14 Kasım 2020 Cumartesi

CUMA DONU

 CUMA DONU

 

     Okulların tatile girdiği haftanın ertesinde mahalle arkadaşlarımla Eski Baraj gölündeki suyu kanallara aktaran havuzundayız. Yüzme yarışı yaparken, havuzun öte yanında 18-20 yaşlarında olduğunu sandığım zayıf, orta boylu biri, ellerini kavuşturmuş; bizleri izliyordu.

     Bu olağandı.

     Baraja gezmeye gelenler, suda yaptığımız oyunları izler, yüzme bilenler bizlere imrenip suya girer, bilmeyenler ya da yüzmek istemeyenler bir süre sonra giderlerdi. Bu yabancıyı meraklılardan biridir diye önceleri önemsemedim. Ancak bizi uzun süre izlemeye devam edince; fark ettirmeden, ‘acaba ne yapacak?’’ diye ben de göz ucuyla onu izlemeye başladım. Arkadaşlarım ise kendi alemlerinde; havuza girip çıkıp, oyunlarını sürdürüyorlardı.

     Yabancı bizi bir süre daha izledikten sonra, havuzun kenarındaki çalılığın ardına geçip, ağır hareketlerle soyunmaya başladı. Önce ayakkabılarını çıkarıp bir kenara koydu. Sonra gömleğini, ardından atletini ve bir süre çevreyi kolaçan ettikten sonra da pantolonunu çıkardı, dürdü; öteki giyitleri ile birlikte çalıların arasına yerleştirdi. Soyunduğuna göre suya girecek olmalı… Üstünde mayo niyetine giydiği; paçaları dizlerinin altına kadar uzanan, dedelerimizin ''cumadonu''dediği beyazı boza dönmüş bir içlik vardı. İçliğin ön tarafındaki, sol paçasında yeşil boyayla yazılmış, baş tarafındaki harfleri olmayan 'rikası' olarak okuduğum bir yazı dikkatimi çekti.

     Kolları, ellerinden dirseklerine kadar ‘’amele yanığıydı.’’ Dirseklerinden omuz başlarına kadar ve gövdesinin tamamı ise, hiç güneş görmemiş olacak ki; bembeyazdı.

    Havuzun kenarına geldi, çömeldi; ‘it oturuşunda’(1) gözlerini dikip, yeniden bizi izlemeye başladı.

 

                                                   ***

    Evimiz,  Eski Baraj diye bilinen Seyhan regülatörüne çok yakındı. Regülatörün çevresindeki sıtma ağacı(2) koruluğu, hafta sonlarında piknik yapanlarla dolar taşardı. Gerçi o zaman, Eski Baraj’dan daha geniş bir alana ve daha büyük bir göle sahip olan Yeni Baraj da vardı ama barajın kente çok uzak olması, üstelik oraya belediye otobüsü ya da dolmuş seferlerinin yapılmaması nedeniyle piknik yapmak isteyenlerce yeğlenmezdi. Ancak, genellikle özel arabası olanların gittiği Yeni Baraj,  ulaşım zorluğuna karşın evlenen çiftlerin vazgeçilmez uğrak yeriydi.

    Yeni evli çiftler, gölü ırmaktan ayıran bir yanı göl, öte yanı ırmak olan setin üzerinden geçtiklerinde, kendilerine yapılmış büyünün, bozulacağını inanırlardı. Önde gelin arabası, ardında gelinin çeyizini taşıyan; kasasının kenarlarına kilim ve halı serili kamyon, kamyonun ardında ise evlenen çiftin yakınlarını taşıyan arabalar, davul zurna eşliğinde setin üzerinden geçerlerdi. Düğün konvoyu setin bitimindeki meydanda durur, araçlardan inenler halay çeker, oyun oynarlardı. Gelin ve damadın oyunundan sonra, kadınların zılgıtları(3) eşliğinde araçlara doluşulur, büyünün bozulmuş olmasından kaynaklanan mutluluk duygusu ile geldikleri yoldan geri dönerlerdi.

 

                                                                ***

     O yıllarda, bayram günleri dışında çalışanlar ve öğrenciler için tatil, cumartesi öğleden sonra ve pazar günleriydi. Kentin sıcak havasından bunalanlar, ırmak kenarındaki sıtma ağacılarının gölgesinde, coşkuyla akan suya yakın bir ağaç dibinde ‘’iyi yer kapmak’’ amacıyla sabahın erken saatlerinde naylonlara(3), at arabalarına, faytonlara doluşur; Eski Baraj’a gelirlerdi. Ailenin kaplayacağı alanın sınırları, yere serilen çullarla belirlenir; birkaç küçük minder ve yastıkla da bu sınırlar pekiştirilirdi. Kadınlar kahvaltı hazırlığındayken, erkekler çizgili pijamalarını giyip, minderlerin üzerine yan kös gelir(4), erkek çocuklar kırk yamalı, deri toplarının peşinde koşarlar, kızlarsa, kahvaltı hazırlama telaşında olan analarına gönülsüz de olsa yardım ederlerdi. Arada bir çocukların yanlışlıkla vurduğu top, komşu piknikçinin ocaktaki çaydanlığını devirse de olağan günlerde aileler arası kavga yol açan bu davranış, ‘’piknikçiliğin hoşgörülü(!)’’ felsefesi nedeniyle kavgaya dönüşmez; çaydanlığı deviren çocuğun babası, o güne kadar ağzından çıktığına en yakınlarının bile tanık olmadığı, özür sözcüklerini isteksizce ve ıkına sıkına sıralar;

    ‘’Gusura galma emmisi, evde böyle deel. Meydanı boş buldu da’’ deyip, kendince özür diledikten sonra oğlunun kulağını çeker, ensesin de bir şaplak patlatırdı. ‘’Haklısın deyince değirmende kavga olmazmış’’ atalar sözü uyarınca, konu hır gür çıkmadan kapatılırdı.

 

                                                            ***

 

     Kahvaltı sonrası erkekler tavlanın başına geçerler, oğlanlar top peşinde koşuşturmaya bıraktıkları yerden devam ederler, kızlarsa ya ip atlar ya da biraz tatlı dil dökerek, çokça da tehdit ederek çocukların ellerinden aldıkları topla voleybol oynarlardı. Kadınlar mı? Onlar, tatilin tadını çıkarmayı sürdürür(!), kahvaltı sofrasını kaldırıp, bardakları, tabakları yıkayıp, ortalığı topladıktan sonra, öğlen yemeğinde yiyecekleri kebap için hazırlığa başlarlardı.

     ‘’Pazar günü Eski Baraj’a gidiyoruz, sen de gel’’ diye mektup yazıp, komşu çocuğunun eline 25 kuruş tutuşturduktan sonra, mektubu uzaktan uzağa sevdalandığı yavuklusuna gönderen genç kızlar, tavla oynayan babalarına ve yemek hazırlamaktan dünyayı gözleri görmeyen analarına sezdirmeden, bir ağacın ardında kendisini göz hapsine alan ‘’yavuklularına’’ kaçamak, işaretler gönderirlerdi.

