29 Haziran 2020 Pazartesi

Yer Gök Duayla Ayakta Durur




Yer Gök Duayla Ayakta Durur

Yaz tatilimizin bir bölümünü geçirmek için ailecek babamın kimi akrabalarının yaşadığı, Toroslar'ın eteklerindeki bir tepede kurulu; çevresi çam ormanları ile çevrili, halkının çoğunluğu Yörük olan, Çörten'e gitmiştik(1). Köyde, babamın dayısının birbirine bağlı vagonlar gibi art arda dizilmiş, altı ahır ve samanlık, önünde büyük bir çardak olan evinde kalıyoruz.
Bir sabah kahvaltıdan hemen sonra babamın kuzenlerinden Veli ağabey,
     ''Dayı ben Otluk'daki tarlaya gideyom. Çok galmaz gelirim.
     ''Hayırdır?
     ''Hayır diyelim, hayır ossun. Tarlanın bir köşesi su almış. Öyle oluşun, orada biten pambığa  gurt düşmüş.
      ''Kurta karşı hangi ilacı kullanıyorsunuz Veli?'' Veli ağabey gülümseyerek,
      ''İlaç mı? İlacı kim yitirmiş ki biz bulalım dayı''
      ''Eee!''
      ''Köyün hocasıynan gideyom. Dün yatsıdan sona gonuştum, tamam dediydi''
      ''Hoca pamuktaki kurta ne yapar bre oğlum?''
      ''Valla gurt duvası varımış, bire birmiş, össeet bitirirmiş işini. Hoca öyle dediydi.''
      '' Oğlum Allah akıl dağıtırken neredeydiniz.? Bu devirde(2) duayla, üfürükle kurt mu ölürmüş?''
      ''!''
Babam, onayını almak için, kaçak sigara kağıdına, tabakasından aldığı tütünü saran dayısına döndü. Ahmet dayı da, 'ben anlamam bu işten' dercesine ellerini iki yana açıp, çaresizliğini belirtince; babam duyulur duyulmaz bir sesle 'le havle'' çekti.
      ''Eyleş biraz Veli ben de geliyorum.'' 
Babam bir yere gider de ben gitmez miyim?  Hemen yekindim(3). Babam daha ayakkabılarını giymeden ben çoktan hazırdım.

***
Atları arabaya Veli ağabeyle birlikte koştuk. Koştuk dediysem; ben sadece hamudları(4), bellemeleri(5), yan kayışları (6) ahırdan alıp arabanın yanına getirdim. Koşum işi tamamlanınca, arabaya minderleri birlikte yerleştirdik. Babamla Veli ağabeyin benle yaşıt kardeşi arkaya, ben de arabanın önüne; Veli ağabeyin yanına oturdum.
Dizginler bende.
Önce camiye uğradık. İmam  bizi bekliyormuş, karşılıklı selamlaştılar. İmam, 65-70 yaşlarında, ak sakallı, uzunca boylu, zayıf sayılacak biri. Üstünde beyaz, önünde düğmesi olmaya astarsız bir cübbe, başında da çevresi işlemeli beyaz bir takke var. İmam,
     ''Veli abdestin var mı?'' diye sordu.
Veli ağabeyin abdesti yokmuş.
O abdest alırken acaba babam da abdest alacak mı diye baktım ama  babam hiç oralı değil. Veli ağabey abdest alırken, imamla babam konuşmaya başladılar..
Babamı, İkinci Dünya Savaşı sırasında buğday tüccarlığı yapan dedemden dolayı tanıyormuş. Babam, bir sohbet sırasında bize, dedemin 2. Dünya Savaşı sırasında bu köye buğday yardımı yaptığını söylemişti.
     '' Zor zamanlarıdı o vakıtlar. Ama sağ olsun dar zamanımızda yetişti Durmuş Ağa. Eyi adamıdı irahmetli. Mekanı cennet olsun.''     
Babam,
      ''Hoca! Veli bana pamuk tarlalarının su gören yerinde kurda rastladığını söyledi. Sen de kurt duası ederim, bir şey kalmaz demişsin.''
      ''Doğrudur, dedim.''
      ''Bre hoca, duaynan pamuktaki kurt ölür mü?''
      ''Bak Memet efendi. Her şeyin önü ardı dua. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, ''dünya dua üzerine duruyor' demiş. Onun için bu işte itikat şart. Allahın izniynen 'gurt duasını' okuyuşun, gurt murt kalmaz pambıkta.''
Babamın hacı hocalarla din ve iman üzerine yaptığı tartışmaları bildiğimden, 'şimdi imama gerekli cevabı verir' diye düşündüm. Ama düşündüğüm olmadı. Babam sadece anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıp, başını iki yana salladı.

***
Yaklaşık 15 dakikalık bir araba yolculuğundan sonra pamuk tarlasına ulaştık. Arabadan önce Veli ağabeyle ben indik. Ardımızdan da ötekiler. 
Tarlanın sınırı, hafif eğimli bir yamaçtan başlayıp, aşağıdaki küçük bir derenin kıyısında sona eriyordu.
Veli ağabey önde biz ardında, tarlanın su basan yerine geldik. Derenin hemen kenarında, dere taşınca sular altında kalan bir kaç dönümlük yerdeki kozalar, su basmayan yerdeki kozalara göre daha büyük ve daha yeşildi. Kozaların önemli bir bölümü çiçek açmış, çok az bir bölümü ise elmaya (7) durmuştu.
Babam, önce su giren bölümdeki kozaları inceledi. Özellikle yaprakların altını kontrol ediyordu. Ben de babama öykünerek yaprakları incelemeye başladım. Yaprakların toprağa bakan kısmında yeşilimsi, mavimsi çok küçük kurtlar vardı. Babam daha sonra kurak yerde biten kozaların arasına daldı, ardından da ben. İşin ilginci orada bu kurtçuklardan eser yoktu. Babam, kozalardan kopardığı bir kaç yaprağı, kendisini meraklı gözlerle izleyen imama gösterdi.
     ''Bak hoca bunun adı dikenli kurt. Küçük göründüğüne bakma. Yaprağı da, çiçeği de yer, pamuğun elmasının içine girer, onun kuruyup düşmesine sebep olur. İlaçlanmazsa bu kurtlar, tarlanın öbür yanına da sıçrar.
Yapraktaki kurtları gören Veli ağabey, 'sen ne diyorsun hocam?' dercesine bir umutla imama baktı. İmam elindeki dua kitabı olduğunu sandığım küçük bir kitabın sayfalarını çeviriyordu. Bu yüzden olacak, Veli ağabeyin bakışını fark etmedi sanırım.
İmam, önce tarlanın su basan yerini dolaştı, ardından da derenin kıyısındaki bir dut  ağacının gölgesinde, elindeki dua kitabından sessizce ve uzun uzun dua etti. Kurtları öldürecek duayı tamam etmiş olmalı ki, 'Lilahil Fatiha' dedi. İçimizden, hep birlikte fatiha suresini okuduk. Sonunda amin deyip iki elimizle yüzümüzü sıvazladık.
Cenazelerde de imamın, ölenin ardından okuduğu sure Fatiha olduğu için, her ne kadar babam 'ilacı dua değil ilaç öldürür' dediyse de, ben, hocayla birlikte okuduğumuz Fatiha suresinin kurtları öldüreceğine inandım.
Arabayla köye dönerken, kimse konuşmadı. İmamı camiye bırakırken Veli ağabeyin imamın eline bir şey sıkıştırdığını gördüm. Sanırım  imamın hizmetine karşılık verilen bir hediyeydi imamın eline sıkıştırılan; her neyse... Veli ağabeyin imamın eline bir şeyler sıkıştırdığını babam da görmüş olmalı ki, 'Allah akıl fikir versin, bunlar adam olmaz' diye söylendi...

***
Aradan bir kaç ay geçmişti. Galiba ekim ayıydı. Tam akşam yemeği için masanın etrafında toplanmıştık ki, bahçe kapımızın tokmağı çalmaya başladı. Babamın işaretini beklemeden masadan kalkıp, kapıyı açtım. Kapıyı çalan Veli ağabeydi. Omuzunda da bir heybe. Kapıdan bağırdım.
     ''Baba! Veli ağabey geldiii!'' Veli ağabeyle eve girdik.
     ''Selamun aleyküm dayı! Ziyade olsun.'' 
Babam yerinden kalkmadan,
     ''Hoş geldin Veli. Kaynanan severmiş, gel otur.'' Veli ağabey yemenilerini evin dışında çıkarıp, omuzundaki heybeyi de evin girişine bıraktı. Önce babamın elini öptü. Ardından annemin kendisi için masaya getirdiği sandalyeye oturdu.
Yemekten sonra Babamla Veli Ağabey sağdan soldan konuşurken söz döndü dolaştı pamuk tarlasına düşen kurda geldi. Babam,
     ''Pamuğu naap'tınız Veli ? Hocanın duası iyi geldi mi bari?'' dedi gülümseyerek.
Veli ağabey biraz mahcup,
     ''Ne yalan söyliim dayı. Hocanın duası pek fayda itmedi. Su değen yerdeki kurtlar daha sonra öteki taraftaki kozaya da atladı. Elmalar olmadan patır patır yere düştü.''     ''
Babamın ''ben size dediydim, olacağı buydu '' demesini bekledim ama nedense demedi.
     '' Peki Hoca ne dedi bu işe?''
     ''Göya sen aptestsizmişin de dua ondan yerine ulaşmamış.''
     ''Demek hocayla senin aptestli haliniz, benim aptestsiz halime güc yetirememiş ha?''
Ardından, imamın geçmişini de içine alan sunturlu bir küfür savurduktan sonra, mutfaktaki anneme seslendi.
      ''Hanım, bize iki kahve yap. Veli sen nasıl içersin kahveyi?''
      ''Şiresi bol olsun dayı.''

