingil anasının önündeki leğene boşalttı.

    ''Töremeyesice de kalmıyasıca! (14) Gönderdiğim yerden gelmen için illa telli mektup mu yazmam lazım'' deyip, kızın ensesine sabunlu elleriyle bir şaplak vurdu.

     Sitti Hatun, tam karşısında çamaşır yıkayan kadına,

    ''Nazire bacım senin beyaz sabunun işi bittiyse atıver, torunların önlük yakalarına süreceğim.’’

     Nazire, yanıt vermeden sabunu, ikiletmeden fırlattı...

     Sitti Hatun, ocağa odun atan kızla koyu bir sohbete dalmış torununa,

    ''Vesilee, adı batasıca! Bana biraz sıcak su  getir.''

 

Bizim avluda oturmayan, komşu evden, çamaşır yıkayanlara yardıma gelen gelinlik çağındaki Güngör abla elinde helke (15), tulumbanın başına su doldurmaya geldi.

Helkeyi tulumbanın yanına koydu. Bir kaç adımda  merdivenleri çıkıp, yanıma gelerek, yanaklarımdan şapur şupur öptü.

Gülümseyerek,

    ''Beni alacan mı lan? Daha ufağım, mufaağım deme ben seni beklerim!'' Sonra çamaşırları seren anneme dönüp, ''Melahat ablaaa! Bu yakışıklıyı ben alacam ha! Kimseye söz verme.'' deyip, tulumbanın başına bıraktığı helkeyi doldurmaya başladı. Tulumbanın kolunu, hoplaya zıplaya öyle kaldırıp indiriyor ki; görenler dans ediyor sanır. Bu dansa, sütyensiz göğüsleri de bir aşağı bir yukarı ayak uydurunca; gözlerimi alamadın göğüslerin bu tuhaf dansından...

Helkesi dolunca, bana bakıp, göz attı.

    ''Seni çapkın! Acele etme, biraz sabret'' deyip helkesini alıp uzaklaştı. 

    Suçüstü yakalanmıştım; utanıp, başımı önüme eğdim.

    Güngör abla tulumbadan uzaklaşınca; deminden beri elindeki lastik top ile oynayan bitişik evdeki komşunun benden üç beş ay küçük oğlu Hıdır, topu curuna düşürdü, almak  için yarıdan fazlası dolu olan curuna eğildi, başı ağır gelmiş olacak ki; tepe üstü curuna düştü.

Oturduğum yerden kalkmadan,

    ''Düştü, çocuk düştü !'' diye bir kaç kez bağırdım.

Kadınlar çamaşır telaşında. Sesimi duyuramıyorum. Çocuk baş aşağı düştüğü için sadece ayakları, suyun üstünde, çırpınıp duruyor. Sesime kimse kulak vermeyince ayağa kalkıp, gücüm yettiğince bağırdım.

    ''Hıdır curuna düştüüü!''

Çamaşır telaşından olacak gene dönüp bakan olmadı. Baktım; bu gürültüde sesimi duyan yok; merdivenlerden inip, bana en yakın olan  kadına koştum. 

   '' Çocuk düştü!'' deyip curunu gösterdim. Kadın işaret ettiğim yöne baktı; ama oturduğu yerden curunu görmesi mümkün değildi.

   '' Ne diyon Yaşar, anlamadım.''

    ''Curun, curun. '' diye yineledim.

Az ötede çamaşır sermekte olan anneme seslenip,

    ''Melahat ne diyor bu oğlan?''

Annem ‘bilmem’ der gibi bir işaret yapıp, çamaşırları asmaya devam etti.

Ben ısrarla, ''curun, çocuk'' demeyi sürdürünce; kadın ister istemez ayağa kalktı. Curunda debelenen bir çift ayağı görünce,

    ''Amanın gonşular çocuğun biri curuna düşmüş, yetişin!''

Çamaşırını bırakan curuna koştu.

Hıdır'ı ayaklarından tutup çıkardılar.

    ''Elif'in Hıdır bu'' dedi, çocuğu curundan çıkaran kadın.

    ''Anasına habar verin.''

    ''Bacım, bu sabi bir başına bırakılır mı?''

    ''Doğurup doğurup sokağa salıyorlar, bunlar da ana olacak.''?

    Sitti Hatun, Hıdır’ı curundan çekip çıkaran kadının elinden aldı.  Çocuğu iki bacağından kavrayıp baş aşağı bir kaç kez silkeledi, kıçına bir iki şaplak vurdunca oğlan kendine gelip ağlamaya başladı.

Ben tulumbanın etrafındaki kalabalıktan sıyrılıp, merdivendeki yerime geçtim.

Bitişik evde oturan Hıdır'ın anası, kim haber verdiyse, haberi alır almaz telaşla bizim avluya geldi.

   ''Yavruumm! Hıdırımmm!'' deyip Sitti Hatun'un elleri arasında ağlamaya başlayan oğlunu alıp, bağrına bastı.

    Bir süre oğluna sarılıp ağladıktan sonra çocuğunu kucağından bırakmadan, gelip bizim evin basamaklarına oturdu.

Leğençede çocuk bezi yıkayan kız çocuğu bir tas su getirip Hıdır'ın anasına uzattı. Önce oğlu sonra kendi suyu yudumladı.

     Herkes işinin başına dönünce, Sitti Hatun Elife,

    ''Garibim çok korktu. Orta parmağını oğlanın üst damağına bastır da korkusu geçsin.’’ Elif Sitti Hatun’un dediğini yaparken,

    ‘’Verilmiş sadakan varmış, tek oğlunu sana bağışladı Allah.'' dedi Sitti Hatun. ’’Bir horoz kesip, kan akıtsan iyi olur. Kendini toplayınca da kazandan su alıp oğlanı bir güzel pakla.''

    ‘’Sağ olun Sitti Ana, ya görmeseydiniz Hıdırım’ın curuna düştüğünü?''

    '' Çamaşır derdindeydik; biz görmedik.Yaşar görmüş, o haber verdi Şengül'e. Anlayacağın Hıdır'ı Yaşar kurtardı.''

     Kadın, bir kaç basamak  daha yukarıda oturan bana döndü. Gözleri yaşlıydı. Bir şey söylemek istedi ama söyleyemedi. Sadece yutkundu.