     Öğleye doğru hemen hemen her ağacın altında kurulan mangallarda pişirilen etin kokusu koruluğa yayılır; çevreyi kaplayan yağlı kara duman, koruluğu gri bir tül perde gibi örterdi.

     Pazar günleri koruluk bayram yerine dönerdi. Simitçiler, aşlamacılar, dondurmacılar, ayrancılar, hedefe havalı tüfek attıranlar, çerezciler, halka tatlıcılar, seyyar atlıkarıncacılar, soğuk su satıcıları pazar günlerinin olmazsa olmazlarındandı.

Evimizin baraja yakın olması nedeniyle pazar günleri herkesin gelip geçtiği girişteki köprünün başındaki bir çam ağacının altında erkenden yer tutar,  

     ‘’İki dolu beşşş, iki dolu beşşş !’’(6) diye avazım çıktığı kadar bağırıp su satardım. Benim dışımda soğuk su satan başkaları da vardı kuşkusuz. Ama benim müşterilerim onlarınkinden daha çoktu. Onlar suyu ağzı açık kovalarda satarken ben buz kalıpları ile soğuttuğum suyu, bir sehpa üzerine yerleştirdiğim üstü çiçekli  bezle örtülü musluklu bidonla satar, bir günde 4-5 liraya para demezdim.

 

     Piknikçilerden yüzme bilenler ya da bildiğini sananlar, yasak olmasına karşın, bu yasağa uymaz; baraj gölünden kanallara su veren havuzlara girerlerdi . Ancak, iki üç haftaya bir bunlar arasından boğulanlar da olurdu. Eğlenmeye gelip de yakınlarından birinin sudan çıkarılan cesedini görünce feryat figan eden, saçını başını yolup, acı içinde umarsızca kendilerini yerlere atanların içler acısı hali, bu tür olayları sıkça gören bizlere bile dayanılmaz gelirdi.  Ama bir süre sonra boğulanı alıp götüren cankurtaran gözden kaybolunca; meraklı kalabalıklar dağılır, piknikçiler yaşama kaldıkları yerden devam edip, tavlalarının başına, toplarının peşine dönerler, ölen ise öldüğüyle kalırdı.

 

     Gene böyle bir yaz günü baraj gölünün hemen kıyısındaki tepede bulunan Asker Hastanesi’nde görevli, yüzme bilmediği halde göle giren bir arkadaşlarını kurtarmak için suya atlayıp, onu kurtarmaya çalışırken boğulan 7 askerin bir birlerine sarılmış halde sudan çıkarılan cesetlerini gördükten sonra, günlerce kendime gelememiştim. Bu sürede değil yüzmek, havuzların yanından bile geçmek içimden gelmedi.

 

     Ben ve benim gibi evleri baraja yakın olanlar pazar günleri suya girmezdik. Zaten hepimizin bir işi vardı. Kimimiz su satıyorduk, kimimiz de simit… Ama hafta içi yüzmeye gelen birkaç kişiyi saymazsak her yer bize aitti. Sabah kahvaltısından sonra mahalledeki arkadaşlarla buluşur, öğleye kadar doyasıya yüzer; öğle yemeğini evlerimizde yedikten sonra yeniden baraja gider, akşamüstü babalarımız işten eve gelmeden evlerimizde bulunmaya özen gösterirdik.

     Gerçekte kanallarda ve gölden kanalara su veren havuzlarda yüzmek yasaktı. Ama babam da dahil, çoğumuzun babası DSİ’de çalıştığı için, bekçiler pek ses etmezlerdi yüzmemize…

 

                                                           ***

 

     Cuma donlu bizi izlemeyi sürdürürken ben bir iki kez daha suya girip, çıktım. Ama gözüm hala onda. ‘Bu ne zaman suya girecek, bize niye bakıp duruyor '' diye düşünürken, birden ayağa kalktı ve kendini suya attı. Havuzlarda ırmaktaki kadar olmasa bile akıntı vardı.''Cuma donlu’’ kaşla göz arasında, akıntıya kapılıp, suda batıp çıkmaya başladı.  Ben o sıralar 9-10 yaşlarındayım. Hemen büyüklerimizi uyardım.

     ''Duran abiii, Memet abiii! adam boğuluyor, adam boğuluyooor!'

     Havuzun kenarındaki ağaçların altında kağıt oynayan Duran abi ve Memet abi, oyunlarını bırakıp, vakit geçirmeden hemen suya atladılar. Sekiz on kulaçtan sonra, cuma donluya yetişip, onu yakaladılar. Cuma donlu can havliyle kendisini kurtarmaya gelenlerin boynuna sarılmaya, istemsiz de olsa onları da suyun altına çekmeye çalışıyordu. Allahtan Duran abi de Memet abi de o güne kadar birçok kişiyi boğulmaktan kurtardıkları için deneyimliydiler.

     Birkaç dakika sonra onu güç bela sudan çıkardılar. Hemen Cuma donlunun başına üşüştük; yarı baygın gibiydi. Duran abi onu sırt üstü yere yatırıp, karnına bastırdı. Cumadonlunun ağzından biraz su çıktı. Sonra da kesik kesik öksürmeye başladı; yaşıyordu.

     Doğruldu, bir süre çevresinde halka oluşturmuş bizlere şaşkın şaşkın baktı. Memet abi, henüz başına ne geldiğinin farkında olmayan cumadonluyu kendine getirmek için yüzüne oturaklı bir tokat attı. Tokatın etkisi kendini hemen gösterdi. Cumadonlunun bakışları değişti, tokatın acısını unutup gülümsemeye çalıştı.

    Duran abi,

      ''Bilader madem yüzme bilmiyon, niye suya girdin?' dedi. Cumadonlu, birkaç kez öksürüp, boğazını temizledikten sonra biraz da mahçup;

      ''Hava çok sıcağıdı, sizlere bakıp; imrendim'' diye yanıtladı.

Niğde'nin Bor ilçesinin bir köyündenmiş. Askerlik için Adana'ya gelmiş, Asker Hastanesi’ne teslim olmadan önce barajı görmek istemiş. Bizim de suya girip çıktığımızı görünce, imrenip, bunaltıcı sıcağın da etkisiyle kendini suya atıvermiş.

     Biz onunla konuşurken, barajın bekçilerinden biri geldi. Olanı biteni anlattık. Bekçi ona bir sigara verdi. Cuma donlu bekçinin verdiği motorluyu(6), titreyen elleri ile dudaklarına götürüp, sigaranın dumanını yutarcasına ciğerlerine çekti.

     Sigardan birkaç nefes daha çektikten sonra artık kendine gelmişti.

Barajın bekçisi, kendisi gittikten bir kaç dakika sonra her şeyi unutup gene havuzda yüzeceğimizi bildiği halde, bize dönüp,

     ''Ulan! sizi görüp yüzme bilen de bilmeyen de suya girip boğuluyor. Bir daha burada yüzdüğünüzü görmeyeyim. Vallaha hatır gönül dinlemem, külahları değişiriz sonra’’deyip artık ezberlediğimiz uyarısını bir kez daha yapıp, görevini yapmış olanların rahatlığı ile cuma donluya,

    ‘’Hadi sen de sırtlarını(7) al, gidiyoruz. Bir daha da dibini görmediğin suya girme’’ dedi.