-----
Corana Tutukevi.
Haziran 2020

-------
1-Çörten o tarihlerde Kozan'a bağlıyken, şimdilerde İmamoğlu İlçesine bağlı, Adana'ya yaklaşık 40 km. uzaklıkta bir köy. Bu gün o çam ormanlarından hemen hemen hiç bir iz kalmamış.
2-Yıl 1959
3-Yekinmek:Bir şey yapmak için davranmak, oturduğu yerden fırlayıp ayağa kalkmak.
4-Hamut: Özellikle atların boynuna geçirilen dışı deri kaplı, içi saman ile doldurulmuş her iki yanındaki kulaklar( eğri ağacı arabanın okuna bağlayan deri uzantılar) elips şeklindeki boyunluk.
5-Belleme: Atların ve binek hayvanlarının sırtına, eğerin altına konan, keçe ve kaba kumaştan yapılan korumalık. Eğer olmadığı zaman kimi durumlarda eğer gibi kullanılır.
6-Yan kayış:Çift at koşulan arabalarda, hamudu teraziye bağlayan ham deriden yapılma kayış.

22 Haziran 2020 Pazartesi

Babam




Babam

Babasız büyüyenlerin dışında babası ile anısı olmayan kişi var mıdır?
Hiç kuşkum yok ki; bu sorum şaşkınlıkla karşılanıp; ''babasıyla anısı olmayan çocuk olur mu? Babayla geçirilen her an, bir anıdır'' diye yanıtlanacaktır.
Babalı büyüyen her çocuk gibi benim de babamla acı-tatlı yüzlerce anım olmuştur. Ama yüzlerce anım arasında bende derin iz bırakan bir anım var ki; aklıma her geldiğinde göz pınarlarım dolar.
Ankara'da okuyorum.
Babam hasta; hastalığı ise, şimdilerde adını söylemeden ''amansız hastalık'' dedikleri türden ...
Güçlükle nefes alıyor, çabuk yoruluyor...
Ne zaman,
     ''Baba bir doktora git. İyi görünmüyorsun'' dediğimde,
     ''Ben müzmin bronşitim'' deyip geçiştiriyordu.
Bir ara okul tatil olunca Adana'ya gittim. Babam daha da kötüleşmiş buldum.
Erkek kardeşim,
     ''Ağabey geçen gün pazara gittik Alış veriş yapıp dönerken, babam yorulup bir kaç kere kaldırıma oturup dinlendi. Çok zor soluk alıyordu. Babamı öyle görünce, ağladım'' dedi.
Bu kez kararlıydım. Karşı koymasına aldırış etmeyip onu doktora götürecektim. Önce doktora gitmemek için direndi.
Gerçeği öğrenmekten korkuyordu sanırım.
Yılmadım; üsteledim. Kırk dereden su getirip'', sonunda benimle Ankara'ya gelip, doktora birlikte gitmemize razı ettim. Gitmeden de Ankara'da yaşayan dayımı arayıp, babam için Dışkapı SSK Hastanesinden randevu almasını istedim.

Randevu gününün sabahı Ankara'ya ulaştık.
Randevu saatinde doktorun odasındaydık.
Doktor, kısa bir incelemeden sonra, bir karara varmak için babamın gırtlağından bir parça alınması gerektiğini söyleyip,
     '' Gırtlağından alacağımız parçanın biyopsi sonuçları bir hafta sonra belli olur. Çıkacak sonuca göre tedaviye karar veririz.''
Hastaneden çıkar çıkmaz babam,
     ''Otobüs terminaline götür beni, Adana'ya döneceğim''dedi.
'Bir hafta için Adana'ya gidip gelmesinin kendisini yoracağını, burada kalıp,biyopsi sonuçlarını beklemesinin sağlığı için daha iyi olacağını' söylememe karşın, gidişine engel olamadım.
Belki de tehlikeli bir ameliyata girmeden önce çocuklarını bir kez daha görmek istiyordu. 
Kim bilir?

 ***    
O bir hafta bir türlü geçmek bilmedi.
O gün geldiğinde, erkenden hastaneye gidip, doktoru beklemeye başladım. Sıram gelince odasına girdim.   
     ''Sonuçlar geldi. Baban...''
Sözünü bitirmesine fırsat vermeden, atıldım,
     ''Kanser, değil mi?''
Doktor elindeki dosyayı masaya bırakıp, bir süre beni süzdü. Sonra gülümseyerek,
     '' Ben de bu kötü haberi bu genç adama nasıl söyleyeceğim diye düşünürken senin olayı olgunlukla karşılaman beni rahatlattı'' dedi.
     ''Tedavisi var mı?''
     ''İki türlü tedavi yapılabilir. Birincisi şua(ışın) tedavisi. Gırtlaktaki uru şua ile yok etmeye çalışırız. Tedavi başarılı olursa normal yaşamına devam eder. İkincisi ise gırtlağı tamamen alırız, ama bir daha konuşamaz. Ama ameliyatın başarı şansı, şua tedavisine göre çok yüksektir.
      ''Peki önce şua tedavisi yapıp; başarılı olmazsa ameliyatı deneseniz olur mu?''
      ''Şua tedavisinden sonra ameliyat yapamayız; başarılı olmaz. Onun için hangi tür işlemi uygulamamız gerektiğine baban karar verecek'' dedi. Bir kaç saniye düşündüm. Bir yanda başarı şansı az ama normal yaşama devam etme şansı veren şua tedavisi, öte yandan başarı şansı fazla ama normal konuşmaya son verecek olan ameliyat...
     ''Ameliyat yapın doktor bey.''
     ''Baban kabul eder mi? Tedavi konusunda babanın düşüncesini sormayacak mısın?''
     ''Hayır ben onu ikna ederim.''
Ameliyat gününü kararlaştırdık. Babama telgraf çektim. Telgrafta ayrıntıya girmeden, ameliyat için Ankara'ya gelmesi gerektiğini yazdım.
Bir kaç gün sonra babam Ankara'ya geldi. Geçen gelişinden daha kötüydü. Güçlükle ve sıkça soluk alıyordu. Terminalden doğrudan Hastane'ye gittik. Yol boyu, neden ona sormadan ameliyata karar verdiğimi, gerekçeleriyle birlikte uzun uzun anlattım. Ne bir soru sordu, ne de itiraz etti. Sadece dinledi.

***
Doktor babama  ameliyatın nasıl olacağına ilişkin açıklamalar yaptıktan sonra,
     '' Yarın erkenden gelin, yatışını yapacağız'' dedi.
Teşekkür edip odasından çıkarken seslendi,
     ''Delikanlı bir dakika bakar mısın? Sana söyleyeceklerim var.''
Yanına gittim, kulağıma eğilip; duyulur duyulmaz bir sesle,
     ''Babanın durumu iyi değil. Her an tıkanıp, soluksuz kalarak ölebilir. Yanına büyükçe bir çivi al, soluğu kesilince çivi ile soluk borusunu del ve hemen acile getir. Onu sabaha kadar gözünün önünden ayırma sakın.''
Doktorun odasından çıkınca babam,
     ''Ne dedi doktor?''
     ''Ne diyecek, erken gelin dedi.''
Babamı, iki arkadaşımla kaldığım öğrenci evine bırakıp, en yakın nalburdan uzunca bir çivi aldım.
Eve geldim. Çivi cebimde, babama göstermiyorum. Babamsa yol yorgunu, soyunup yatağa uzanmak ve bir an önce uyumak istiyor.
Acil bir durum olur diye soyunmasına izin vermedim.
    ''Acelen ne? Erkenden uyuyup da ne yapacaksın? Otur da biraz sohbet edelim'' dedim.
Babamın durumundan haberdar etiğim ev arkadaşlarım da beni destekleyince; babam çar naçar kabul etti bu önerimi.
Sağdan- soldan, geçmişten- gelecekten söz edip, onu uyutmamak için oyalamaya çalışıyor, soluğu kesilir gibi olduğunda elimi cebime sokup çiviyi kavrıyordum.  Doktor, soluğu kesilirse, soluk borusunda bir delik aç demişti ama çiviyi nereye, nasıl batıracağımı söylememişti.  Bir yandan babamı lafa tutuyor, beri yandan da boynuna bakıp, gerektiğinde çiviyi soluk borusunun neresine batıracağımı hesaplıyordum. Çiviyi batırdığımda acı duyar mıydı ki?
Hadi batırdım; kan akar mıydı?
Akarsa, kanı nasıl durdururdum?
Çocukluğumdan beri bir çok kez kümes hayvanı, 18 yaşımdan buyana da koyun kestiğim için beni kan tutmazdı tutmasına ama soluk borusunu delip, kanını akıtacağım kişi benim babamdı.
Allah'tan ev arkadaşlarımdan Bülent,
     ''Dert etme, sen yapamazsan ben yaparım ''dedi de rahatladım.  
O gece, hiç abartısız yaşamımın en zor ve en uzun gecesiydi.
Çiviyi kullanmamıza gerek kalmadan sabahı ettik.

***
Hastanede giriş işlemlerini, yapıp babamı odasına yerleştirdim. Doktor, 'birazdan babamı ameliyathaneye alıp, soluk borusunda rahat soluk alıp vermesi için bir delik açacağını, basit bir ameliyat olacağı için öğleden sonra onu ziyaret edebileceğimi, bu yüzden de hastanede beklememe gerek olmadığını söyledi.' Asıl ameliyat ise, tahlillerden sonra yapılacaktı.
Öğleden sonra göre görüşmek için ayrılmadan önce babamla kucaklaştım. Her ikimizin de gözlerimiz dolmuştu. Bir şey söyleyemeden odadan ayrıldım.