Bir şey söylemedi ama yüzündeki o tarifsiz minnet duygusunu yıllarca unutmadım.

 

 ------

Mart 2020

Corona-19 Tutuk evi.

---

Not:

Yıllar sonra Hıdırla aynı lisede buluştuk. Sonradan Akademiyi bitirip muhasebici olduğunu öğrendim..

---









Güney Afrika




Güney Afrika 
Cape Town, Johannesburg, Sun City Vs.

Güney Afrika uzun yıllardır merak ettiğim ve görmeyi istediğim ülkelerin başında geliyordu.
Bu fırsatı bir iş seyahati nedeniyle 2017 yılının güzünde yakalamıştım ama eşimin ani vefatı nedeniyle gerçekleştirememiştim. O acı anı nedeniyle bu kez de gidip gitmemek  konusunda çekincelerim oldu ama sonunda kararımı verdim.
Daha Güney Afrika'yı Anlatmadan Buraya Neden Bu Fotografı Koydum? Bu Yazının Tümünü Okumak İsterseniz; Bu Fotoğrafı Göz Önünde Tutarak Okuyun. Lütfen

Kısa Bir Geçmiş : Kısa Başlıklarla Güney Afrika Tarihi
Güney Afrika'nın ilk sakinleri Hotantolar ve Buşmanlardır. Bu toplulukların yaklaşık 2000 yıl kadar önce göçebe hayvancılığı yaptıkları biliniyor.
Ümit Burnu'nun Hindistan'a bir yol bulmak amacıyla yola çıkan Portekizli gemici Bartolomeu Diyaz tarafından 1488 yılında keşfedilmesi ile bölgenin yerli halkı ilk kez beyazlarla karşılaşıyorlar.
Diyaz'ı buralara kadar getiren en büyük etken; o zaman Akdeniz'e ve Orta Doğu'ya; dolayısı ile baharat yoluna hakim olan Osmanlılar'ın kontrolü dışında vergi vermeden, serbestçe ticaret yapabilecekleri bir yol bulmak. Baharat o zamanlarda çok önemli ve dolayısı ile çok değerli. Gıdaların bozulmaması için yaşamsal bir önemi var. Anlayacağınız bay Diyaz babasının hayrına Hindistan'a yeni bir yol aramamış.Tamamen duygusal yani...
Bir Sokak sanatçısının Gözünden  Tüm Yönleri ile Cape Town
 

Güney Afrika'nın bu güne kadar uzanan kanlı tarihi, 1652 yılında sömürgeci Hollandalıların buraya ayak basması ile başladı denebilir.
Başlangıçta burayı Hindistan'a giden gemiler için bir istasyon kurmak amacıyla işgal eden Hollandalılar, kanlı savaşlardan sonra kalıcı yerleşimler kurup, kendi dillerinde çiftçi anlamına gelen''Boerleri'' buraya yerleştirdiler. Zaman içinde nüfusları ve güçleri artan Boerler Hollanda'dan özerklik isteyip, 18. yy sonlarında bu isteklerine kavuştular.
Aynı yıllarda, tarihleri boyunca, ''nerde tıngırtı, orda buluntu'' sözününü  kendilerine her zaman kılavuz eden İngilizler, bölgeyi işgale kalkıştılar. Başlangıçta başarılı olmasalar da 1814 yılında bu arzularına kavuştular. Bunun sonucu da Cape Town Bölgesine yerleşik olan Boerler de ülkenin kuzey ve kuzey doğusuna çekildiler. Orange ırmağı aralarında sınır oldu.

Bu süreçte köle olarak kullanılan Güney Afrika'nın yerli halkı, araziyi iyi tanıdıkları için sözde efendilerinden(!) kolayca kaçıp dağlara sığındıklarından, işgalciler Hindistan ve Malezya'dan yeni köleler getirdiler. Bölgenin yabancısı olan bu gariplerin, çevreyi iyi bilmediklerinden dolayı kaçıp kurtulama şansları olmadı doğal olarak... Ancak zaman  içinde İngiltere, kendi kamu oyunun baskısı sonucu 1833 yılında köleliği kaldırmak zorunda kaldı.
1867 yılında Orange ırmağının yakınların da elmas,1886 yılında Transvaal'da altın bulunması G.Afrika'da tarihin akışını değiştirdi. Bu buluş, İngilizlerin, tarihileri  boyunca''yeter ki balın olsun,sineği Bağdat'tan gelir'' sözümüzü doğrularcasına Boerleri tamamen kendi denetimlerine almasına yol açtı. Sonrasında; aklın yolu bir olduğuna inandılar ve sayıcak kendilerinden kat be kat üstün olan yerlilere karşı  Boerlerle ortak hareket ederek 1907 'de Güney Afrika Birliğini kurdular. Beyazlar kentlerde, Apertahit(bir tür ırkçılık) uygulanan yerliler ise; kentlerin dışında, bu gün bile varlığını sürdüren teneke mahallelerinde dışlanmış olarak yaşamaya başladılar.

İki Dünya savaşında'da müttefiklerden yana ola G. Afrika, savaş sonrası ayrımcılığı ve ırkçılığı yasalarla pekiştirdi. Öyle ki; bırakın siyahları, Hintlilerin bile oy hakları elinden alındı. Irkçı politikalar nedeniyle Common Wealth'den atılan Güney Afrika'da bundan sonra bilinen olaylar gelişti. Siyahların ayaklanması yayıldı, bu ayaklanmalara öncülük eden Nelson Mandela 1964 yılında hapse atıldı. Hükümet'in ırkçı politikalardan ödün vermemesi, ve siyahlara baskının giderek artması sonucu Güney Afrika'ya 1967'de BM ambargo kararı aldı.
Ambargo ve dünya kamuoyunun baskısı, ekonomiyi çökertme noktasına gelince; Nelson Mandela 27 yıllık tutsaklıktan sonra serbest bırakıldı ve 1994 yılında Başkan seçildi.
Güney Afrika bu gün nüfusun yüzde 79'unu oluşturan siyahlar tarafından yönetiliyor. Nüfusun geri kalanını yüzde 9.6 ile beyazlar, yüzde 8.9'unu çandırlar(melez) ve yüzde 2.5'ini de Asayalılar oluşturuyor.