     Cuma donlu, çalıların arasına bıraktığı eşyalarını almak için ayağa kalktığında,  sarımsı beyaz donunun sağ kalçasına gelen bölümünde gene yeşil boya ile yazılmış arkasında ‘’t 50 kğ,’’ sol kalçasının üstünde ise; ‘’Kayseri Şe’’ yazısını okudum.

     Bekçi, cuma donluyu kolundan tutup götürürken, O geriye dönüp, bize gülümsedi. Minnettarlığı yüzünden okunuyordu.

                                                  ***

     Akşam babama doğal ki o gün olanların tümünü anlatmadım. Ancak, suya giren birinin donunda, yeşil mürekkeple yazılmış yazılar gördüğümü, bunların ne anlama geldiğini sordum.

     ‘’Neydi o yazılar,’’ dedi babam. Cuma donlunun içliğinde gördüklerimi babama aktardım.

    ‘’Oğlum, o yazının tamamı’’Kayseri Şeker Fabrikası Net 50 kg’’ dır. Yoksullar Amerikan (8) ya da kaput bezi satın alamadıkları için, şeker çuvallarını söküp, onlardan kendilerine don dikerler. Senin gördüğün adamın donu da şeker çuvalından yapılmış. Köyde bizim tarlada çalışan Urumlu(10) ırgatların iç donları da şeker çuvalındandı, belki anımsarsın
’’ dedi.

     Şeker çuvalından don giyen ırgatları doğal ki anımsayamadım. Ama üstü yazılı şeker çuvalından don dikiliyor olması bana komik gelmişti.

     Çocuk aklımla nereden bilebilirdim ki; yıllar sonra üstü yazılı mayoların moda olacağını?

     Cuma donlu, yazılı don giyerek ayırdında olmadan gelecekte ortaya çıkacak bir modanın öncüsü müydü? Kim bilir?

 

***

------

Dikili-Eylül 2020  

------

1-İt oturuşu: Ayak tabanları yere basılı şekilde çömelip, ellerini dizlerinin üzerinde öne doğru uzatarak yapılan çömelme şekli.

2-Sıtma Ağacı: Okaliptus. İlk kez bataklıkları kurutup, sıtmanın önüne geçmek  amacıyla 1800’lü yılların sonunda Adana’ya anavatanı olan Avusturalya’dan getirilmiştir.  

3-Naylon: Taktör römorku.

4-Yan kös gelmek: Dirseğine dayanıp, elini başına koyarak, bir yana uzanıp yatmak. Uzun oturmak.

5- İki dolu beş: İki bardağı beş kuruş.

6-Motorlu: Filtreli sigara

7-Sırt: Elbise

8-Amerikan:Yorgan yüzü, çarşaf, iç çamaşırı vb. yapımında kullanılan, düz, beyaz renkli ithal bezin kısaltılmışı. Amerikan bezi.



 


10 Kasım 2020 Salı

Kininci Kamil

 

 

KİNİNCİ KAMİL

     Sıcak bir güz günü.

     Kent’in önde gelen çiftçi ve tüccarlarından Saffet Sarıbekiroğlu, tavan vantilatörün serinletmeye çalıştığı işliğinde, arkadaşları ile sohbet ediyordu.
     Sohbet, pamuk üretiminden, pamuk fiyatlarından döndü dolaştı, kentin gece hayatında önemli yer tutan pavyonlara ve orada çalışan konsomatrislere geldi.
                                                                ***
     Pamukların toplanıp, çiftçinin cebine para girdiği o günlerde kent, ''yeter ki balın olsun sineği Bağdat'tan gelir'' sözünü doğrularcasına ağırlıklı olarak İstanbul'dan gelen, ya da kendilerini 'İstanbulluyum' diye tanıtan ‘pavyon sanatçılarının' akınına uğrardı. Pavyon sahipleri, pavyonlarında müşterileri ile sohbet edecek; onları dinleyip, dertlerine derman olacak(!) konsomatrisleri, bağlantı kurdukları 'ajanslar' aracılığı ile çok önceden sözleşmeye bağlarlardı. Bu kadınların fiziki güzelliklerinden sonra gelen en önemli özellikleri; iyi birer öykü anlatıcısı olmalarıydı. Öncelikle, bu hayata nasıl düştükleri ile ilgili çok acıklı bir yaşam öykülerinin olması gerekirdi. Öykünün gerçek olması çok da önemli değildi. Çünkü hemen her kadının yaşam öyküsü bir birine benzerdi. Sadece olayın yeri, zamanı ve kahramanların adı değişirdi. Anlatırken boğazlarının düğümlenmesi, yalancıktan da olsa gözlerinin dolması,  öykülerini daha gerçekçi yapardı.
     Pavyon sahipleri için makbul olan konsomatrisler ise, eşlik ettikleri 'hacıağaları', hesap pusulasında yazanları fark edemeyecek kadar sarhoş edip; onlara yüklü hesap ödetenlerdi. Hacıağalar, hesabın çok yüksek olduğunun ayırdına varsalar da, fazla ileri gitmeden ellerini oralarında, buralarında  dolaştırmalarına ses çıkarmayan konsomatrislerin 'gül hatırı için' itiraz etmezler; yüklüce bir bahşişle birlikte hesabı öderlerdi. Ödülleri ise; genelde sarışın, ap'baa(beyaz tenli), balık etli konsomatrisin yanaklarına kondurdukları bir öpücük ve 'arayı soğutma kocacıım, gene gel' sözleri olurdu.
     Saffet Sarıbekiroğlu, kahvesinden bir yudum alıp, çırçır fabrikası sahibi Topal Salih'e döndü. Topal Salih, deyim yerindeyse eğlence mekanlarının demirbaşlarındandı. Kentin gece hayatı ondan sorulurdu.

     ''Turan pavyona yeni avratlar gelmiş, habarın var mı Salih?''

     ''Ben de duydum ama daha siftahım yok ağa.'' 

     ‘’Yıldız’da da bayağı güzeller varmış; öte'ön(geçenlerde) bizim iplikçi Zeynel söylediydi'' dedi bir başkası.
     ‘’Hafta sonu gidek. Bakalım dedikleri kadar var mıymış?’’
     İşlikte oturanlardan, kinin ticareti yaptığı için ovadaki sıtma salgını nedeniyle  çok para kazanan, kırklı yaşlardaki Kininci Kamil sitemli bir ses tonuyla,
      ‘’Saffet Ağa beni adam yerine koyup da bir gün bile pavyona götürmedin.  Bu yaşıma geldim, pavyonun kapısından bile geçmedim. Yanına yakıştırmıyon ellehem(her halde)’’ dedi. Saffet Sarıbekiroğlu, babacan bir tavırla.