***
Akşama doğru hastaneye gittim.
Odasına girdiğimde, yatağının üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu.
Babam; gölgesine bile basmaktan çekindiğimiz babam, o kadar küçülmüştü ki... Omuzları çökmüş, gülerken ışıl ışıl olan ela gözlerinin ışığı sönmüştü sanki...
Soluk borusuna ortası delip, metal bir aygıt yerleştirmişlerdi. Artık ağzından ya da burnundan değil, oradan nefes alıp verecekti. 
Yatağına yaklaşıp, önce ellerini öptüm, kucaklaştık.
Yatağının bir kenarına oturdum. Göz göze geldik. Boğazım düğümlendi, gülümsemeye çalıştım; beceremedim.
Bir süre sustuk.
Susmakla da olmuyor, bir şeyler söylemeliydim.
Boğazımı temizleyip, başladım konuşmaya...
Ameliyatının başarılı geçeceğini, büyük babamın(*) da aynı ameliyatı olmasının üzerinden on yıl geçmiş olmasına karşın hala yaşamakta olduğunu, bu nedenle karamsarlığa gerek olmadığını, daha uzun süre yaşayacağını söyleyip onu avutmaya çalıştım ama sanırım beni dinlemiyordu. Sağ elinin işaret parmağı ile nefes borusundaki aygıtın, soluk alıp vermesini sağlayan deliğini kapatıp,
       ''Kardeşlerini aradın mı?''dedi.
       ''Haber verdim.''
Babamın doğal sesiyle söylediği, kulaklarımda kalan son cümlesiydi bu...
Hastaneden çıktığımda, yeteri kadar param olmadığı için Hastane'den Cebeci'deki eve kadar yürürken, babamın yanında güçlükle tuttuğum gözyaşlarım artık serbest kalabilirdi.

***
Babamın gırtlağını aldıkları asıl ameliyatı da başarılı geçti.  Bu ameliyattan sonra 23 yıl daha yaşadı.
Işıklarda uyusun gözleri ile gülüşünü özlediğim sevgili babam.
-----
Corona Güncesi. Haziran 2020
----
(*) Annemin babası da 1960 yılında aynı ameliyatı olmuştu.

16 Haziran 2020 Salı

Tarla Mahmut'u



Tarla Mahmut'u*


     Mart ayının sonları; güneşin eli kulağında; ha battı, ha batacak.

     Demirkırı (1) bir atın üstünde, 17- 18 yaşlarında, esmer, ince dalan (2) bir delikanlı, atını tırısa kaldırmış köyüne dönüyordu.

     Köyün kurucu ailelerinden olan Durmuş Ağa'nın ele avuca sığmaz ortanca oğlu    Mehmet'ti atın üstündeki delikanlı...

     Tarlada takımda gözü yoktu. Babasının deyimiyle 'avucuna osurup, burnuna tutan' delişmen biriydi. Gözünü budaktan sakınmaz; korku nedir bilmezdi. Nerede düğün dernek kurulsa; kendine okuntu (3) gelsin, gelmesin o düğünde boy gösterirdi. Düğün haberini aldı mı; beline parabellumunu sokar, atını eğerler, yakın arkadaşı ve kafadarı Hakkı ile düğün evine damlardı. Deyim yerindeyse nerede tıngırtı, orada buluntuydu.


                                                                 ***

     O gün öğleden sonra atıyla Kızılyer'deki bağlarına gitmiş, atını bağ evine bağlayıp, Tarzan adını verdiği zağarıyla bağdan pek uzaklaşmadan iki tavşan vurmuştu. Tavşanlar atının terkisindeki (4) heybedeydi.

     Anasına, 'akşama yemek yapma, tavşan getireceğim' diye söz verdiği için tavşanları bir an önce anasına teslim etmek için demirkırı topukladı. Bağdan ayrıldıklarından beri it linginde(5), atın  önünde giden Tarzan da dörtnala kalkan demirkıra ayak uydurup, hızlandı, bir süre bu şekilde koştuktan sonra köylünün tapır dediği kayalık  alana gelince birden durdu. Tarzan'ın durduğunu gören Mehmet de atın dizginlerini çekti.

     ''Bir şey mi gördün oğlum?''

     Tarzan, soruyu anlamış gibi fermaya durdu(6); bir ayağını kaldırdı, burnu ile de yolun kenarındaki çalılığı işaret etti. Mehmet, ‘tavşan gördü her hal' diye düşündü. Attan indi; bağdan ayrılmadan önce 'ne olur ne olmaz' diye fişek sürdüğü 16'lık tek kırmayı, dolu olduğundan emin olmak için bir kez daha kontrol etti, demirkırı dizginlerinden yol kenarındaki bir çalıya bağlayıp, Tarzan'ın burnu ile işaret ettiği yöne doğru, parmağı tetikte, hafifçe öne doğru eğilip, sessizce yürümeye başladı. Daha on, on beş adım atmıştı ki, çalılar arasında yatan çakal ölüsünü fark etti. Tüfeğinin namlusu ile çakalı çevirdi. Çakalın boynu parçalanmış, iç organları karnından dışarı çıkmıştı. 'Köyün itleri boğmuş olmalı' dedi.  Gerçekten de bu aylarda köpekler, kızan olan (7) dişi bir köpeğin peşinde dolanırlardı. Anlaşılan bir grup köpek, kızan olmuş bir dişinin ardına düşüp, tapıra kadar gelmişler, çakala rastlayınca da ona saldırıp boğmuşlardı.

    Mehmet, 'çakallar kurnaz olur halbuki. Tazı kadar olmasa bile köyün itlerinden daha hızlıdırlar. Neden kaçmamış ki' diye düşünürken, çakalın cesedinin bir kaç metre ötesinde boğulmuş üç çakal yavrusu daha gördü. Köpekler, hem anayı hem de yavrularını boğmuşlardı. 'Anlaşıldı neden kaçmadığı; eniklerini bırakamamış zavallı' dedi kendi kendine.

     Tam atını bağladığı yere dönüyordu ki, manık (8) sesine benzer bir ses duydu. Ses, boğulmuş çakal eniklerinin biraz ötesinden geliyordu. Bir kaç adımda sesin geldiği yere vardı. Çökmekte olan karanlık yüzünden az kalsın otların arasında kaçmaya çalışan  bir çakal eniğinin (9) üzerine basıyordu. Eğildi; eniği ensesinden tutup  otların arasından çıkardı. Enik, ancak iki, üç haftalıktı. İncecik sesiyle manık gibi miyavlıyor, umarsızca Mehmet'in elinden kurtulmaya çalışıyordu. 

     ''Kıpraşma Mamut efendi! Uslu dur bakalım.''

     Atını bağladığı ağaca doğru yürüdü. Tarzan'ın yanından geçerken,  köpek bir kez hırladı, ama deneyimli bir av köpeği olduğu için işi oluruna bıraktı. 

     Köye girdiğinde güneş batmış, hava iyiden iyiye kararmıştı.

     Köyün girişinde bir kaç köpek çakal eniğinin kokusunu almış olacaklar ki; bir süre peşlerine düşüp havladılar. Tarzan da onlara usulen karşılık verdi.


                                                               ***

     Evlerinin çevresi yüksek taş duvarla çevriliydi.

     Bahçe kapısından önce Tarzan girdi. Ardından demirkırı ile Mehmet...

     Atı sekiye çekip, indi.

     Mehmet'in geldiğini gören anası Zöhre Hatun, duvarın dibindeki ocağın başından kalktı, ellerini beline koyup,

     ''Nerede kaldın bre oğlum. Millet aş bekliyor. Yatsı oldu hala ortalıkta yoksun.'' 

      Oysa akşam ezanı yeni okunmuştu.  Mehmet elinde tuttuğu çakal yavrusunu anasına göstermek istemediğiiçin, ocağa yaklaşmadan,

     ''Anca geldik ana! Davşanlar biraz uğraştırdı.''

     ''Sana güvenip dezzenle enişteyi de yemeğe çağırdıydım. Dostuna güvenen ersiz kalır demiş atalarımız. Seninki de o hesap.

     Anası konuşurken Mehmet, atın terkisindeki heybeyi anasının önüne fırlattı.

     ''Davşanlar heybenin gözünde. Atı ahıra çekip geliyom  Maraklanma anaların güzeli. Davşanları, beş dakkada yüzer, hazır ederim.''

     Zöhre Hatun, heybedeki tavşanları çıkarırken, 'bu del'oğlanın datlı dili de olmasa çekilesi dert değil' diye söylendi.

 

Mehmet doğrudan ahıra gitti. Atı yemliğe bağladıktan sonra bir kavsara (10) bulup, dibini samanla doldurdu. Çakal eniğini kavsaranın içine koyup, ağzını bir telis çuval (11) ile kapattı. Kavsarayı da öküz yemliğinin üstüne yerleştirdi.

     'Sabah erden gelirim Mamut efendi maraklanma'' deyip, atın eğerini de aldıktan sonra ahırdan çıktı.

     Onlar yer sofrasında Zöhre hatun'un pişirdiği tavşan yahnisini yerken, kavsaradaki çakal eniği bir süre pavlayıp (12) derin bir uykuya daldı. 


                                                           ***

     Hergelecinin, evlerinin önündeki meydandaki Orta Kuyu'nun üstüne çıkıp,

     ''Hergele gidiyooor! Hergele gidiyoor!'' sesiyle uyanıp, kara donunu (13) üstüne çekip, güdüğünü (14) de sırtına geçirdi. Yattığı odadan alalacele çıkıp, doğrudan ahıra gitti.

 

     Kavsaranın üstündeki telis çuvalı kaldırdı.

     Çakal eniği uyanmış,duyulur duyulmaz bir sesle, birilerinden yardım istercesine pavlayıp duruyordu..

     Onu ensesinden tutup, kavsaradan çıkardı. ''Acıktın ellehem (15). Biraz eyleş, sana taze süt getirecem'' deyip, eniği yeniden kavsaraya koydu. Kavsaranın ağzını kapattıktan sonra hergeleye  yetiştirmek için aceleyle son ineği sağan anasının yanına gitti.

     ''Ana peynir çalmadan önce bana biraz süt ayır.''

     Mehmet'in sütle arasının olmadığını bildiği halde bu isteğe pek şaşırmış görünmedi Zöhre Hatun... 

     ''Mutfaktan bir tas al da gel o zaman.’’ Mehmet mutfaktaki su taslarından birini kaptı, geldi. Anası süt kovasından tasa süt koyarken,

     ''İçeceksen daha büyük tas getireydin oğlum.''

     ''Yok ana Mamut'a verecem.'' (15) 

     ''Mamut da kim ula?''

     ''Şimdi görürsün.''