Cape Town
Cape  Town bu gün 3.5 milyon nüfusu ile G.Afrika'nın 2., Afrika Kıtası'nın ise 5. büyük kentidir. 1488 yılında Hindistan'a ulaşmak amacıyla yola çıkan Portekizli denizci Bartolomeu Diyaz tarafından keşfedilen Cape Town, 1652 yılında Avrupalıların Afrika'da , kurduğu ilk kent oldu. Tarih boyunca önce Hollandalıların (Boerler) daha sonra da İngilizlerin eline geçen Cape Town'un kent merkezi görenlerde, bir Avrupa kentinde dolaşıyormuş duygusunu veriyor.

Görülecek yerler
Benim 10-11 saatlik uçak yolculuğunu göze alıp, Güney Afrika'yı ziyaret etmeme neyin yol açtığını merak ettiyseniz söyleyeyim:  Masa Dağı ve Ümit Burnu'nu görme arzusu...
Cape town ve Masa Dağı

O zaman hemen Masa Dağı'na(Table Montain) çıkalım. Elbette Masa Dağına hemen çıkalım deyince çıkılmıyor.  Sizi dağa çıkaracak olan teleferik için bileti önceden almanız gerekiyor. Biletler için öğleden önce ve sonrası için ayrı fiyat uygulanıyor. Öğleden önce çıkmak isterseniz daha fazla rant ödemek zorundasınız. Bu fiyat da 200 ile 360 rant arasında değişiyor. Bu arada ben bu kadar parayı veremem diyenleriniz varsa,saygı duyarım. Sizin gibi düşünenler, biz teleferik sırasındayken zaten çoktan tepeye tırmanmak için yola koyuldular bile...
Dağa, ha deyince çıkılamadığını söylemiştim. Buraya her ben-i ademin çıkması için teleferik gerekli olduğu düşüncesi ile kez 1850 yıllında güdeme gelmiş ancak yapımı 2. Dünya savaşı sonunda gerçekleşmiş.
Masa Dağı'ndan Cape Town
Denizden yüksekliği 1080 metre olan tepeye bir kaç dakikada çıkılıyor. Tepeye yaklaştığınız her metrede altınızda hem Cape Town'u hem de çevresindeki kumsallara uçaktan bakıyormuşsunuz duygusuna kapılıyorsunuz.

Masa Dağı'ndan Aslan Tepesi


Teleferikteyken, aşağıdan pek de heybetli görünmeyen  her birinin ayrı bir söylencesi olan Aslan tepesini ve Şeytan tepesini de neredeyse kuş bakışı olarak görebiliyorsunuz.
Düz bir masa görünümdeki Masa Dağı, bir ucundan öteki uca 34 kilometre. Ama tamamı masa gibi düz değil.
Tepede geçireceğiniz bir kaç saat içinde Cape Town ve çevresini kuş bakışı fotograflayabilirsiniz. Bu arada rehberimizin buraya özgü iri bir fare büyüklüğündeki Dassie adlı kemirgenle karşılaşınca şaşırmamamızı söylemişti.
Karşılaştım ve şaşırmadım.
Masa Dağı'ndan...

Bu arada dağda sis yoksa burada gün batımını izlemenin çok güzel olacağı söylendi. Zamanı olanlara önerilir...
Masa dağına ulaşmak için şayet bir turla gelmemişseniz, kent merkezinden taksi ile gelebilirsiniz. yada Hop on- Hop off otobüsüleriyle ulaşabilirsiniz.

Ümit Burnunu  (Cape of Good Hope) anlatmadan önce bize orta öğretim yıllarında verilen bir bilginin yanlışlığını düzelteyim. Ümit Burnu Afrika'nın en güney ucu değilmiş. Afrika'nın en güney ucu, Ümit Burnu'nun daha doğusunda, deniz fenerinin bulunduğu kayanın uzantısı olan yarım adanın ucundaki ''Cape Point ya da İğne Burnuymuş''. Coğrafya öğretmenlerine duyurulur.
Ümit Burnu

Bartolomeu Diyaz, Hindistan'a yol bulma sevdası ile yola çıkınca buradaki fırtınalar nedeniyle burnun adını fırtınalar burnu adını koymuş. Hindistan'a ulaşamayıp, geri dönünce Portekiz Kralı'na durumu anlatmış. Kral güya;'' bu burun bizim Hindistan'a ulaşmak için bir ümittir, adı Ümit Burnu olsun ''diyesiymiş.
Yukarıdaki fotografı çektirdiğim yerde öyle bir rüzgar vardı ki anlatamam.  Hint ve Atlas okyanuslarının birleştiği bu burunda deniz, fırtınanın etkisiyle kıyıyı çılgınca dövüyor. Bir yerde okumuştum; buradaki dalgaların yüksekliği zaman zaman 20 metreyi buluyormuş.  Deniz suyunun çok soğuk ve köpek balıklarının cirit attığı Ümit Burnu'nu geçmeye kalkışan yaklaşık 2500 geminin burada batması bir rastlantı sayılmamalı.
Cape Point'in Konumu-Arkada Fener


Ümit Burnu'nun uzantısı olduğu tepede bir deniz feneri var. Aklı sıra gelip geçen gemilere yol gösterecek. ''Aklı sıra'' dememin nedeni burada 2500 civarında geminin batmış olması. ''Ya olmasaydı, daha fazla gemi batmış olmaz mıydı?'' diyenleri duymazlıktan geliyorum.

Bana göre fener bir işe yaramamış olsa da fenere çıkmanızı öneririm. 

Çıkanlar manzaranın çok güzel olduğunu söylediler. Çıktım; çıktım da nasıl çıktım? Bir de bana sorun.
Önce yokuşla, bundan daha önemlisi, Ümit Burnu'ndaki rüzgarı meltem zavallılığına 
düşüren fırtına ile adeta savaştım.

Hiç abartmıyorum; biraz boş bulunsanız, dünyada kanatsız, aletsiz uçan ilk insan olursunuz; İkarus'un bile kanatları vardı. Unutmayın...
Deniz Feneri. Yolu Bitimine Yakın Çekim

''Peki kardeşim,haline bakmadan Hasan Dağı'na oduna neden gidersin ?'' diye sormayın. Hele benim keşfetme tutkumu bilenler hiç sormasın. ''Buraya kadar gelmiş de fenerin olduğu tepeye çıkmamış'' dedirtmem ardımdan.
Fırtınayla göğüs göğüse çarpışarak, dünyada kanatsız ve aletsiz uçan ilk insan olmamak için trabzanlara tutuna tutuna fenere ulaştım.