      ''Kirveme bak'ele, emrin olur. Ne vakıt istersen.''
      ‘’Valla duvacın olurum.’’
      ‘’Ancak,’’ diye sürdü konuşmasını Saffet Sarıbekiroğlu, ’’götürürüm götürmesine de seni avratlara tanıtırken; ‘arkadaşımız kininci; kinin ticareti yapıyor’’ diyemem; yakışık almaz.  Adanalıya yaraşır başka bir meslek bulmalı sana.’’
     Odadakiler de Saffet Sarıbekiroğlu'nu başlarını sallayarak onayladılar.
     Topal Salih,

    ‘’Doğru! Kinincilik de neciymiş. Çukur denince avratların aklına, pambık gelir, tarla tapan gelir.

    ‘’En iyisi seni  ‘böyük çiftçilerimizden bir ağa' diye tanıtırım’’ dedi Saffet Sarıbekiroğlu.

    Kamil, yaptığı işin küçümsenmesine bozulduysa da, renk vermedi.
     ‘’Sen bilin kirvem.’’
     ‘’ Hatta, çırçır fabrikası bilem var, derim. Bu arada hesabı da sen ödersin haa! Ne de olsa hemi  böyük çifçi ve hemi de fabrikatörsün.’’
     Saffet Sarıbekiroğlu ile Kininci Kamil, pavyona gidecekleri günü ve orada olacakları saati kararlaştırdıktan sonra Kamil, odakilere veda edip, ayrılmak için ayağa kalktı, kapıya yöneldi, tam çıkıyordu ki; Saffet Sarıbekiroğlu'nun ardından seslenmesi ile durdu.

     ‘’Kirvem acelen ne? Dur bi yol. Asıl önemli meseleyi unuttum. Daha ne giyeceğini gararlaştırmadık.’’  

    ''…'' 

    ‘’Pavyona gideceksen, mongol gömlek ve laciler olmadan olmaz.  Unutma sen çırçır fabrikası sahabısın; pavyona fabrikadan geliyon.  Üstün, başın pambık olmalı. Pambığı nereden bulacana gelince; ezzaneden. Ezzaneden hidrofil pamuk al, ceketinin üstüne bir kaç parça pamuk sür ki; fabrikadan geldiğin belli olsun. Avratlara irezil olmayalım.’’
     Kininci Kamil teşekkür edip, işliktekilere bir kez daha veda edip, ayrılınca,       Topal Salih,
     ‘’Valla alemsin Saffet ağa. Biz de gelek mi? Aalenceyi gaçırmayalım.’’ 

     Saffet Sarıbekiroğlu, kalabalık olursa, oyunun bozulacağından çekindiği için

     ''Galebelik olunca oyunun dadı galmaz. Söz daha sonra olanı biteni satır satır anlatırım size.''

                                                      ***

     Saffet Sarıbekiroğlu, kararlaştıkları gün ama kararlaştırdıkları saatten daha erken pavyona gelip, önceden ayırttığı sahneye yakın masaya oturdu.   Pavyonun girişinden, ayırttığı masaya dek kendine eşlik eden şef garsonun avucuna biraz para sıkıştırdıktan sonra,
    ‘’Aman ha! sakın dediklerimi unutma!‘’ Şef garson,
    ’’Emrin olur Ağam, en iyisinden ikisini gönderiyorum, ikisi de yeni geldi; Istanbıllılar’’ deyip uzaklaştı.

     Konsomatrisler şef garsonla birlikte Saffet Sarıbekiroğlu’nun masaına geldiklerinde masa çeşitli mezelerle donatılmış, ortaya bir de viski şişesi konmuştu.

     Saffet Sarıbekiroğlu konsomatrisleri ayakta karşıladı. Kadınların ikisi de otuzlu yaşlarda, beyaz tenli, balıketinde ve sarı saçlıydılar. Şef garson konsomatrisleri sandalyelerine oturttuktan sonra,

     ‘’Başka bir emrin var mı ağa?’’ dedi.

     Saffet Sarıbekiroğlu eliyle yok anlamında bir işaret yapınca, şef garson masadan ayrıldı.

     Saffet Sarıbekiroğlu '‘çift çubuk işiyle uğraşıyorum’’ deyip kısaca kendini tanıttı. Kadınlara adlarını sordu. Kadınlar, adlarının Burçak ve Aşkım olduğunu söylediler.

     ‘’Beni şimdi iyi dinleyin hanımlar’’ deyip, birkaç gün önce işliğinde geçen konuşmayı anlatıp, arkadaşı gelince onunla neler konuşacaklarını, ona nasıl davranacaklarını sıkı sıkı tembihledikten sonra,

     ‘‘Aman deyim açık vermeyin’’ dedi.

                                                                 ***

     Pavyon yavaş yavaş yükünü almaya başlamıştı. Kininci Kamil, tam kararlaştırdıkları saatte şef garsonun eşliğinde masaya geldi.

     Üzerinde; yakasına kırmızı bir karanfil tutuşturulmuş kendinden çizgili lacivert kruvaze bir ceket, aynı kumaştan bir pantolon, rengi sarıya çalan krem renkli bir mongol gömlek vardı. Ceketin yakasında ve omuz başlarındaki pamuk parçacıkları, pavyonun loş ışığında bile fark ediliyordu.
     Kininci Kamil, tüm kibarlığı ile önce kadınların nazikçe ellerini sıktı, ardından Saffet Sarıbekiroğlu’nu da başıyla selamlayıp, şefin çektiği sandalyeye oturdu.
     Şef, 
     ''Başka bir emriniz var mı Ağa?’’ Saffet ağanın ‘şimdilik yok’ demesiyle yanlarından ayrıldı.
     ‘’Tanıştırayım efendim.  Memleketimizin ileri gelen ailelerinden, böyük çiftçi ve fabrikatör Kamil ağa.’’ Kininci’ye dönüp bu han’fendinin adı; Aşkım, bu han’fendi de Burçak.’’

     Kadınlar bol, erkekler viski içerken, önce Burçak, sonra da Aşkım, bir birinin benzeri olan yaşam öykülerini anlattılar. Adı Burçak olan,
     ‘’Kamil ağa bizi dinlediniz. Sizin hikayeniz ne? Nasıl geçiyor günününüz?’’
     ‘’Valla bacı, çiflikteysem  zabah erden galkarım. Hafif bir gayfeltiden sona atıma biner, tarlalarımı gezerim. Irgatlarla söyleşe söyleşe, anca öö’lene gadar tarlalarımın öte ucuna ulaşırım. Öğlen yememi ırgatlarımla Allah ne verdiyse yerim. Onlarla yemek yemekten heç mi heç gocunmam. Yeri gelir onlarla gazma bilem fururum. Onlarla eyleştikten sonra bu sefer dönüş başlar. Aşamınan da çiflik evine ulaşırım.’’
     Kadınlar, kininci Kamil'n anlattıkların hayranlıkla (!) dinlerken, söze   Saffet Sarıbekiroğlu karıştı.
     ‘’Kamil ağa çırçır işi ne alemde? Bu sene ne kadar pambık işleyecen?’’der demez, adı Aşkım olan konsomatris araya girdi.
     ‘’Ay sizin çırçır fabrikanız da mı var?’’
     ‘’Var bacı, buraya çırçırdan çıkıp, ayamın tozuynan geldim zaten.   Temizlenemedim bile. Gusura galman.’’