     Ahıra gidip, Mahmut'a tastaki sütü içirmeye başladı. Çakal yavrusu sütü içmemek için önce direndiyse de açlık belasından olacak; direnmekten vazgeçip, sütü içmeye başladı.

     Son ineği de hergeleye gönderen Zöhre Hatun, Mahmut'un 'neye benzediğini' merak edip ahıra girdi. Mehmet'in su tasından bir eniğe süt içirdiğini görünce; 

     '' Na'pıyon bre oğlum? Sende heç akıl yok mu? Mındar (16) ettin o misilli tası. (17) İt eniğine süt verecek kırık bir desti dibi bulamadın mı?''

     Baktı ki Mehmet oralı değil, 'ya sabır''deyip,' baban ve gardaşların ezanla kalkıp, boz yere gittiler. Gayfeltilerini götür de bir işe yara bari!''  deyip ahırdan çıktı.


                                                               ***

     Mehmet'in çakal beslediğini öğrenen anası, babası, teyzesi, 'yapma, etme, çakal beslemek uğursuzluktur, eski köye yeni adet getirme' deseler de Mehmet, kimseyi tınmadı(18). Mahmut'u evcilleştirmeyi kafasına koymuştu bir kez. Mehmet'in çakal eniği beslediği köyde de duyulunca kimi köylüler, yüzüne karşı bir şey demeseler de ardından verip veriştirdiler. Bir gün köy kahvesinde söz dönüp dolaşıp Mehmet'in Çakal'ı üzerine gelince; köyün sözü dinlenen yaşlısı olan Hacı Salihler'den Yunus Ağa, 'çakalların bir zamanlar, şimdi itlerin yaşadığı gibi insanlarla birlikte yaşayıp; onlara yoldaş olduklarını, o sırada şimdiki çakallar gibi yabanda yaşayan itlerin bir gün, 'artık nöbet değiştirme zamanı geldi gardaşlar, sıra bizde, adem oğlu ile biraz da biz yaşayıp, onlara yoldaş olalım', diyerek çakallarla yer değiştirip, insanlarla yaşamaya başladıklarını; ama nöbet değiştirme sırası çakallara gelince de itlerin sözlerinde durmayıp, çakallarla yaptıkları anlaşmayı bozarak, nöbeti devretmediklerini' anlattı. 

     ''O yüzden çakallar her akşam köyün dışından pavlayıp, 'sıra bizde, sıra bizde derler. İtler de çakallara cuvaben daha vakıt var, vakıt var' diye ürüp (19) dururlar. Dedem ırahmetli böyle anlatmıştı. Bu yüzden Memet doğrusunu yapıp, çakalların hakkını vermiş'' diye Mehmet'e arka çıkınca; köyde kimse 'çakalların uğursuzluğunu' bir daha diline dolamadı.

                                                                 ***
     Mehmet, büyüyüp, artık kavsaraya sığmayan Mahmut için ahırın bir köşesine örgülü telden büyükçe bir yuva yaptı. Yuvanın kapısına yakın yere de yemek ve su koymak için toprak çanaklar yerleştirdi. Mahmut, kendi başına yemek yiyecek hale gelince, bir süre sütle beslediği eniğe de evdeki köpeklerin önüne konan yemek artıklarından vermeye başladı. Ara sıra da tavuklara saldırmasın diye pişmiş et yedirdi. Aynı şeyi enik iken alıp büyüttüğü zağarı beslerken de yapmıştı.

     Fırsat buldukça Mahmutla oynuyor, küçük ısırıklarına kulak asmıyor, kulaklarının arkasını parmakları ile okşuyor, başından kuyruğuna kadar sırtını sıvazlıyor, hemen her gün de yıkıyordu. Zaman içinde Mahmut'un kulak arkasının okşanmasından hoşlandığını, arada bir hırlasa da ısırmayı bırakıp sakinleştiğini keşfetti.

     Aradan bir kaç ay geçti. Mehmet, eniklikten  çıkıp, artık ergin bir çakala dönüşen Mahmut'a köyün köşkerine deriden, kilteli (20) bir tasma yaptırdı. Tasmaya geçirdiği demir halkaya da ince bir zincir uydurdu.  Artık tarlaya giderken Mahmut’u da yanında götürüyor; köpeklerin saldırısından korumak için onu, köyü çıkıncaya kadar kucağına alıyor, köyü geçip köpekler peşini bırakınca da tasmasındaki zinciri eğere bağlayıp atının yanı sıra yürütüyordu. Tarlaya giderken Mahmutla Tarzan birbirlerine alışsınlar diye ara sıra Tarzan’ı da yanına alıyordu. Tarzan Mahmut'a alışmıştı ama Mahmut'un onunla geçinmeye niyeti yoktu: Tarzan ne zaman yanına yaklaşmaya çalışsa; yabanıl doğası gereği tüylerini kabartıp, dişlerini göstererek hırlıyordu.

     Günler geçip, gidiyordu. Mahmut'un tel kafesin altından tünel kazıp, bir iki tavuğu boğazlamasının dışında  pek bir vukuatı olmadı. Ancak yaz başında, her yıl olduğu gibi köyün yakınına kadar gelen çakalların akşamları uzun uzun pavlamasına Mahmut da katılınca, Durmuş Ağa biraz sertçe,

     ''Bre oğlum, yazıya bırak gitsin şu hayvanı. Yeri bura deel . Hadi biz alıştık diyelim. Gonu gomşu ırahatsız oluyor pavlamasından. Ama hatır için ses etmiyorlar. Öte'ön (21) Anşa dezzen bile anana  ‘bacı valla uyuyamıyoruz bu çakalın pavlamasından' demiş.’’ 

     Mehmet'ten olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmeyince; onun sertlikten anlamadığını anımsayıp, sesini yumuşattı,

      ''Azıt (22) gitsin şu hayvanı oğlum, hayra girersin valla!''

 

                                                                      ***

     Temmuz'un ortası; Bozyer'deki pamuklar göbek boyunu geçmiş, çiçekler yer yer elmaya(23) dönmeye başlamıştı.

     Ağabeyi ve babası ile gittiği Bozyer'den dönen Mehmet, akşam yemeğinden sonra evin önündeki tahtta otururlarken küçük kardeşine,

     ''Zeyni ben yarın şeere gidiyom. İki üç gün kalıp, dönecem. Mamut sana emanet. Yemeğini, suyunu muyunu filan ver. Sakın kafesinden dışarı çıkarayım deme!''

     ''Olur ağa''

     ''Gerekmedikçe de ahırın kapısını açık tutma.''

     ''Tamam ağa.''

     ''Dediğimi yaparsan sana çok istediğin o eğri bıçağı alırım.''

     Mehmet ertesi sabah ezanla birlikte kalktı, atını eğerledi. Anasının, kentteki halasına götürmesi için hazırladığı öteberiyi koyduğu heybeyi atın terkisine yerleştirip, heybeyi de eğere sıkıca bağladı. Anasından siparişlerini de alıp, aralarındaki duvarın ardındaki teyzesine seslendi.

     ''Dezzee! Şeeere gidiyom. Bir ısmarıçın (24) var mı?

     ''Sağ ol Memedim, yok.''

      ''Eniştenin?''

      ''Onun da yokmuş. Sağlıcakla git, sağlıcakla gel.''

  

     Aynı gün öğleden sonra Zöhre Hatun'un ortanca bacısı Ayşe, küçük oğlana,

     ''Zeyni, ağan ne vakıt dönecemiş şeerden, bi'şey dedi mi?''

     ''Şeerde iki, bilemedin üç gün galacamış dezze.''  

     ''Eyi o vakıt! Şimdi beni eyicene diğne  bakalım. Bu Mamıt irezilinin elinden çektiğimiz yetti artık. O geldi geleli uyku muyku hak getire; unuttuk ırahat uyumayı.    Eğer onu götürüp, yazıya salarsan sana 1 lira veririm; söz. Vermessem musaf çarpsın...''

     Ağasından ödü patlayan Zihni,

     ''Olmaz dezze, valla olmazzz! Ağam öldürür beni. Öldürmeyle de galmaz, parça pinçik eder; itlerin önüne atar'' deyince, Ayşe teyze,

     ''Heç maraklanma yeğenim. Ben de yardım ederim sana, söz… Kimseye de bir şey söylemeyiz. Aşam yemeğinden sonra, el ayak çekilince kimseye görünmeden dezze yeğen ikimiz ahıra girip, Mamıt irezilini bir çuvala koyarık. Sen de çuvalı köyün dışına çıkarır, çakalı yazıda azıtırsın.

     Ayşe Hatun, uzun uzun dil döktü. Sonunda amacına ulaşıp Zihni'yi razı etti.


     Yatsı ezanı okunup, el ayak çekildikten sonra  Ayşe, bahçesinde direğe asılı olan feneri alıp, ahırın kapısında bekleyen Zihni'nin yanına geldi. Zihni'nin elinde bir çuval ve kazma vardı. 

     Zihninin elindeki kazmayı fark eden Ayşe,

     ''Çuval tamam da gazmayı na'pacan lan? Öldürecen Mamıdı?

     ''Yok dezze, delik açacam; sanki delik kazıp, gaçmış gibi...''

     Evdekilere görünmeden, sessizce ahıra girdiler. Ahırın köşesindeki kafese yaklaştıklarında, çakal, huylanıp hırlamaya başladı. Ancak hem bu gün, hem de ağasının olmadığı zamanlarda ona yemek ve su getiren Zihni'nin kokusu tanıdık gelmiş olmalı ki, hırlamayı kesti. Zihni, kafesin kapısını açmadan bir süre bekledi. Teyzesi onun hemen ardında çuvalın ağzını açmış bekliyordu. Zihni, 'zamanıdır' deyip, kağıda sarılı et parçasını şalvarının cebinden çıkarıp, kafes kapısının yanındaki çanağa koydu. Çakal bir süre yerinden kımıldamadı. Sonra kalkıp, yavaşça çanağa yaklaştı, eti önce kokladı; yiyip yememek arasında bir süre kararsız kaldıktan sonra tam çanaktaki eti kapıyordu ki, Zihni çakalı ensesinden yakalayıp, kaçmasına fırsat tanımadan başını yere bastırdı. Çakal başını Zihni'nin güçlü ellerinden kurtarmak için direniyor, arka ayaklarını kullanarak, kalkıp kurtulmaya çalışıyordu. Zihni, iki eliyle sıkıca tuttuğu çakalın kafasını yerden kaldırmadan onu kafesin dışına çıkardı. Teyzesi, elindeki çuvalı açıp, başı toprakta olduğu için art ayakları ile yeri tırmalayan çakalın, önce art ayaklarını çuvala soktu. Ardından çuvalı, çakalın sırtından boynuna kadar çekti. Zihni, sıkıca tuttuğu çakalın kafasını hızla çuvalın ağzından içeri itince; teyzesi de çuvalın ağzını bir urganla sıkıca bağladı.