Fenerin yer aldığı nokta ise başka bir alem. Sağdan soldan, aşağıdan yukarıdan rüzgar esiyor.

Sanırsınız ki; burası,  dans partisi veren dünyadaki tüm fırtınaların buluşma noktası... 
Bu partiye isteseniz de istemeseniz de siz de katılıyorsunuz.
Öyle ki; fotograf çektiğim telefonu bile zor zapt ediyorum. Aman Zaman derken telefonu korumak isterken bir an elimi başımdaki bereden çektim. Sen misin çeken; berem uçan daire misali gök yüzünde kayboldu. Baka kaldım ardından...

Manzara müthiş. Çıkması güç ama siz gene de çıkın.
Yukarı çıkarken yanınıza bir şişe su alın, yolda gerekiyor.
Hırsız Babunlar


Bu arada, ortalıkta dolaşan babunlara dikkat!
Çaktırmadan, sinsice yanınıza yaklaşıp, elinizdeki torbayı ya da yiyeceği alıp kaçıyorlar.

Çok şükür kazasız belasız fenerden aşağı indim deyip, otoparkta bekleyen otobüse doğru giderken, önümden hızla geçen bir babun, bankta oturup, elindeki hamburgeri iştahla yemeye çalışan küçük bir kızının hamburgerini , kaşla göz arasında  kaptı; kaçtı. Zavallı çocuğun hayret dolu bakışı hala gözümün önünde...


Langa Teneke Mahallesi

Langa- Teneke Mahallesi
Langa Cape Town'a yaklaşık 20 km mesafede. Rehberimiz bu mahalleyi gezerken gruptan ayrılmamamızı tembihledi.Gerçi aynı uyarıyı Cape Town'ı gezerken de yapmıştı ama bura daha tehlikeliymiş. Gerçekten de Güney Afrika'da dolaşırken temkinli olmakta yarar var. Ancak grubun çoğu Adana'lı olduğu için bu uyarı onlar için pek geçerli olmadı sanırım. Belki de peşimizden ayrılmayan korumamıza güvendiler, kim bilir? 
Cape Town'daki nüfusun yaklaşık % 80'i bu tek odalı teneke evlerde yaşıyormuş. Arada bir betonarme binaya da rastladık. Bunlar Mandela'dan sonra yapılmaya başlanmış. 
Sokaklar pislik içinde, burnunuza gelen pis kokuya zaman içinde alışmanız bile mümkün değil.
Dempaskot:Teneke Mahallesinin Girişindeki Kayıt Yapılan Büro, Eskiden Siyahlar Kayıt Olurmuş Giriş Çıkışta. Şimdi ise Tam tersi. Bir Beyaz Form Dolduruyor(!)
Altının ve elmasın neredeyse ana vatanı olan bu ülkede, yoksulluk ötesi böyle bir yaşantıyı hala anlamakta güçlük çekiyorum.

Burada yaklaşık 200 bin kişi yaşıyormuş. Mandela'dan önce siyahların kentten içki almaları yasakmış. Onlar da kendi içkilerini kendileri yapıyormuş.

Langa-Teneke Mahallesi
Eskiden Langa'ya giriş çıkış izne bağlıymış. Burada yaşamayanlar, Langaya giremezmiş. Çalışmak için mahallenin dışına çıkanlar, etrafı tel ile çevrili mahallenin giriş kapısında (Dempaskot)kayıt olurlarmış.
Cape Town'ı Çepeçevre Saran Teneke Mahalleleri.
Rehberimizin  anlattığına göre burada yaşayanların tek dileği ''musluklarından temiz su akan ve tuvaleti olan bir evlerinin olmasıymış.'' 1994 yılına kadar bu mahallelerde 60 aileye 1 tuvalet düşermiş. 
Bize Langa'da Eşlik Eden Korumamız

Langa'yı dolaşırken bir ara bizim koruma ile konuştum. Kendisi burada yaşadığı için bizler için burada herhangi bir saldırının söz konusu olmayacağını söyledi. Bura sakinleri genellikle müzik yaparak ve kentte bulabildikleri işlerde çalışarak geçimlerini sağlarlarmış. Gençler ise sporla vakit geçirirlermiş. Hükümet'in ''kendi kültürlerini'' turistlere satarak çok gelir elde ettiğini ama bu gelirden pay alamamaktan rahatsız olduğunu söyledi.
Burada bir ilk okulu da ziyaret ettik. Çölde bir vaha gibiydi. Temiz giyimli, cıvıl cıvıl siyah çocuklar. Aralarına karıştık. Bazı arkadaşlarımız onlara armağanlar verip, fotograf çektirdiler.
Ama orada öğrendiğim bir şeye çok şaşırdım. Rehberimizin dediğine göre ilk okul dahil tüm okullar paralıymış Güney Afrika'da...
Asgari ücretin 250 USD olduğu bir ülkede yoksul aileler nasıl ödüyorlar bu parayı? Soruma , ''Bir şekilde ödüyorlar işte'' diye yanıt verdi rehberimiz.
Bo Kaap

Bo Kaap, Cape Town'da görülmesi gereken  yerlerden biri. Buranın ilginç bir öyküsü var. Güney Afrikalı kölelerini ellerinde tutamayan Hollandalılar, bu kez Malezya ve Endenozya'dan müslüman köleler getirip bu buraya yerleştirmişler.

Nur ül İslam Camisi

Bu cografyanın yabancısı olan köleler, kaçıp kurtulamadıkları için burada çakılı kalmışlar.

Kölelik kalkınca da burada yaşayanlar yılda iki kez kutlama yapıp, evlerini çeşitli renklerde boyuyorlarmış.

Temiz sokakları, renkli evleri ile Bo Kaap'ı mutlaka görün derim.
Burada bir de cami var; adı Nur ül İslam Camisi, 1847 yılında yapılmış.

 Bo Kaap kent merkezinde ve yürüyerek gidebilirsiniz.

Adres 71 Wale Street.