     Aşkım, elini Kininci’nin ceketine uzatıp, yakasındaki, küçük bir pamuk parçasını parmakları arasına aldı.
      ‘’Belli oluyor çırçırdan geldiğiniz,’’ dedi.
      ''Doğrusun, temizlenemedim aceleynen...''

     Aşkım, elindeki pamuk parçasını ışığa tutup,

     ‘’Aaaa! Bu hidrofil pamuk ama!’’

     Kininci Kamil, hidrofil pamuk lafını duyunca birden duraksadı, suratı asıldı. Ancak hemen kendini toparladı. Oyuna getirildiğini anlayınca, Aşkıma dönüp, sertçe,
     ‘’Bacım sen oruspu musun, yoksa pamuk eksperi misin ?’ Ardından başını önüne eğip, olanlara bıyık altından gülen Saffet ağaya dönüp, duyulur duyulmaz bir sesle,

     ‘’Alacağın olsun Saffet ağa’’ dedi. Oturduğu sandalyeden hızla kalkıp, pavyonu terk etti.


                                                                   ***

     Kininci Kamil, uzunca bir süre Saffet Sarıbekiroğlu’na dargın kaldı. Ne işliğine gitti, ne de onun bulunduğu arkadaş gurubuna katıldı. Dargınlığın uzun sürmesinden rahatsız olan Sarıbekiroğlu, araya Kamil’in kıramayacağı aracılar koydu. Ortak arkadaşları Kamil’in sakalından girip, bıyığından çıktılar. Sonunda barışmaya razı ettiler.

     Barıştıkları gün, Kininci Kamil,  Saffet Sarıoğlu’na

    ‘’Avrat sen öğretlemesen yakamdaki pambığın ezzaneden alınmış hidrofil pambık olduğunu hayatta anlamazdı.

    ‘’Haklısın, yarenlik olsun diye ben öğretledim avratları. Pambığın ezzaneden alındığını söylesem de söylemesem de anlarlardı. Onlar kaçın kurası. Seni de, beni de suya götürüp susuz getirirler. Feleğin çemberini yol etmişlerdir bilesin. Ama gene de gusura galma, hep birlikte gülerik sandıydım. Bu kadar gönülleceğini bilsem anam avradım olsun yapmazdım.’’

     Kininci Kamil,

    ‘’Boş geç Saffet Ağa, unuttum bile.’’    
    ''Sağ ol Kamil.  Gelecek sefer benim gonuğum olacaksın. Çırçır mırçır da, tarla takım da yok. Neysen o.’’ Topal Salih’e dönüp,’’ Salih sen de gel.''
    ''Gelirim gelmesine de bir şartım var Saffet Ağa'' dedi Topal Salih.
    ''Neymiş o şartın?''
    ''Yakamda hidrofil pambık olmazsa hayatta adım atmam pavyona.’’' 

    Hep birlikte ağız dolusu güldüler

_____
Dikili- Ağustos 2020

 


9 Kasım 2020 Pazartesi

İnsanlığın Gerçek Dostları Ödülü




İnsanlığın Gerçek Dostları Ödülü *

Yaşamım boyunca sigara içenlerden değil ama sigaradan hiç hoşlanmadım. Bu hoşlanmayışta, kendi kişiliğimin yanı sıra, sigarayı adeta yer gibi içen yakınlarımın da etkisi olmuştur hiç kuşkusuz...
Babam, günde dört paket sigara içerdi. Sonunda genç yaşında gırtlak kanseri oldu. Amcamın aşırı sigara yüzünden kalp durması nedeniyle ölmesi, eşimin tüm uyarılarıma karşın sigara sigarayı bırakmaması sonucu genç denebilecek bir yaşta hakka yürümesi; beni sigaraya düşman etti diyebilirim.
Bir başka neden de; statlarda sigara içilmesi yasak olmasına karşın, yanımda ve yöremdekilerin bu yasağa aldırış etmemeleri; tüm uyarılarıma karşın stat yönetiminin bu konuda bir önlem almamasıydı. Sigara içenlere, yasal zorunluluk olmasına karşın önlem alınmaması nedeniyle; Genel Kurul üyesi olmaktan kıvanç duyduğum Fenerbahçem'in maçlarına gitmez oldum.

***
Bir düşünün! Gencecik insanlarla bir aradasınız; sigara dumanından göz gözü görmüyor. Soluk almakta zorlanıyorsunuz. Siz içmeseniz de en az onlar kadar sigaranın zararlarına kaşı savunmasızsınız. En azından olan kendi ifadelerine göre '' sigara içmekten zevk alıyorlar''. Ya siz?
Dışarı çıktığınızda üstünüze sinmiş sigara kokusundan, dolayısı ile kendinizden iğreniyorsunuz. Eve gittiğinizde ilk işiniz, üstünüzdekilerden bir an önce kurtulup, havalandırılacakları havalandırmak, yıkanacakları yıkamak oluyor.

***

Genel Müdürlüğünü yaptığım bir vakıfta göreve başladığımda yanımda çalışanların, özellikle gençlerin büyük bir bölümünün sigara içtiğini gördüm. Odalarda sigara içilmesi yasak olduğu için, onların bahçede sigara içtiklerini odamın penceresinden görebiliyordum.
Karar verdim: Sigarayı bırakanlara ödül verecektim.
Kim sigarayı bıraktım derse, onu üç ay izleyip, üç ay içinde sigaraya dokunmadıklarına inanırsam onlara bir altın armağan edecektim; üstelik bu altını kendi paramla satın alacaktım. Bu süre içinde sigara içmeyip, ödülü aldıktan sonra sigaraya başlayanların cezası ise dört altındı.
Sigarayı bırakmak niyetinde olanların bir kesimine  sigaranın nasıl bırakılacağını anlatan kitaplardan armağan ettim. ''Kitabın yardımına gerek yok, ben kendi isteğimle bırakabilirim'' diyenler de vardı aralarında...
Kısa süre içinde yedi çalışanım, belirlediğim üç aylık süreyi başarıyla geçerek, ödüllerini almaya hak kazandılar.

Bir gün sekreterim, Sigarayla Savaş Derneği'nden arandığımı söyledi. ''Bağla'' dedim; bağladı.
Karşımda gayet kibar konuşan bir kadın.
     ''Yaşar beyle  mi görüşüyorum?''
     ''Evet Yaşar beyle(!) görüşüyorsunuz'' dedim.
     ''Efendim ben sizi Sigara İle Savaş Derneğin'den arıyorum. Aydın Üniversitesi ile her yıl ortaklaşa düzenlediğimiz etkinlikte, bu yıl ki ''İnsanlığın Gerçek Dostları Ödülünü'' size vermeyi kararlaştırdık.
Ödülün ne için bana verildiğini kestirmeme karşın, gene de nedenini sormadan edemedim.
     ''Çok sağ olun ama bu ödülü hak edecek ne yaptım?
Anladığım kadarıyla sosyal medya izleyicilerimden biri, benim çalışanlarıma sigarayı bırakmalarını özendirmek için armağan olarak verdiğim altınlardan söz etmiş derneğe. Onlar da hakkımda bir araştırma yapıp, işin doğruluğunu saptayınca ödülü bana vermeye karar vermişler.
     ''Çok mutlu oldum. Sağ olun''
     ''Yaşar bey sizi ödül törenini düzenleyeceğimiz Cemal Reşit Rey konser salonuna bekliyoruz. O gün araba gönderip sizi aldıracağız.''
     ''Zahmet etmeyin, ben kendi aracımla gelirim.''
Birbirimize karşılıklı iyi dileklerimizi iletip telefon görüşmemizi sonlandırdık.