     Çakal çuvalın içinde bir yandan inliyor,  dışarıya çıkmaya çalışıyordu ama çuvalın ağzını öyle bir bağlamışlardı ki, değil dışarı çıkmak, doğru dürüst hareket bile edemiyordu.

     ''Ben bunu zapt ederken sende kazmaynan telin altından delik aç, çabuk ol.   Enişten beni görmeyince maraklanır.''

     Zihni bir kaç dakika içinde  kafesten dışarı açılan çakalın sığabileceği büyüklükte bir çukur kazdı. Kazma işi bitince teyzesi,

     ''Şimdi zibil taşıdığımız el arabasına bunu koyalım. Kimseye belli etmeden, köyün dışına çık, gidebildiğin kadar uzağa git. Orada azıt. İtlerin korkusundan köye giremez bir daha... Aman Çuvalın ağzını açarken dikkat et ısırmasın. Başımıza  iş açmayalım gecenin otu.'' (25)


                                                                ***

     Mehmet üç gününün ardından köye döndüğünde yatsı ezanı okunalı çok olmuştu. Ama ortalık gündüz gibiydi; ay  gümüş bir tepsi gibi parlıyordu.

Eve geldi. Atından iner inmez, Tarzan, yattığı köşeden gelip ayaklarına dolandı. Mehmet Tarzan'ın başını okşadıktan sonra 'hadi oğlum ses etme' deyip, onun yattığı yeri işaret  etti. Akıllı köpek işaretin ne anlama geldiğini anlayıp, yerine döndü. Mehmet, atı ahıra götürmeyip bahçedeki asmanın çardak direğine bağladı. Eğeri de merdiven başına bıraktıktan sonra, kimseyi uyandırmamaya özen göstererek, sessizce tahta çıktı; soyunup, anasının akşamdan hazırlamış yatağa uzandı. 

 

     Uyandığında güneş çoktan doğmuştu. Giyinip, tahttan aşağı indi. Anası ocağın başında, büyükçe bir kazanda, sabah ineklerden sağdığı sütü kaynatıyordu.

Merdiven'in başında gerinen oğlunu fark edip, omzunun üzerinden,

      ''Eyi uyudun  maşallah! Birez bekle sana gayfelti hazırlayayım.

      ''Ismarıçlarını aldım ana, dezzeme de şalvarlık kestirdim.''

      ''Gördüm oğlum, sağ olasın.''

      ''Babamgil nerde?''

      ''Baban, gardaşların, dezzengil, çoluk çocuk incir toplamaya gittiler. Sen de bir şeyler yedikten sonra onların öğlen azığını götürüver.

     Mehmet, bahçenin ortasındaki tulumbada elini yüzünü yıkadı, anasının eline verdiği havlu ile kurulandı. Atını akşamdan bağladığı asmanın çardağından çözdü.    Anasına,

     ''Sen kahvaltıyı hazırlaya dur, ben atı ahıra götüreceğim, Mamut'a da bakayım, na'ptı ben yokken'' deyip, ahıra yöneldi. 

     Mehmet'in ahıra girmesiyle çıkması bir oldu. kahvaltı hazırlamak için mutfağa giren anasına, telaşla,

    ‘ 'Anaa! Mamut nerede? Biliyon mu?''

     Hiç bir şeyden haberi olmayan Zöhre hatun,

     ''Ne bilim oğlum, habarım yok! Zeyni'ye sor, o bilir. Bağa giderken yanında götürdü her hal!''

     Mehmet kahvaltıyı çar çabuk yapıp, bağdakilerin öğle yemeğini götürmek için atıyla yola çıktı.

     Bağa vardığında babası çardağın altında toplanan incirleri, tabanına incir yaprağı serdiği kasalara diziyordu.

     Atını kuyunun yanındaki dut ağacına bağlayıp, babasının yanına geldi.

     Selam verdi; Durmuş Ağa selamı, başıyla aldı.

     Mehmet, öğlen yemeğinin olduğu azık bohçasını incir kasalarının yanına koydu.

     Etrafını şöyle bir gözden geçirdi. Zihni yanında getirdiyse; çakal, bağ evinin çardağının altındı olmalıydı ama yoktu işte. Çakalın nerede olduğunu babasına sormak işine gelmediği için en iyisi Zihni'yi bulmaktı.

     ''Zeyni nerede baba?''

     Durmuş Ağa incir kasalarından başını kaldırmadan,

     ''İncirde, bekle birezden gelir.''

     Mehmet kardeşinin gelmesini beklemeden incir ağaçlarının bulunduğu bahçeye yürümeye başladı.

     İncir toplayanların yanına vardığında teyzesi ve eniştesi aşağıda, ağası, teyze çocukları ve bir kaç komşu çocuğu da ağaçlardaydı.

     ''Goley gelsin, bereketli olsun'' dedi. Teyzesi,

     ''Goleyse başına gelsin bizim oğlan.''

     ''Dezze Zeyni hangi ağaçta?'' 

     ''Derenin kenarındakilerdedir.''

     Mehmet dereye doğru yürüdü.

     Zihni, ağasının geldiği sırada ağacının tepesinde, elindeki çengelle, uzanamadığı incirlerin bulunduğu dalları kendine çekiyordu. Mehmet,

     ''Goley gelsin Zeyni!'' diye bağırdı aşağıdan.

     Zihni, ağasının biraz da sertçe çıkan sesini duyunca boş bulundu; az kalsın ağaçtan düşecekti.

     ''Buyur ağa!''

     ''Hele aşağı in de gonuşalım.''

     Zihni istemeye, istemeye aşağı indi. Rengi sararmıştı.

      ''Bıçağını aldım'' deyip, şalvarının cebinden kemik saplı, eğri bıçağı çıkarıp   Zihni'nin eline tutuşturdu. '' Mamut'u ne ahırda, ne de bağda göremedim, başka bir yere mi bağladın?''

     Ağasından böyle bir sorunun geleceğini başından beri bekliyor olmasına karşın   Zihni, hazırlıksız yakalanmış gibi bir kaç kez yalancıktan öksürüp, boğazını temizler gibi yaptı.    

      ''Ağa kaçtı, kaçmış valla. Senin şeere gittiğin günün gecesi kaçmış.''

      ''?''

      ''Çukur kazmış. Biliyon, yaz olduğu için ahırın kapısı da hep açıktır...''

      ''Utanmadan yalan söylüyon deel mi? Mahmut çukuru kazmaynan mı kazıp çıkmış kafesinden? Yaptığınız iş Allah'a bile hoş gelmemiş ki, şaşırtmış sizi; kazmayı kafesin yanında unutmuşsunuz.''

     Zihni ile Ayşe Teyzesi, çakalı çuvala koydukları gece, ahırdan aceleyle çıktıkları için kazmayı kafesin yanında unutmuşlar, o günden sonra ahıra bir daha  uğramadıkları için kazma orada kalmıştı.

     '!''

     ''Anşa dezzemin de parmağı var bu işte deel mi, doğru söyle?''

Zihni başını öne eğip, susunca, Mehmet sitemli bir sesle,

       ''Cuvabı aldım, sağ ol'' deyip, hızla oradan uzaklaşıp, atını bağladığı yerden aldı, babasının umursamaz bakışları arasında demir kırı topuklayıp, bağ evinden uzaklaştı.


                                                                   ***

     Eylül'ün ortası; çoğunluğu köyden olan çoluk-çocuk ırgatlar, Durmuş Ağa'nın   Bozyer'deki tarlasında pamuk topluyorlardı. Toplamaya, sabahın serinliğinde birbirleri ile yarışırcasına coşkuyla başlamışlar ama güneş yükselip de güz sıcağı bunaltmaya başlayınca; sabahki coşkularından eser kalmamıştı. Öyle yavaş topluyorlardı ki, önceleri yarım saatte ulaştıkları takım (26) başına artık bir saatten önce ulaşamıyorlardı.

     Tarla sahipleri,  pamukları ekerken, çiğitlerin arasına kavun ve karpuz çekirdekleri karıştırırlardı. Pamuk toplayanlar, kozaların dibinde biten karpuzlara rast geldiklerinde; onu aralarında üleşir, bunaltıcı sıcakta paylarına ince bir dilim bile düşse, mutlu olurlardı.

     Irgatların başında Mehmet vardı. Bazen, eli yavaş olup geride kalanların baranından (27) pamuk toplayarak onlara yardımcı olur, bazen da su isteyenlere tarlanın, takımındaki dut ağacının gölgesindeki toprak testiden su dağıtırdı.

     Pamuk toplayanları içinde ataları Osmanlı zamanında Sudan'dan köle olarak getirilen, teninin renginden dolayı, kara lakabı ile bilinen Şehnaz, boylu poslu, güçlü, eline çabuk bir kadındı. Her zaman, herkesten önde gider, gün sonunda öteki ırgatlar ancak 70-80 kilo toplarken onun bir günde topladığı pamuk 100 kilodan aşağı düşmezdi; erinden bile fazla pamuk toplardı Kara Şehnaz... 

     O gün de Kara Şehnaz, ötekiler sıcak nedeniyle adeta sürünürken, sıcak tan hiç etkilenmemiş gibi onlarla arayı açmış, neredeyse takım başına kadar gelmişti. Birden ayağa kalkıp,,

     ''Memet, Memeet!'' diye bağırdı.

     '' Yılan mı gördün Şehnaz bacı ?'' 