Nur Ül İslam Camisi'nin Bulunduğu Sokak

Cape Town'da görülmesi gerekli yerlerden biri de kentten yaklaşık 45 dakika uzaklıkta bulunan Simon's Town'daki Boulders Plajıdır. Bu plajı ünlü yapan şey ise; yaklaşık 12 bin yıl önce Antartika'dan kopan bir buz dağının üzerinde buraya gelerek yerleşmiş olan Afrika Penguenleridir.
Bu penguenler belgesellerde izlediğimiz penguenlerden bir hayli küçükler.
Boulders Plajı ve Penguenler



Plaja koşut olarak yapılan yol ve teraslar yardımıyla koruma altındaki bu penguenlerin çok yakınına kadar  gelebiliyorsunuz.
Penguenler

Boulders Plajı Table Mountain Ulusal Parkı'na dahil bir koruma alanı sınırları içinde yer almaktadır. 
Buradaki penguenler sadece Güney Afrika kıyılarında bulunuyormuş. Penguenlerin neslinin devamı için iki adet penguen üretme çiftliği kurulmuş. Bu gün burada 3000 civarında penguen yaşıyor.
Girişin hediyesi: Çocuklara 20 Rand. Yetişkinler için, grup ya da bireysel ziyarete göre 40-160 Rand arasında değişiyor.
Eğer turla gelmediyseniz buraya cape Town'dan trenle ulaşabilirsiniz.

Cape Town çevresi ünlü G. Afrika şaraplarının üretildiği bağlarla kuşatılmış. G.Afrika'ya ilk üzüm asmaları 1655 yılında getirilmiş ve bu asmalardan ilk ürünler 1659 yılında elde edilmiş.
KWV Wine Emproium- Stellenbach


 Bir süre sonra bölgeye Fransızlar yerleşince üretilen şarapların kalitesi artmış. Costantia, Paarl ve Stellenbosch bölgeleri şarap üretim merkezlerinden en önemlileri
Şahsım Fıçıya, Fıçı Şahsıma Bakıyor
Biz Stellenbosch bölgesinde büyük bir şarap fabrikasını ziyaret ettik. Türkiye' de de benzeri fabrikaları ziyaret etmiştim ama burası bambaşka.

Dev Şarap Fıçıları
Bizi Fabrikanın sahibesi gezdirdi.  Özel ağaçlardan üretilmiş dev fıçıların arasında dolaşırken, şarabı ve şarapçılığı öyle anlattı ki, onun anlattıklarını dinleyen bir sofu bile''
yahu bu nasıl bir şeymiş'' diyerek şarap içmeye başlar,eminim...
Şarap Tadımı

Fabrika turunun sonunda şarap tadımına geçildi. Ufaktan ve küçük bardaklarla başlayan şarap tadımından sonra, hafiften çakırkeyf olan bizler, önünü ardını düşünmeden tattığımız şaraplardan satın aldık. Şaraplar gerçekten güzel ve keseye uygun. Burada size hangi şaraplar iyidir, hangi şaraplar satın alınır demeyeceğim. Kendiniz tadın; beğenirseniz satın alırsınız.
Bu gün dünyanın 6. büyük şarap üreticisi plan G. Afrika üretimini büyük bölümünü dış pazarlarda satıyor.
Stellenbach Cape Town'a arabayla  yaklaşık 45 dakika mesafede.

Aslan Parkı'na Lion Park), Cape Town'dan arabayla yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuktan sonra ulaşabilirsiniz. Burada bu parkta bulunan yabanıl hayvanlar, birbirlerinden yüksek tel örgülerle ayrılmışlar.
Beyaz Aslan Yavruları. Görevleri Kendilerini Okşatmak

Söz gelimi bir aslan ailesi, başka bir ailenin alanına giremiyor. Bu parkı korunaklı araçlarla dolaştık. Buradaki hayvanların davranışları ile belgesellerde izlediğimiz hayvanların davranışları bir birinden çok farklı. Ne aracımıza  saldıran, ne de bizi umursayan var. Hadi anladık araca saldırmıyorsunuz ama hiç olmazsa önünüze konmuş eti yerken '' kafanızı kaldırıp gelenlere bakın. Bak! binlerce kilometre yol kat edip buralara kadar geldik. kükremenizden vaz geçtik, bize doğru esneyin bari de dişlerinizi görelim.'' Biz de döndüğümüzde, soranlara olayı abartarak anlatalım. O şansı bile çok görüyorlar keratalar.
Ziyaretçiler Umurlarında Değil. Gölgede Ense Yapıyorlar

Birileri onlara turistin altın yumurtlayan tavuk olduğunu ve onlara iyi davranılması gerektiğini anlatmalı. Düşündüm de belki onlar da haklı. Avlanmak için bir çaba göstermiyorlar. Haremleri yanlarında, yedikleri önlerinde, yemedikleri artlarında; miskin miskin oturuyorlar; na'psın turisti muristi.
Öküz Başlı Antilop

Ortalıkta dolaşan yaban köpekleri de olmasa burada hiç yaşam belirtisi yok diyeceğim. 
Bana sorarsanız görmeye değmez.
Aslan Parkı'nda beni mutlu eden tek şey lokantasında yediğim lezzetli bir tavuk kızartmasıydı. Kalanı hikaye-i geyik...
Öğle Uykusunda Çitalar

Good Hope Metropolitan Community Church. Bu gotik biçemli kilise, kent merkezinde, ünlü Green Market'in bulunduğu bir meydanın köşesine konuşlanmış. Kilisenin çevresindeki kaldırımlara uzanmış, kir, pas içindeki evsizleri görünce aklıma Hindistan'da kaldırımda doğup, orada büyüyen ve orada ölen dokunulmazlar geldi.
Kilisenin İçinden Görüntüler: Evsizler
İnsanlık adına öylesine utanılacak bir manzara ki; anlatması güç. Kilisenin dışında perme perişan insanları görünce çevremdekilerin uyarılarına karşın kilisenin içine girmeye karar verdim. Onlar haklı olarak yaklaşık 11 milyon aidsli bulunan bir ülkede böyle bir yeri ziyaret etmemin tehlikeli olduğunun farkındaydılar. Ama görerek keşfetme arzusu doğrusu mantığımdan öne geçti.
Sefaletin Bir Başka Görüntüsü

Daha ilk adımda beni karşılayan, yerlerde , çul çaput içinde yatan perişan insanlardı. Orayı, o karmaşayı, o acınası hali ve kilisenin her yanına sinmiş kötü kokuyu anlatamam. Sıralarda oturanlar, yerlerde yatanlar, ortalıkta durumun vahametinin farkında olmayıp, koşuşturan çocuklar ve umarsızca ölümü bekleyen hastalar. 
Good Hope Mertopolitan Community Church

Kiliseyi ziyaretim süresince bir kaç kez temiz hava almak için kiliseden dışarı çıktım; öylesine havasız...