***
Ödül töreninin yapılacağı CRR'ye giderken böyle bir ödülü kazanmanın mutluluğunu, İstanbul'un insanı çileden çıkaran trafiği bile gölgeleyemedi.
Törene zamanından önce yetiştim. Törenin başlamasına dakikalar kala salonun tamamına yakını doluydu. Bir dernek görevlisi bana oturacağım koltuğa kadar eşlik etti.
Törenin başlama saatinde salon tümüyle dolmuştu. Çağrılılar arasında sinema, müzik sanatçıları ile kimi yeni, kimi eski siyasetçiler de vardı.
Tören, alışıldığı gibi açılış konuşmaları ile başladı. Açılış konuşmasını Aydın Üniversitesi sahibi Dr. MehmetAydın yaptı. Aynı zamanda Sigara İle Savaş Derneği'nin başkanlığını da yapan Aydın'ın konuşmasından sonra sigaranın zararlarını ve derneğin etkinliklerini anlatan bir video izledik. Sıra ödül törenine gelmişti.
Etkinliğin sunucusu önce bana ödülü verecek kişiyi, ardından da beni çağırdı sahneye.
Ödülü aldım. O anki duygularımı anlatamam. Bir konuşma yapmam istendi. Kısa ama göz yaşlarımı tutamadığım duygulu bir konuşma yaptım. Göz yaşlarımın yanaklarımdan süzülmesine, sigara yüzünden kalp krizi geçirerek  genç denilebilecek yaşta hakka yürüyen eşimden söz etmem yol açmıştı.
Alkışlar arasında yerime geçtim.

***
İnsanlığın Gerçek Dostları ödülü olarak aldığım heykelin anlamı; heykelin büyüklüğünün kat kat üstündeydi. Şimdiye dek öğrenciyken, askerlik görevimi yerine getirirken ve iş yaşamımda bir çok ödül almıştım. Bu ödül en anlamlısıydı.

Herkese sigarasız ve sağlıklı günler dilerim.
-----
İstanbul -Temmuz 2020
-----
(*) Bu ödül töreni 2018 yılında yapıldı.



Kambur Kazım'n Çandırı

KAMBUR KAZIM'IN ÇANDIRI

     Güz sonunda köyde tarla takım işi kalmazdı: Pamuk tarlaları felhan (1) edilmiş, buğday ve arpa çoktan toprakla buluşturulmuş, Çukobirlik’den alınan pamuk paraları ile evin haceti giderilmiş, everilecekler everilmiş olurdu. İş güç olmayınca da köylüler köy kahvesinde toplanır;  tavla, domino ve çeşitli kağıt oyunları oynarlardı. Köyün kentteki takımlara kök söktüren bir futbol takımı olduğu için oyunlardan arta kalan zamanda ise, sohbet konusu genelde futbol olurdu.   Köylünün vazgeçilmez alışkanlıklarından biri de ‘ajans haberlerini’ (2) dinlemekti. Ajans başlayacağı zaman, kahvenin duvarında bulunan raftaki ‘’Berec ‘’ marka pille çalışan Alman malı Tonfung  marka  radyonun dantel örtüsü kaldırılır, radyo açılırdı.‘’Ajans Haberleri ‘’ okunurken  kahve sessizleşir; oyun oynayanlar , sohbet edenler  kahvedeki herkes radyoya kulak kesilir; tavla oynayanlar,  pullarını şakırdatmazlar, dominocular ise taşlarını, masadaki taş sırasına sessizce  dizerlerdi. ‘Ajans Haberleri’ biter bitmez köyde çoğunluğu oluşturan Demokratlar, hemen her haber sonrasında olduğu gibi sözü döndürür dolaştırır İsmet Paşa zamanında ekmeğin karne ile satıldığına, şeker kıtlığı olduğu için karaborsadan bulabildikleri çayı bile kuru üzüm ile içmek zorunda kaldıklarına getirirler; kahve bulunmadığı için kavrulmuş nohuttan öğütülerek yapılan kahveyi bile içmek zorunda kaldıklarını söyleyip, ‘öldürcü son vuruşu’ yaparlardı. Koca köyde sayıları bir elin parmakları kadar olan ‘Halkçılar’ın savunmaya geçip; ‘savaş zamanında bunlar olağan şeyler’’ demeleri kar etmez,  tartışmalar sürer giderdi.

     Köyde iddiaya girmek  gelenek gibiydi. Hele tarla takım işlerinin olmadığı bu günlerde…

     En çok atı, iti, horozu olanlar bir birleri ile iddialaşır, atı, iti, horozu olmayanlar ise iddiayı kızıştırırlardı.

     Atı, iti, horozu olmayıp da iddia kızıştıranların başında Dezze Yunus gelirdi. Öyle ki, iddia kızıştırmakdaki namı yedi köye yayılmıştı.

     ‘’Valla onu bunu bilmem. Sami Ağa’nın Gumaşını öte’ön davaşanda gördüm, Hakkı Dayının Garakuşuna toz yutturdu.  Heç  gorkma!  Davşan avında Garaguş, seninkinin tozuna bilem yetişemez. Gene de sen bilin Ahmet Ağa,’’

      ‘’ Ne diyon sen İsmail emmi. Süleyman Ağa’nın atını köyde kimsenin atı geçemez. Süleyman Ağa saklar, kimseye demez lakin ben eyi biliyom o yarım gan Arap. Seninki onun ardından nal toplar. Yerinde olsam girmem o iddiaya. Ben deyim de, gerisi senin bileceen iş,’’

     ‘’Durmuş emminin horuzu benim diyen neçelerini önüne gattı govaladı. Aha  Durmuş emminin horuzu, aha  senin ki’’diye ortaya bir laf atar iddiayı başlatırdı.

     Aslında traktör yarıştırma da güzel bir iddia konusu olurdu olmasına da, hepi topu üç traktör vardı köyde... Sahipleri de ağır, oturaklı kişiler olduğu için iddiaynan, middiaynan işleri olmazdı.

                                                           ***

     Köyün tek kahvesinin bir köşesinde Dezze Yunus, Arapoğlu Necip’i karşısına almış, onu horoz dövüşüne ikna etmeye çalışıyordu.

     ‘’Ben onu bunu bilmem kirvem. Onca horuz gördüm ama Kambur’unki gibisini görmedim. Çandır (3) mandır ama haza (4) horuz. Önüne geleni deviriyor. Hele senin cülüğü( 5) ös’seet (6) devirir.’’

     ‘’Beni  koşuya getirme Yunus. Ben Kazım’ın horuzunu da eyi biliyom, benimkini de. Onunki  eyiydi hasdı ama yaşlandı artık, benimki ise daha üç bile deel ,on dakkada Kazımınki’nin nefesini keser.’’