     ''Yok yılan deel! Kooş gel hele!''

     Mehmet elindeki testiyi düzgünce yere bırakıp, Kara Şehnaz’a doğru koştu.   Kadının eliyle işaret ettiği yere baktı. Gördüğü; üstünde koza bitmemiş, dairesel bir toprak parçasının ortasındaki kozanın dibinde bulunan, derisi çürümüş bir hayvan iskeletiydi.

İskelete dikkatlice bakınca, hayvanın boynundaki deri tasmayı tanıdı. Bu iskelet, yaklaşık iki ay kadar önce kardeşi ve teyzesinin 'kafesinden kaçmış' dedikleri Mahmut'a aitti. 

     Zihni, ağasının kente gittiği günün akşamı, teyzesi ile birlikte çuvala koyup, ahırdan çıkardığı çakalı, Bozyer'deki tarlanın takımına kadar el arabasıyla taşımış; takımın başına  gelince de çuvalın ağzını çözmüştü. Çakal, ağzı açılan çuvaldan can havliyle fırlayıp dışarı çıkmış, ama daha bir kaç adım atmadan, tasmasının ucundaki zincir, bir kozanın gövdesine takılmıştı. Kurtulmak için zincirin takıldığı kozanın çevresinde dönüp, çevredeki kozaları ezdiği için burada pamuk yetişmemiş, ortada yaklaşık bir buçuk metre çapında bir boşluk oluşmuştu. Tüm çabasına karşın kozaya dolanan zinciri çözemeyince de, temmuz sıcağında açlık ve susuzluktan  bir kaç gün içinde ölmüştü.

     Mehmet, çakalın yanına dua edermiş gibi bir süre iki dizinin üstüne oturdu.        Kozanın gövdesine dolanmış, tasmanın zincirini, çözdü, Şehnaz’a bir çuval getirmesini söyledi. Mahmut'u Şehnaz’ın getirdiği çuvala dikkatlice koydu. Çuvalı alıp, ayağa kalktı. İşlerini bırakıp, yanlarına gelen ırgatların şaşkın bakışları arasında, kucağındaki iskeletle dereye doğru yürürken, duyulur duyulmaz bir sesle,

      ''Yaptığını beğendin mi dezze!'' dedi.

------

Açıklamalar

(*) Olayın geçtiği yörede, Çakala Tarla Mahmu'tu derler.

1-Demir kırı: Siyah ve beyaz karışık gri renkli at donu(rengi)

2-İnce dalan: Zayfıça, ince, uzun boylu

3-Okuntu: Köylerde çağrılığa verilen ad. Bu bir tülbent, bir havlu vb. olabilir. 

4-Terki: Eğerin arkası, binek hayvanının sağrısı.  

5-İt Lingi: Köpeğin hızlı yürüyüş biçimi

6-Fermaya durmak: Zağar da dahil, kimi av köpeklerinin durup, tek ayağı havada, 

   burnu ile avın yerini işaret etmesi.

7-Kızan olmak: Özellikle evcil kedi ve köpeklerin genellikle mart ayında başlayan çiftleşme  zamanları.

8-Manık: Kedi yavrusu

9-Enik: Yeni doğmuş köpek yavrusu, çakal ve kurt yavrusu

10-Kavsara: Şerit halinde kesilmiş, kalınlığı 1mm, eni 3-4 cm olan ağaçlardan örülmüş,  tabanından tepesine yüksekliği yaklaşık 1 m. olan kesik koni biçimli, ağız kısmında iki  tutamağı olan sepet.

11-Telis Çuval: Keten ve kenevir gibi bitkilerden dokunmuş kumaşla yapılan çuval

12-Pavlamak: Çakal uluması

13-Kara don: Şalvar, siyah renkli şalvar.

14-Güdük: Öyküdeki anlamı: Yakasız erkek gömleği

15-Mahmut: Bizim oralarda çakala ‘tarla mahmut’u’ derler.

16-Mındar-Mundar: Pis,kirli

17-O misilli : Mis gibi, o güzelim, çok iyi

18-Tınmak: Aldırış etmek, önemsemek

19-Ürmek: Köpek havlaması     

20- Kilte: Toka, metalden yapılmış küçük ayakkabı tokası.

21 Yazı: Köyün dışı, kırsal alan

22-Azıtmak: Öyküdeki anlamı: Uzaklaştırmak, eve geri gelmeyecek şekilde tenhaca    bir   yerde terk etmek

223-Elma:Öyküdeki anlamı: Çukurova Köylerinde pamuk bitkisinin, çiçekten sonraki     evresi. Yeşil ceviz büyüklüğündedir; pamuk içinde olgunlaştıktan sonra çatlayıp dışarı  çıkar. 

24-Ismarıç: Şipariş

25-Gecenin otu: Akşamın geç vakti

26- Takım: İki tarla arasındaki, ekim yapılmamış sınır.

27-Baran: Öyküdeki anlamı: Özellikle pamuk tarlalarında bulunan, üzerinde pamuk   bitkisinin bulunduğu, birbirine koşut, yaklaşık  50 cm enindeki çizgiler.




11 Haziran 2020 Perşembe

Bayram Yeri

Bir Zamanlar Adana(5)

Bayram Yeri

Bayramlar mı, yoksa biz mi değiştik? 
Aslında bu sorunun yanıtı; ''tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar'' sorusu kadar zor değil: Ne sadece bayramlar değişti tek başlarına, ne de biz; değişen dünya ile hep  birlikte cümbür cemaat değiştik.
Bu gün hangi çocuk babasına,
     ''Baba beni bayram yerine götür'' diyor ? 
Şimdilerde çocukların babalarına yöneltikleri soru cümlesinin içinden 'bayram yeri' çıktı, yerine 'Luna Park' geldi.
Benim çocukluğumda sürekli olmasa da zaman zaman kurulan Luna Parklar vardı. Ama bunlar, biz çocuklar için hiçbir zaman ''bayram yerlerinin'' yerini tutmazdı. Bayram yeri, bambaşka bir dünyaydı: Aileden, akrabalardan, konu komşudan, el öperek aldığınız bayram harçlığını, yani bir bakıma ''alın terimizin'' karşılığını, kimseye hesap vermeden harcadığınız mekanlardı bayram yerleri.

***
Yaşça benden büyük olanlar, Adana'da kurulan bayram yerlerini anlatırken;  ''Gül Bahçesi''(1) denilen yerde kurulan bayram yerinden de söz ederler. Gül Bahçesi'nde kurulan bayram yerini anımsar gibiyim; küçük bir alanda kurulduğu aklımda kalmış. Ancak bayram yeri olarak orayla ilgili belleğime yer etmiş hiç bir anım yok. Ama zaman zaman burada kurulan Luna Park'a ailece, bir kaç kez gittiğimizi anımsıyorum. Sonradan Luna Park'ın kurulduğu arsanın bir bölümüne sahipleri gül dikmişlerdi. Gül Bahçesi adı buradan gelir. Arsanın geri kalanına da bir girişimci, su bisikleti havuzu yapmıştı. O havuzda bir kaç kez su bisikletine binmiştim.

***
Benim anımsadığım ilk bayram yeri, Yeni İstasyon'un karşısında bulunan büyük bir arsada kurulurdu. Şimdi yerinde Cemal Paşa postanesinin bulunduğu bina var. Atatürk Evi Müzesi'nin bulunduğu alanda, -yanlış anımsamıyorsam- sadece bir kez kurulan bayram yerini saymazsak, Adana'daki bayram yerlerinin en ünlüsü, benim de ilk gençlik yıllarıma rastlayan ve en çok bayram anısına sahip olduğum, eski otobüs terminalinin karşısında, bugünkü Sabancı Camisi'nin bulunduğu alanda kurulan bayram yeriydi. 

***
Bayram yerinde neler olmazdı ki?
Bayram, yaz olsun, kış olsun, hangi aya rastlarsa rastlasın; bayram yerinin değişmez demirbaşları; tablada kebap yapan dürümcülerdi. Mevsim kışsa şalgamcılar, bahardan sonraya geldiyse bayram; aşlamacılar(2), bici biciciler (3), karsanbaççılar(4),' otuz iki dişe trampet çaldıran' gazozcular, çok çokçular(5), bayram yerlerine renk katan satıcılardı. Yeri gelmişken, katlanabilir, küçük ve kolayca taşınabilir tezgahlarına koydukları camekanda esans satan ''kokucuları'' anmadan geçmeyeyim. Gelene geçene, enjektörle kara kedi, altın damla, beyaz zambak ve amber esansı püskürten, isteyenlere de minik şişelere doldurdukları esansı satan kokucuların en önemli müşterileri, bayram yerine gelen köylülerdi. Halka tatlı, karakuş, taş kadayıf, Şam tatlısı satanlar, bayram harçlıklarımızın ortaklarıydı sanki; onları görüp de tatlı almadan geçen çocuk olmazdı. Biz çocuklar, tablacılar aracılığı ile farkında olmadan ülke ekonomisine önemli ölçüde katkıda(!) bulunurduk bayramlarda...
Çocuklara iki ya da üç tekerlekli bisiklet kiralayan, Arap Fevzi de bayram yerinin olmazsa olmazıydı. Gözünü tutmadığı büyüklere bisiklet kiraladığında; bisikleti alıp kaçmasın diye turu tamamlayıncaya kadar dili dışarıda, adamın ardı sıra koşardı.