Turistik gezilerin amacı genellikle güzel yerleri görmek, oradan hoş anılarla dönmektir diyebiliriz kısaca... Ama bu kilise gibi, insanın ruhunda derin izler bırakacak yerleri de görmek gerekir kanısındayım.
Bu arada kilise içinde ve dışında yatanların tamamının kara derili olduğunu sırası gelmişken yazayım
Green Market

Green Market, Kentin ortasında geleneksel hediyeliklerin satıldığı küçük bir pazar yeri. Meydanda kurulmuş, derme çatma kulübelerde yok; yok. Yabanıl hayvan derilerinden tutun da, buraya özgü desenlerle bezenmiş kumaşlardan, çeşitli, incik boncuğa kadar, hediyelik olarak alabileceğiniz bir pazar.
Green Market

Satıcılarla çekinmeden pazarlık edin. Turist olduğunuzu görünce analarının nikahını istiyorlar.

Hout Bay Harbour, Cape Town'a yaklaşık yarım saat mesafede küçük bir liman. Bu limanın 2 özelliği var: Bunlardan birincisi; Nelson Mandela'nın yıllarca hapis yattığı Roben Adası'na giden teknelerin buradan kalkması ki; biz havanın bozuk, denizin çok dalgalı olması nedeniyle programımızda olmasına karşın gidemedik. İkincisi ise; fok balıklarının yaşadığı körfez olması.
Foklar- Hout Bay Harbour

Körfezde bir çok fok balığı var. O kadar cana yakınlar ki; denizden hop diye rıhtıma zıplıyorlar. Onların denizden çıkmasına engel olanlar ise, tutsak ettikleri fok balıkları ile turistleri belli bir bedel karşılığı fotograf çektirmeye zorlayan yerliler. Fokların rıhtıma çıktığını gördüklerinde ellerinde sopalarla onları tekrar suya kovalıyorlar. Bu davranışları hoş olmasa bile, bu insanların çok yoksul olduklarını göz önüne aldığımızda; pek  kızamıyorsunuz onlara. Ne demişler''yoksulluğun gözü kör olsun.''

Victoria And Albert Waterfront, Cape Town'da gece gündüz hem rahatça ve tedirgin olmadan dolaşabileceğiniz, hem de hoşça vakit geçirip, pahalı olmasına karşın 
Water Front

restoranlarda sunulan lezzetli yemekleri yiyebileceğiniz bir bölge; bir tür yat limanı.
Water Front
Cape Town'da kaldığımız süre içinde akşam yemeklerimizi burada yedik. Özellikle balıkları çok nefis. Size buraya gidin demiyorum çünkü; önersem de önermesem de gideceğiniz tek  mekan burası.

Cape Town'da Başka nerelere Gidilir
Çiçek Pazarı
Cape Town merkezinde dolaşırken kendinizi bir Avrupa kentinde dolaşıyor duygusuna kaptırabilirsiniz.
Long Street
Özellikle kent merkezinde 18.yy'dan kalan ilginç binalar var. Bu binaların ve alışveriş yapabileceğiniz dükkanların bulunduğu en önemli cadde Long Street. Ayrıca Long Streetİn bir özelliği de gündüzün güvenle dolaşacağınız bir cadde olması.
Long Street. Victoria Döneminden Kalan Bir Bina

Bu caddedeki Victoria döneminden kalan kimi binalar, sizde, İngiltere'deki bir kentte dolaşıyormuşsunuz duygusu veriyor.
Company's Gardens 'da Dev Kavuçuk Ağacı

Long Street'e koşut, içinde bir çok tarihsel binayı ve yontuları barındıran Company's Garden'e kadar uzanan Adderley Bulvarı ise gene Cape Town'da görülmesi gerekli yerlerden biri.
Bartolomeu Diaz- Adderley Street

Company's Gardens içinde dev ağaçların, bir çok kamu binasının ulunduğu çok büyük bir park. Kentin içinde insanların rahatça dolaşabildiği yürüyüş yolları, ulu ağaçların gölgesine sığınmış bankları ile nefes alınabilecek bir alan.
Bir de içinde küçük bir göl olan De Waal Park görülebilir.


Johannesburg


1800'li yıllarda madenciler tarafından kurulmuş, 4,5 milyon nüfusu ile Güney Afrika'nın en büyük, Afrika Kıtası'nın da Kahire ve Lagos'dan sonra 3. büyük kenti olan Johannesburg, gerçekte bizim katıldığımız turun ilk durağıydı. Artık tur programının gereği miydi yoksa bana mı öyle geldi bilemiyorum; bura hakkında yazacak bir şeyler bulamadım. Aslında rehberimiz de buranın turistik bir yer olmadığını, ancak zorunlu olarak tur programına alındığını söyledi.
Kentin çevresi, üzerilerinde ustura gibi tel çitlerin olduğu yüksek duvarların ve ulu ağaçların ardına gizlenmiş villalarla dolu. Bu yüksek duvarlar, buradaki güvenlik konusunda bana gerektiğinden fazla bilgi verdi.
Mandela ve Ben
Kentin çevresinde dolaşırken, bu gün müze olarak kullanılan, ve Mandela'nın başkan olduktan sonra kullandığı eve rastladık. O gün kapalı olmalı ki; içeri giremedik. Böyle olunca de bize de dıştan fotograflamak düştü.
Mandela'nın Başkan Seçildikten Sonra Oturduğu Ev
Johannesburg'da görülmesi gereken yerlerin başında Nelson Mandela'nın dev yontusunun bulunduğu meydan. Meydan restoranlarla çevrelenmiş.
Johannesburg
Ünlü mağazalar ve işyerlerinin bulunduğu Main Street ise size alışveriş için olanaklar sağlayabilir. Johannesburg'un en dikkate değer yapısı İse 1973 yılında yapılan, 50 katlı ve 223 metre yükekliğindaki Carlton binası. Söylendiğine göre burası Afrika'nın en yüksek binasıymış.
Mandela Meydanındaki Restoranın Garsonları
Küçük bir bedelle tepesine kadar çıkılıp kentin kuş bakışı fotografı  çekilebiliyormuş.
Johannesburg'a dair yazacaklarım bu kadar. 