     ‘’Heç kimse ayranım ekşi demez. Halep ordaysa arşın burada.’’

     Yunus’un yeni bir iddia kızıştırdığına kulak misafiri olan kahvedekilerin bir bölümü, ‘gene eğlence var’ diye düşünüp, iddiayı daha da kızıştırmak için sandalyelerini onların yanına çektiler. Yunus, sakalından girdi, bıyığından çıktı, sonunda Arapoğlu’nu razı etti. Arapoğlu,

      ‘’Kazım ağayı (7) razı edersen ben hazırım. Ama kesmecesine.’’

                                                         ***

     Kambur Kazım köyün yerlisi değildi; Urumluydu.  Kamburluğu doğuştan olan Kazım’ın anası babası o çocukken ölmüşler; emmi, dayı, hala, teyze olmayınca sahipsiz kalmıştı. Köylerinde elinden tutan bir müslüman da çıkmayınca,  ver elini Çukurova deyip;  yayan yapıldak yola koyulmuş, adını Çukurova’ya çalışmaya giden hemşerilerinden duyduğu bu köye gelip, köyün ileri gelenlerinden Durmuş Ağa’nın yanına kapılanmıştı. Durmuş Ağa, kapısına gelen; 12-13 yaşlarında olmasına karşın, yaşından küçük gösteren bu kara, kuru çocuğu koruyup, kollamış; köyün orta yerindeki ahırın ve samanlığın arasındaki tek göz evinini yatıp, kalkması için ona vermişti. Kazım, önceleri getir götür işlerine bakmış, ileriki yaşlarında da bağ, bostan beklemiş; bekçilik yapmıştı. Durmuş Ağa’nın ölümünden sonra da oğulları da babalarının emaneti; kimi kimsesi olmayan Kazım’ı yanlarında tutmuşlardı. Hatta yaşlanmaya başladığı yıllarda tarla takım işlerine gidemeyince büyük oğul, kentte arabacılık yapması için at ve araba satın almıştı.

     Kazım elden ayaktan düşüp de arabacılığı bırakmak zorunda kaldığında ise; horoz beslemeye heveslenmişti.  Bir gün büyük oğulun gurk (8) tavuğunun ardına dolaşan kızıl renkli İstanbul civcivlerinin arasında sarımsı, kahverengi tüyleri olan ayrıksı bir civcivi görünce; onu ağasından istemiş, ağasının ‘Na’pacan çandırı, ondan bi’şey olmaz. Istanbullar’dan birini al istersen’ demesine karşın, o çandırı seçmişti. Gurk tavuğun peşinde dolanan onca civcivin arasından onlara benzemeyen çandırı seçmesinin nedeni; onun da kendisi gibi ayrıksı olmasıydı belkide.  Çandır için evin önüne güzel bir kümes yapmış; eliyle besleyip, büyütmüştü. Çandır onun için bir horozdan öteydi: Onu hiç sahip olmadığı çocuğu yerine koyar, tırnağına taş değsin istemezdi.

     Çandır’ın babası İstanbul horozu, anası ise yerli bir tavuk olmasına karşın dövüşecek duruma gelmesinden bu yana, girdiği hemen her dövüşten galip çıkmış, karşılaştığı rakiplerini evire çevire dövmüş; meydandan kaçırtmıştı. Ancak yıllar içinde o da sahibi gibi yaşlanmıştı.

                                                                 ***

      Kahvede horoz iddiası sürerken Kazım,  onların biraz uzağında, sandalyesini duvarın dibine çekmiş; güz güneşinde kemiklerini ısıtıyordu. Önündeki  başka bir sandalyeye de ayaklarını dayamış, örtü gibi açtığı karadonunun (9) peyiğine (10) Durmuş Ağasından yadiğar gümüş tabakasını koymuş, nasırdan çatlamış kalın parmakları arasına yerleştirdiği kaçak sigara kağıdına, tabakadan aldığı ince kıyılmış altın sarısı Bitlis tütününü özenle sarıyordu.

     Arapoğlu Necip dışında horoz iddiası yapanlar, sandalyelerini de alıp, Kazım’ın yanına geldiler. Kazım, az önce çandırın da adının geçtiği konuşmalara kulak kabarttığı için gelenlerin niyetlerini üç aşağı beş yukarı kestirmişti: Bozuntuya vermedi.

     ‘’Selamunaleyküm Kazım Ağa.‘’

      Kazım, rahatının bozulmasından hoşnut olmasa da Yunus’un selamını ‘Allahın selamı’’ olduğu için usulen alıp, elini göğsüne götürdü.

     Dezze Yunus, sandalyesini Kazım’ın tam karşısına çekti. Ötekiler de sandalyelerini Yunus’un  ardına yarım ay şeklinde yerleştirdiler. Kazım onların istemelerine fırsat vermeden gümüş tütün tabakasını Yunus’a uzattı.Yunus, tabakadan aldığı sigara kağıdını ince kıyılmış tütüne sardıktan sonra tabakayı ardında  oturana uzattı. Kimi tütünü kağıda fazla koyuyor; bu nedenle kağıdı yuvarlayıp bir türlü sigara saramıyor, kimleri de tütün sardıkları kağıdı dilleri ile fazla ıslattıkları için ıslanan kağıdın yerine tabakadan bir yenisini alıyorlardı. Kazım onların tütün sarmadaki acemliklerini görünce başını iki yana sallayıp, bıyık altından gülümsedi.

     Gümüş tabaka, elden ele dolaştıktan sonra Kazım’ın peyiğine geri döndü.

    İddia kızıştırmak üzerine yedi köyde nam salmış Dezze Yunus, sardığı sigarasından bir nefes çekip, dumanını yere doğru üfledikten sonra Kazım’a döndü.

    ‘’Demitden beri Arapoğlu ile gonuşuyoruk. Ben senin çandırın yaşlanmasına rağmen onu Istanbul’unu evire çevire döveceğini söyledim. O da ‘Kazım Ağanın gözü yetiyorsa ben varım, hem de kesmecesine’ dedi. Sen ne diyon?’’

     Kazım, Dezze Yunus’un iddia kızıştırmadaki ününü iyi bildiği için hiç oralı olmadı. Gerçi çandırını o güne kadar kimse meydandan kaçırtamamıştı ama horozunun artık yaşlandığının da farkındaydı.

     Kazım’dan ses çıkmayınca Yunusla birlikte gelenlerden Sarı Ramazan lafa girdi.

     ‘’Boşuna yorulma Yunus. Kazım emmi gibi horuzunda da iş galmamış; yüreyemiyor bile. Üflesen yıkılacak.  Kazım emmi deli mi ki, çandırı Arapoğlu’nun gartalının önüne atsın.’’

     Bir başkası,

     ‘’Şimdi baltayı daşa vurdun Sarı. Ben gendimi bildim bileli çandırı döven görmedim. Deel ki, Arapoğlu’nun horuzu dövsün. Geç bunları.’’