 ***    
Çocukken, kayboluruz diye tek başımıza bayram yerine gitmemize izin verilmezdi. Beni ve kardeşlerimi ya babam götürür ya da dayılarıma emanet ederdi bizi; onlarla giderdik.  Çocukluğumun bayram yerlerindeki ilk anısı; tahtadan yapılmış, kayık biçimindeki salıncaklardı. Bacaklarımız, salıncağı hareket ettirecek kadar güçlü olmadığı için biz çocuklar salıncağın ortasına oturur, dayılarım karşılıklı olarak salıncağın iki ucuna geçer, onlar sallardı bizi... Bazen o kadar yükseğe çıkardı ki -ya da bana öyle gelirdi- salıncağın, kalasa tutturulmuş halkalarından çıkacağını sanır; ödüm patlardı korkudan.
Salıncakçının ''yandııı!'' demesiyle, sallanma süresi biter ama dayılarım, daha salıncaktan inmeden, yeni bir ödeme yapar, bir kez daha sallanmaya devam ederdik. Bayram sabahı bolca şeker yiyen, bu sebeple sallanırken kusan kız kardeşim salıncaktan indirilir, salıncağı hareket ettirmeden önce dayılarım, salıncakta kalan bizlere,
     ''Kendinizi tutun, sakın kusmayın ha!'' deyip, kusmayacağımıza dair onayımızı aldıktan sonra yeniden sallanmaya başlardık.
O yaşlarda en büyük arzum; büyüyünce salıncakta dayılarımdan birinin karşısına geçip, karşılıklı olarak, salıncağı hareket ettirmekti. Ancak yıllar geçip, salıncağı sallayacak güce eriştiğimde ise  dayılarım için bayram yeri çoktan ilginç olmaktan çıkmıştı. Ayrıca, bu süreçte teknoloji gelişmiş, çocukluğumun kayık şeklindeki tahta salıncakların yerini başka oyuncaklar almıştı

O günlerde kurulan bayram yerlerinde ilgimi en çok çeken gösterilerden biri de iki direğin arasına  gerilmiş, yerden 3-4 metre yükseklikte bir telin üzerinde, ellerindeki uzun sopalarla denge sağlayarak yürüyen cambazlardı. Telde yürürken, arada bir düşermiş gibi yaptıklarında, yüreğim ağzıma gelirdi. Cambazın tel üstünde gösterisi sürerken, yardımcılardan biri, elinde bir çanakla ''cambaz hakkı, göz hakkı, cambaz hakkı göz hakkı'' diye, seyirciler arasında dolaşıp, para toplardı. İşin garibi ben uzun zaman bayramlarda gösteri yapan tüm cambazların adlarının ''Hakkı'' olduğunu sanır; şaşardım.

Cambazın az ötesinde, birbirinden 40-50 metre olan iki direğin arasına gerilmiş bir telin üstünde makara yardımı ile hareket eden, bir tür teleferik vardı. Teleferiğin metal sepetine oturmak için bir kaç metre yükseklikteki platforma merdivenle çıkılır, platformda bulunan metal 'sepete' oturulurdu. Oradaki görevli ''sepeti'' hızla iter, bir süre telde kaydıktan sonra telin öteki ucundaki platformda bir başka görevli seni tutardı. Bu basit teleferikle  üç-beş saniye süren ama insanda  uçuyormuş duygusu uyandıran seyahatin hediyesi de 25 kuruştu.

Bayram yerlerinin olmazsa olmazlarının biri de sihirbazlardı. Onlar kendilerine ne kadar sihirbaz deseler de anne annem,''inanmayın onlara, onlar gözbağıcı;(5) yaptıkları hile anlaşılmasın gözünüzü bağlıyorlar'' derdi. Sihirbazların başlarında her zaman Hint usulu bir sarık bulunur, keçi sakallı ve bıyıkları yukarı burulmuş olurdu. Sihirin(!) etkisini artırmak için olacak, Hint usulü, işlemeli uzunca bir tunik ve parlak renkli şalvar giyip, aksesuarlarını tamamlarlardı. Anlaşılmaz sihirli(!)i sözcükler söylerler, ilk gösterilerini ise,  seyirci çekmek amacıyla çadırın önünde yaparlardı. Genelde bu gösteriler, ağızlarına pamuk tıkayıp, daha sonra pamuğu çiğner gibi yapıp, onları renkli şeritler halinde ağzından çıkarmak şeklinde olurdu. ''Masada yatan kızı büyülü sözler söyleyerek havaya kaldırma, şapkadan güvercin ve tavşan çıkarma, gazete kağıdından para yapma, ağzından ateş çıkarma, 4-5 elmayı havaya atıp; yere düşürmeden onlarla oynama gibi asıl gösterilerini  ise çadırda sergilerlerdi. Anne annem, bunlar göz bağıcı dediği için, gösteri sırasında gözlerimi iyice açar, hilelerini çözmeye çalışırdım. İtiraf etmem gerekirse, kimseye belli etmeden gözlerimi ne kadar belertsem(6) de gösteride bir hile bulamazdım. Bu gösterileri izlemenin bedeli de 25 kuruştu.

''Büyük fedakarlıkla getirdiğimiz; okyanuslardan balıkçılar  tarafından yakalanmış, hilkat garibesiii deniz kızııı, bu çadırdaaa! Geeel, geldim de görmedim demeee, sonra pişman olursuuunnn!'' 
Çadırın önünde bu ''hilkaat garibesini'' daha önce görmüş olan bir kişi bozgunculuk yapıp; çığırtkanı ağzı açık dinleyenlere,     ''
     ''Hemşehrim, aslı faslı yok. Kızın birinin belden aşağısına balığa benzeyen bir şey giydirmişler... Okyanus mokyanus hepsi hikaye'' demesine karşın, tanımadığın birinin deniz kızına ilişkin olumsuz sözlerine kulak asmaz, bastırır 50 kuruşu girerdim içeri.

Her zaman izlediğim gösterilerden biri de, duvarda motosiklet sürenlerin gösterileriydi. Bunlar, bayram yerinin bir köşesine kesik silindir şeklinde, tahtadan yapılmış pistte motosikletleri ile dönerlerdi. 3-5 dakika süren gösterilerinin bitmesine yakın, ceplerinden çıkardıkları Türk Bayrağını göğüslerine iliştirirler, bir kaç tur daha atarlardı. Sürücüler, izleyicilerin bayrak sevgisini kullanıp '' damardan girdikleri'' için seyirciler Türk Bayrağı'nı görünce çılgınca alkışlardı motosiklet sürücüsünü.  Ancak, orta okul fizik desinde ''merkez kaç gücünün'' ne olduğunu öğrendikten sonra motosikletle duvarda dönme gösterisi benim için ilginç olmaktan çıkmıştı. Hatta o gösteriyi izlemek isteyen arkadaşlarıma, çok bilmiş bir edayla, ''boşuna gitmeyin, tehlikeli mehlikeli değil, onların duvardan düşmesini engelleyen merkez kaç gücüdür'' derdim.
Ben nasıl deniz kızının sahte olduğunu söyleyen adamı dinlemeyip, çadıra girdiysem; benim de duvardan düşmeyen motorlar hakkındaki merkez kaç gücü kuramımı da kimse dikkate almadı. Motorların çıkardığı sesin çekimine kapılıp, daldılar içeri.

Bayram yerinin bir köşesinde kurulan çadırlarda, çakallar, kurtlar, maymunlar, tavus kuşları, insanlarla sohbet ettiği söylenen papağanlar,  peçeli güvercinler ve akbabalar vb. sergilenirdi. Bir ucum köylü olduğu için, bunlar bana ilginç gelmezdi. Ama bu çadırlardan birinde, kafesinde  miskin miskin uyuklayan bir boğa yılanını ilk kez görmüştüm. Hiç unutmam o gece düşümü ziyaret etmişti bu sarımsı beyaz yılan.

Bayram yerlerinde özellikle gençlerin ve doğal olarak büyüklerin ilgisini çeken önemli etkinliklerden biri de bir tezgah üzerine dizilmiş sigara paketlerine halka atmaktı. Halkayı hangi pakete geçirirsen, o paket senin oluyordu. 25 kuruş verip 3 halka atma hakkını elde ettiğin bu oyunu, en çok babam ve dayılarım oynardı.

Deriden bir topa yumruk atıp, üzerinde rakamlar yazılı, saate benzer bir aygıttan gücünün derecesini ölçerdin. Bırakın çocukluğumu, ala torlak(7) delikanlılık yıllarımda bile bileği güçlü biri olmadığım için hiç bir bayramda bu aletin yanına bile yaklaşmadım.

Ancak havalı tüfekle atış yapıp, hedefi vurunca hediye kazanılan pavyonlarda şansımı dener, fena ''atıcı '' olmadığım için ''güç ölçer saatte'' yapamadığımı burada yapıp, bir çok hediye kazanırdım.

***
Yıllar geçiyor, yaş alıyordum. Bu bağlamda teknoloji gelişmiş, bayram yerlerine yeni oyunlar, yeni oyuncaklar gelmişti. Çarpışan otomobiller, bir platform üzerinde dönen çeşitli hayvan maketleri, dönme dolaplar, atlı karıncalar...
Bunlar içinde en çok ilgimi çeken çarpışan otomobillerdi. Her bayram binerdim; hem de bir kaç kez.

Bayram yerinde en çok zaman geçirdiğim yerlerden biri de penaltı atanları izlemekti. Penaltı atılan yerde normal kaleden daha küçük bir kale ve kalede ise daha sen topa vurmadan öne çıkıp, görüş açını kapatan bir kaleci olurdu. O kadar penaltı atışı izledim, üç penaltıyı da filelerle buluşturan çok az kişiyi gördüm. Arada bir profesyonel futbolcular gelir, onlar her atışı filelerle buluştururlardı. Bir kaç atıştan sonra penaltı işini organize eden kişi, önce kaleciye kızar, baktı ki olmuyor futbolculara
     '' Ağabey bizi batıracak mısın? Artık atmasan '' diye sızlanırlardı.
Penaltı atan futbolcular ise, kendilerini izleyenlerin alkışları arasında  kazandıkları sigaraları geri verirlerdi.
Penaltı atacak çağa geldiğimde kafama koymuştum; ben de penaltı atacaktım. Futbol oynarken iyi penaltı attığım için kendime güvenim de tamdı. Benim için önemli olan sigara paketini kazanmak değil, topu üç kez filelerle buluşturmaktı.
Hazırlıklı gelmiştim: Bayramlık ayakkabılarımı çıkarıp, bir arkadaşıma emanet ettikten sonra yanımda getirdiğim futbol ayakkabılarını giydim.
Üç penaltının karşılığı olan 1 lirayı çığırtkanın eline sıkıştırdım. Kaleci kale çizgisinde. Göz göze geldik: Topa vururken ileri çıktı ama geç kalmıştı. Topu sağ ayağımın topuğuyla kalecinin sağından, direğin dibinden filelerle buluşturdum.
İkinci kez topun başına geçtim, daha kaleci yerinden kımıldamadan sol tarafıma yatıp, bu kez de sağ ayağımın içiyle kalecinin solundan çatala taktım.
Üçüncü kez topun başına geçtim. Niyetim; topu ayakkabının ucuyla kaldırıp, ileri çıkan kalecinin üzerinden aşırtıp, filelerle buluşturmaktı. Hafifçe gerildim, topa vurmama kalmadan kaleci, kaleyi terk edip, ileri fırladı. Hadi biraz abartayım; neredeyse kaleciyle burun burana geldim. Görüş açım o kadar daralmıştı ki  rast gele vurdum; doğal olarak top dışarı çıktı. Yitirmiştim yılların iddiasını... İtiraz da edemedim. Çünkü daha önce itiraz edenlere, bayramın zehir edildiğine bir çok kez tanık olmuştum. 