Lisedi Cultural Village(Kültür Köyü), Johannesburga arabayla yaklaşık bir saat uzaklıkta, Günaey Afrika Kültürünü yakından tanıyacağınız önemli turistik merkezlerden biri, hatta en önemlisidir.
Lesedi Cultural Village
Burada, her biri ayrı bir köye yerleşik Zulu, Xhoso, Pedi ve Bosotho kabilelerinin günlülük yaşamlarını, göreneklerini ve danslarını yakından görebilirsiniz. Her ulusun kendini ifade etme şekli vardır. Bir Rus için votka, bir Türk için rakı bir tür kendini ifade şekli ise bu köylerde yaşayan kabileler için dans; acılarını, mutluluklarını; kısaca kendilerini ifade şeklidir. 
Zulu Köyü
Mandela'dan sonra G.Afrika'da siyahları oluşturan 11 etnik grup, ayrı siyaset gütmeye; aralarında ayrılıklar yaşamaya başlayınca, hükümet bu bölünmeyi önlemek, kabileleri ortak bir paydada buluşturmak ve ulus bilinci oluşturmak için bu kültür köylerini oluşturmuş.
Totem
Burayı sadece turistler değil, öğrenciler de ziyaret ediyor ve kültürlerini tanıyorlarmış. B
u kabileler içinde en savaşçı olan Zulular. Köylerine girmek için kapıdaki mızraklı nöbetçiden izin almanız gerekiyor.
Köyde Bir Ocak. Rüzgar Hangi Yönden Gelirse Gelsin Ateş Sönmüyor. Hemen Tencereyi Rüzgarın ters Ynüne Koyuyorlar
Zulular, binlerce yıllık geleneklerini sürdürüyorlar. Kadınlar ev işleri ve çocukların bakımı ile ilgilenirken, erkeklerin görevi ise: av ve savaşmak. Bu köyde yaklaşık 30 aile yaşıyor ve tek bir mutfağı kullanıyorlar. Evlerinin kapısı alçak; içeri girerken saygı göstermek için eğilmeniz zorunlu.
Ergenlige Geçen Çocuklar Savaşçı Olmak İçin 6 Ay Bu Evde Kalıyorlar. Sadece Gece Çıkmalarına İzin Var
Zulularda kızların bekareti önemli. Evlenmek isteyen erkek kızın ailesine bir inek satın alıp armağan etmek zorunda. Yoksa ömrübillah bekar kalıyormuş. Bir ineğin fiyatı ise 11 USD. 
Tek evlilik yok. Ne'ka ekmek o'ka köfte misali, ne'ka inek,O'ka kadın.
Pedi Köyü
Lisedi'de hangi kabileden olduğun giydiğin kıyafetle ayırt ediliyor. Bir kadının evli olup olmadığı ise şapka takıp takmadığından belli oluyormuş. Evli kadınlar şapkalarını yatarken bile çıkarmazlarmış.
Köyün Sakinlerinden Biri

Xhoso kabilesinde evlenmek Zululara göre daha zor. Bir bakireyi almak için 11 inek, 2 kulübe ve 2 atı başlık parası olarak vermek zorunluymuş. Anlaşılan bu kabilede evlenmek için eşek yükü ile paraya gereksinim var.
Dansçılar
Pedi kabilesinin köyünü gezerken kadınlar yemek yapıyordu. Yemek pişinceye kadar aile üyeleri çerez olarak kurutulmuş ipek böceği yiyorlar; ben denedim fena değildi.
Pedi kabilesinin ilginç bir öyküsü var. Köylerine saldıran İngilizlerin kadınları öldürmediklerini fark edince, kadın kılığına girip, makyaj yaparak onları tuzağa düşürerek öldürmüşler.
Dansçılar
Köyü terk etmeden önce bize, bir salonda her kabile kendi danslarını yaptılar. İlginçti.

Sun City(Kayıp Şehir)
Johannesburg'a yaklaşık iki saat mesafede bulunan Sun City (Kayıp Kent), musevi bir girişimci olan Solomon Kreshner tarafından kurulmuştur. Önceleri Bostwana'da kurulması düşünülen Sun City, oradaki karışıklılıklar nedeni ile Güney Afrika'da  Elendas ırmağı ve Pilanes dağının bulunduğu  bölgede efsanevi kayıp kentin de içinde bulunduğu yaklaşık 58 bin hektarlık alanda 1970 yılında kurulmaya başlanmış, 1979 yılında tamamlanmıştır.
The Palace-Sun City
Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış, Güney Afrika'ya uygulanan ambargo nedeniyle; Las Vegas benzeri, bu dünya cennetine pek uğrayan olmayınca, uyanık bir yatırımcı olan Kreshner, özellikle hizmet pazarlamasında, ''satılacak malın mutlaka bir öyküsü olmalı'' ilkesinden yararlanarak, burayı efsanevi kayıp kentin bir parçası olarak pazarlamaya başladı. Aids'den korktuğu için  gelemeyen turistleri buraya çekmek için, Frank Sinatra, Elton John ve Fredi Mercury gibi sanatçıları getirerek Sun City'nin dünyada tanıtılmasını sağlamış.
Kayıp Kent-Sun City
Belki de bu kayıp kent öyküsü, buraya yakın olan ve nüfusunun yüzde 75'i Hinli olan Durban kentinin, bu yoğun Hintli nüfus yüzünden yerlilerce ''kayıp kent'' olarak adlandırılmasından geliyor olabilir.
Sun City
Bura da övülmesi gereken şey bence Kreshner'in pazarlama dehası. 

Bu gün, Güney Afrika'ya gelen turistlerin(yerliler de dahil) mutlaka, bir bir kaç gün konakladıkları çekici bir turizm merkezi Sun City...
The Palace

Tropik ve yarı tropik bölgelerde yetişen ulu ağaçların arasında kurulmuş 5 adet otelin bulunduğu Sun City'de golf alanları, dalga havuzları, yüzme havuzları, yürüyüş alanları, hemen hemen her damak tadına hizmet veren restoranlar, kafeler, çocuklar için eğlence alanları, alış veriş merkezleri ve bu tür yerlerin olmazsa olmazı kumarhaneler var.

Dalgalı Havuz-Sun City
Anlayacağınız Sun City, gelenlerin burada sıkılmadan kalacağı etkinlikler sunuyor ziyaretçilerine.
Otelimizin Arkası-Sun City

Sun City'de bulunan otellerden hem fiyat hem de kalite olarak farklı bir otel daha var; adı The Palace. Hint mimarisinden esintiler sunan bu otel , havuzları, yapay çavlanları, bahçeleri ile gerçek bir saray gibi. Oteli gezmek ve orada İngilizlerin deyimiyle 5 çayı içmek için, orada kalmanız gerekmiyor; giriş için 270 Rant ödeyin bu yetiyor; buna değer doğrusu... 
Sun City

Sun City'i yürüyerek de dolaşabilirsiniz, her beş dakikada bir sefer yapan shuttle ile de. Shuttllar ücretsiz. 

Sun City'de gece gündüz güvenle dolaşabilirsiniz. Ama hemen her otelin yanı başında başlayan ağaçlıklarda geceleri dolaşmanız önerilmiyor. Namussuz babunların sağı solu pek belli olmuyormuş çünkü.
Lion Safari Park Girişi- Sun City

Lion Safari Park, Sun City'in bulunduğu 58 bin hektarlık alan içinde kurulmuş, içinde gergedan, aslan, zürafa, su aygırı, öküz başlı antilop,antilop,fil ve bir çok yabanıl kuşun bulunduğu gerçek bir safari parkı.; belgesellerde gördüğümüz türden...
Lion Safari Park

Lion Safari Park

Alan çok büyük, Aslan Park'ında olduğu gibi hayvanlar bir birlerinden tel kafeslerle ayrılmamışlar.
Lion Safari Park

Lion Safari Park
Antilop'un olduğu yerin çevresinde dolanan aslanlar, çevresini umursamadan otlayan filler... Tam bir safari...
Ancak filmlerde gördüğümüz gibi bizi dolaştıran aracın etrafında dolaşmıyorlar; herkes kendi derdinde gibi.
Lion Safari Park

Bu Park'da Güney Afrikalıların 5 büyük olarak adlandırdıkları hayvanlar da var. Bunlara 5 büyük denmesinin nedeni; çok büyük olmalarından değil avlanmalarının zor olmasıymış. Bu 5'li onların madeni paralarında yer almış. O kadar önemli yani. 5 büyük hayvan şunlardan oluşuyor. Aslan, gergedan, fil, su aygırı ve leopar. 
Alan çok büyük olduğu için parkı dolaşmak bir kaç saati alıyor. 
Bizim parkı dolaştığımız gün hava çok yağmurluydu. Bu yüzden hayvanların çoğu yağmurdan korunmak için bir yerlere sığınmış olmalılar ki; görmemiz gerekenden daha azını gördük. Ama gene de güzel bir safari turuydu.

Güney Afrika ile ilgili kimi notlar
-Güney Afrika'da 11 milyon kişinin Aids olduğu söyleniyor. Bu nedenle özellikle 15- 18 yaş arası kızlara tecavüz çok yaygınmış. Bunun nedeni bakire bir kıza tecavüz edince Aids'in iyileşeceği inancı...
-Alkol ve uyuşturucu kullanma çok yaygın.  Bu önemli bir toplumsal sorunu oluşturuyor.
-Yoksulluktan olacak hırsızlık ve gasp çok yaygın. Gündüz belli cadde ve sokaklarda, gece ise hiçbir yerde, özellikle tek başınıza dolaşmanız önerilmiyor. Öyle ki ; 2019 yılında 2 milyon 100 bin hırsızlık olayı yaşanmış. Dolayısı ile suç oranı çok yüksek.
-Özellikle kadınlar G.Afrika'nın hangi kentinde geziyorlarsa gezsinler, mücevher takmamalılar. Gasp ve hırsızlığın önemli nedenlerinden biri de mücevher hırsızlığı.
-Alış verişte, hemen her ülkede olduğu gibi iki tür fiyatlama var: Biri yerlilere, diğeri yabancılara uygulanan fiyat. Tahmin edeceğiniz gibi yabancılara uygulanan fiyat daha yüksek, özellikle pazar tezgahlarında. Pazarlık yapıp, önce onların önerdiğinin yarısını verin. Daha sonra uygun  -sizin için uygun-  olan bir fiyatta anlaşırsınız. Bazı satıcılar ki; bunların sayısı çok az, pazarlıktan hoşlanmıyorlar.
-Toplu taşıma yok. En iyisi taksi. Duraklı taksi olmasına da dikkat etmeli.
-Safari yaparken, parfüm kullanmamamız önerildi. Koku alma duygusu gelişmiş olan yabanıl hayvanların, parfüm kokusunu çok uzaktan alabildiklerini, bu yüzden de saldırgan olduklarını söyledi rehberimiz.
-Paranızı, orada ne harcayacağınızı tahmin ederek hava alanında bozdurun. Dönüşte  Rant'ınız artınca alanda çok düşük değerden dolara dönüştürüyorlar. Değişimde %2 komisyon alıyorlar.
Alış Veriş

Güney Afrika'da özellikle el yapımı, yerel motiflerin işlendiği hediyelik eşyaları satın alabilirsiniz. Tahtadan yapılmış masklar, yerel motif işlenmiş tekstil ürünleri ve incik boncuklar turistler açısından ilgi gören hediyelikler.
Bir de adına mavi elmas denilen tanzanit taşından yapılmış takılar ilginç. Tanzanya'da çıktığı için adını bu ülkeden alan taş genelde mavi renkli. Ama ışıkta renk değişiyor. Elmas kadar olmasa bile pahalı bir taş.
Eğer taşımayı göze alırsanız G. Afrika şarapları da satın alabilirsiniz. Kalitesine göre fiyatları bir hayli ucuz.
Nasıl Gidilir
THY'nın Johannesburg ve Cape Town'a her gün karşılıklı seferleri var. Yolculuk 10-11 saat sürüyor.
----------------
Mart 2020