***   
Altmışlı yılların ortası...
Bayram yerlerinde çocukken ilgilendiğim bir çok etkinlik ya da oyun ilgimi çekmez olmuştu artık. Önceki yıllarda biri görür de babama söyler diye önünden bile geçmediğim, adı çadır tiyatrosu olan ama tiyatroyla uzaktan yakından ilgisi olmayan çadırlar ilgimi daha fazla çeker olmuştu. Ergenlik bu; şişede durduğu gibi durmuyor. Bir bayramın günü anamın, babamın elini öptükten, komşularla bayramlaştıktan sonra doğrudan, şimdi Sabancı Camisi'nin yerinde kurulan bayram yerine gittim.
Çadır tiyatrosunun (!) önündeki çığırtkan,
     ''İki oyuna bir bilet bu oyunlar bedava'' diye avaz avaz bağırıyordu. Bir süre bekledim ama doğrusu cesaret edip giremedim çadıra...
Cesaret toplamak ve zaman geçirmek amacıyla bayram yerinde bir süre dolaştım. Eskiden ilgi odağım olan çarpışan arabalar, cambazlar, ne de kız başlı yılanlar... Hiç biri ilgimi çekmedi; varsa yoksa ''İki oyuna bir bilet...''
Dönüp dolaşıp gene çadır tiyatrosunun önüne geldim;  yanıma, yöreme bakmadan, bir suçlu gibi; başım öne eğik, gişeden bir bilet alıp, çadırdan içeri daldım. Çadır henüz dolmamıştı. Sahnede bir adam, elindeki çemberden, bir fino köpeğinin geçmesi için komut veriyor, köpeği çemberden geçişinde şeker vererek ödüllendiriyordu. Anlaşılan ''tiyatronun (!) başlaması için sıraların dolmasını bekliyordu.
Oturduğum yerden seyircileri izlemeye başladım.
     ''Aralarında tanıdık biri var mıydı acaba?''
Tanıdık kimseyi göremeyince rahatladım.
Çadırdakilerin tümü benim gibi bıyığı terlemiş; yeni yetmeler, gençler, orta yaşlılar, hatta dedem yaşındakilerden oluşuyordu. Kısaca toplumun tüm kesimlerinden insanlar vardı. Çadır tiyatrosunun yetkilileri, çadırın yeteri kadar dolduğu kanısına varmış olacaklar ki; köpekli gösteri sona erdi. Ardından sahneye, ellerinde darbuka,  keman ve klarnet olan üç çalgıcı gelip; günün zamanın moda şarkısı Zennube'yi çalmaya başladılar. Çalgıcılar Zennube'yi çalarken, orta boylu, etine dolgun,- hatta bir haylı dolgun- renkli tüllere sarınmış 40'lı yaşlarda bir kadın, sahneye fırladı. Şarkının ritmine uyup, kalça sallamaya başladı. Dansöz, daha sahnede birkaç kez dönmüş ya da dönmemişti ki; seyirciler,
      ''Aç, aç, aç !'' diye hep birlikte el çırpmaya başladılar. 
Emin olmak için, seyircilerin arasında tanıdık biri var mı diye çevreye bir kez daha göz attım; tanıdık kimseyi göremedim. Aslına bakarsanız insanlar sahnedeki dansöze o kadar odaklanmışlardı ki, bırakın beni, ''babalarını bile tanıyacak '' durumda değildiler.
Orkestra(!) çalmaya devam ediyordu.
Dansöz, üstündeki renkli tülleri sırayla birer birer çıkardı.
Ama seyirci bu ''açılıp, saçılmadan'' pek bir şey anlamamış olacak ki; el çırpmaya devam devam ettiler,
     ''Aç, aç, aç!'' 
Dansöz, hızlı bir hareketle, kalçasının üstündeki allı, pullu kemeri, hemen ardından da gene pullarla süslü sütyeni çıkarıp, 'benden bu kadar' deyip, ıslıklar arasında sahneden ayrıldı.
Sahneye yeni gelen biraz daha genç ve balık etliydi. Başladı orkestranın(!) çaldığı parçanın ritmine uyup; göbek atıp, kalça sallamaya. Çadırdaki seyirciler ona da aynı tezahüratı yaptılar
     ''Aç, aç, aç!'
Bu dansöz, ilkinden daha cesur olmalıydı ki, sahneyi bir boydan bir boya şöyle bir dolandıktan sonra ''aç, açlara'' ilgisiz kalmadı, seyircilerin alkışları arasında, allı pullu sütyenini çıkardı.
Çadır, alkıştan, bağırış çağırıştan inliyordu. Dansöz eli ile çalgıcıları susturdu. Sahneye en yakın sırada oturan askerlerin önüne geldi, elini bikinisinin üstüne koyup, 
     ''Açiim mi, asker ağalar açiim mi ?'' demesiyle birlikte, ''açılacak yeri'' daha yakından görmek için arka sıralarda oturanlar yerlerini terk edip, itişip kalkışarak, askerlerin oturduğu sıralara doğru gelmeye başladılar. Bu karmaşa sürerken, çalgıcılar çalmayı, dolayısı ile dansöz de oynamayı bıraktı. Allah'tan bir kaç görevli gelip,
     ''Arkadaşlar! Yerinize gidin. Sahne yüksek, herkes görecek'' dediler de ortalık sakinleşti.
Çalgıcılar bu kez daha hareketli bir parça çalmaya başladılar.
     ''Aç, aç, aaaçç!''
Dansöz, bikiniyi sıyırdı. Aaaa ! Altında başka bir bikini daha var. Biraz göbek attı, durup, bir bikini daha çıkardı.
Bir daha, bir daha...
Her bikini çıkarışında, altından başka bir bikini daha çıkıyordu.
Sanırsın çadır tiyatrosu dansözü değil de iç çamaşırı defilesi mankeni...
Art arda 4-5 dansöz daha çıktı. Hep aynı şey oldu: önce tüller çıkarılıp atıldı, ardından kalçanın üstündeki püsküllü kuşak, sonra da allı pullu sütyen ve sayısız bikini...

Gösteri bitti ama seyircinin görmek istediği ''şey'', bir türlü ''arz-ı endam'' etmedi.
Gösteri sırasında her çıkan dansözün, kışladan izinli çıkan askerlerin topluca oturduğu sıraların önünde daha çok dans etmesi, dikkatimi çekmişti. Anladığım kadarıyla, 'asker ağalara' bir tür özel gösteri sunuyorlardı. 

O bayram çadır tiyatrosuna, ''açılması gerektiği halede açılmayan ya da zabıta korkusundan olacak bir türlü açılamayan ''şey'', belki bu kez açılır umuduyla bir daha gidip, üstelik ''asker ağaların'' hemen ardındaki sıraya oturdum ama umduğumu bulamadım(!). 

Bayram sonrası, arkadaşlarımla birbirimize 'bayramda neler yaptığımızı'' anlatırken, söz dönüp dolaşıp bayram yerindeki çadır tiyatrosuna gelince, çadır tiyatroları konusunda benden daha deneyimli arkadaşlarımdan biri
      ''Oğlum oraya gündüz değil, akşam saat sekizden sonra gidip, askerlerin arkasında yer kapacaksın. Gündüz zabıta var ondan korkuyorlar. Gece zabıtaların mesaileri bittiği için dansözler daha rahat dans ediyorlar.''
      ''Be kardeşim bunu daha önce söylesen ya!'' demedim, diyemedim. Ne de olsa serde delikanlılık var.
***
Unutamadığım; sayısız anılarımın olduğu bayram yerleri artık yok. Yerlerine camiler, çok katlı apartmanlar yapıldı. Artık dini bayramlarda yılda iki kez kurulan bayram yerleri, zaman içinde çağın teknolojisin sergilendiği Luna Parklara yenildiler.
Gerçeği söylemek gerekirse; bayramların da eski tadı kalmadı. Kimilerimiz kabul etmese de bu gerçek...
Ama gerçek ne olursa olsun ben, gene de çocukluğumun bayramlarını özledim.
-------

Haziran 2020
-------
Açıklamalar:
1-Gül Bahçesi: Eskiden Atatürk Caddesi'nin üzerinde, Sular yolu kavşağına varmadan solda kalan     gül dikili arsa.
2- Aşlama:Adanaya özgü, meyan kökünün suya ıslanmasıyla yapılıp, soğuk içecek
3-Bici Bici: Adana ve çevresine özgü nişasta ve sudan yapılan pelte. Üzerine rendelenmiş buz, pudra şekeri ve gül suyu dökülerek yenen tatlı.
4-Karsanbaç: Kardan yada rendelenmiş buzdan yapılmış, üzerine bal ya da pudra şekeri ve gül suyu
dökülüp yenen bir tatlı.
5-Çok Çok: Renkli gıda boyaları kullanılarak, ağda kıvamında yapılan tatlı. Tahta çubuklara sarılarak servis edilir.
6-Göz bağıcı: Sihirbaz
7-Ala torlak: Bıyığı yeni terlemiş, delikanlılığa adım atmış, acemi.