     Gençten biri,

      ‘’Valla Kazım ağanın çandırı Necip emminin horuzunu  tercübesiynen bilem döver. Öyle namzaları (11) var ki, Namza deel, Gama İpraam emminin gaması sanırsın.''

      ‘’Ben onu bunu bilmem. Ö’teön Kazım ağanın pinesinin önünde gördüm çandırı… Gamburunu çıkarıp yere ıhmış (12); o da Kazım Ağa gibi gemiklerini ısıtıyordu güneşte…’’

Sarı Ramazan’ın bu benzetmesine bir kaç kişi gürültülü şekilde güldüler.

Horozunun kendisine benzetilmesine ve gülüşmelere Kazım’ın bozulduğunun fark eden Yunus hemen araya girdi.

        ‘’Öyle deme Iramazan! Çandırın tavuğa çevirdiği horozların sahaplarının ardından az mı  zort (13) çekti Kazım ağa.’’

     Konuşulanları içinden ‘la havle’’ çekerek dinleyen Kazım sarma sigarasından bir nefes daha alıp, yarısından fazlasını içtiği sigarayı yere attı. Duvara dayadığı sandalyesinden kalkıp, kimseye sağlıcakla kalın demeden yavaş adımlarla evine doğru yürümeye başladı.

     Kazım’ın Çandır’ı getirmek için eve yollandığın kestiren Dezze Yunus, ardından bağırdı.

     ‘’Odanın uğrundaki sakızların (14) altına getir Kazım Ağa. Orada bekliyecik.’’  Daha sonra kahvenin önündeki haymanın (15) altında oturup iddianın sonucunu bekleyen Arapoğlu’na,

     ‘’O iş tamam dayıoğlu. Oğluna söyle de seninkini getirsin.’’

     ‘’Tamam, ama kesmecesine.’’

     ‘’Kesmecesine…’’

     Yaklaşık on beş dakika sonra köy meydanındaki sakızların altında kısa sürede kalabalık oluşmuştu.

     Arapoğlu’nun horozu üç yaşında, parlak kırmızı tüylü, uzun boyunlu, adaleli baldırlı genç bir horozdu.  İstanbul  horozlarının en önemli özelliği olan ibikleri belli belirsizdi ama buna karşın, dövüş horozlarının silah olarak kullanacağı mahmuzları ise henüz tam anlamıyla gelişmemiş; yaklaşık bir buçuk santim boyundaydı.

     Çandır, Arapoğlu’nun İstanbul’una göre daha iri, yıllar yılı dövüşmekten ince uzun boynunda tüy kalmamış, bir gözü de 2 yıl öncesi galip geldiği bir dövüşten sonra kör olmuştı. Uzun, adaleli bacakları çok güçlüydü. Yaklaşık dört santim boyunda, sürekli meşin bir kılıf içinde tutulan kıvrık, ucu bir kama kadar sivri mahmuzları çandırın en önemli silahıydı.

     Kazım, çandırın mahmuz kılıflarını çıkarınca, Arapoğlu itiraz edecek oldu.

     ‘’Namzalardaki gılıf galsın Kazım Ağa, çıkarma.’’

     Araya Dezze Yunus girdi.

     ‘’Gavlimiz (16) öyle değeldi  dayıoğlu. Namzalar galacak. Ne demiştik? Kesmecesine.’’

     Hem Kazım, hem Arapoğlu, çömelip, ellerinde tuttukları horozları bıraktılar. Arapoğlu’nunki  rakibine korku vermek amacıyla hemen boynundaki tüyleri kabarıp, birden saldırıya geçti. Ancak karşısında yılların deneyimi çandır vardı. İstanbul’un atağın yerinden kımıldamadan karşıladı; boynunu gagası ile tutup, iki ayağı ile sertçe tekmeledi. Mahmuzlarından biri genç horozun göğsüne saplanmıştı. Horozunun göğsünden inceden bir kan sızdığını gören Arapoğlu horozları ayırmak   amacıyla çömeldiği yerden yekinip fırladı.  Ancak hakemlik yapan Dezze     Yunus,

     ‘’Dek dur (17) dayıoğlu! Gavlimiz kesmescesineydi, unutma!’’ deyince; Arapoğlu  gözü horozunda, ister istemez, yeniden çömeldi.

     Dövüş başlayalı yarım saati geçmişti. Bu süre içinde dövüş, hakem kararıyla iki kez durdu. Horoz sahipleri, horozların soluk borularına kaçan rakiplerinin tüylerini, tavuk kanadı telekleriyle temizlediler. Verilen aralardan sonra dövüş yeniden başladı.  Arapoğlu’nun horozu, çandırın bir gözünün görmediğini ayırdına varmış olacak ki, ataklarını hep o taraftan yapıyordu. Zaman geçtikçe çandır yorulmaya, ayakta durmakta güçlük çekmeye başlamıştı. Gerçekte bu durumda olan horoz sahibinin yenilgiyi kabul edip, pes etmesi gerekirdi. Ama bu dövüş kesmecesineydi; kurallara göre pes etmek olmazdı; yenilen horoz bıçak altına yatacaktı..

     Arapoğlu ne kadar heyecanlıysa, Kazım da o kadar sakindi. Çömeldiği yerden gözlerini horozlara dikmiş, ‘’Oturan Buda  heykeli‘’ gibi kımıldamadan duruyordu.

     Hakem,  soluk almakta güçlük çekip, hırlamaya başlayan horozların soluk borularının bir kez daha temizlenmesi için bir dakika kadar dövüşe ara verdi.

     Dövüş yeniden başlar başlamaz, Arapoğlu’nunki tüm gücünü toplayıp çandıra hızla saldırdı. Çandır bu atağa gene yerinden kımıldamadan son bir çabayla çok sert bir karşılık verdi. Sivri mahmuzu İstanbul’un göğsünde bir delik daha açmıştı. Ancak bu ataktan sonra çandır, ayakta duramayıp yere çöktü, kanatları sarktı, kafası önüne düştü. Bunu fırsat bilen Arapoğlu’nunki yerde kımıldamadan yatan çandıra birkaç kez daha saldırdı. Çandırın yerde hareketsiz yattığın gören, az önce ortalığı velveleye verip, bir kısmı İstanbul’u, ama çoğunluğu Çandır’ı destekleyen kalabalığa bir sessizlik çöktü. Öyle ki sinek uçsa sesi duyulurdu; öylesine bir sessizlik.

      Sessizliği ilk bozan Dezze  Yunus oldu

      ‘’Tamam bu iş’’ deyip horozların yanına geldi. Galibi ilan etmesine fırsat kalmadan, Kazım kendinden umulmayacak bir çeviklikle çömeldiği yerden yekinip, şalvarından çıkardığı ucu kıvrık bıçağı ile izleyenlerin şaşkın bakışları arasında çandırın kafasını gövdesinden ayırdı.  Çandır, bir iki kez çırpındıktan sonra hareketsiz kaldı. Cansız bedeni,  vişneye çalan koyu bir kan gölü ile çevrilirken Kazım, ardına bakmadan evin yolunu tuttu. Kimse onun ardından zort çekmeye cesaret edemedi.

Köyün yaşlılarından Şeker Ali, yerde kımıldamadan yatan çandırın başında dikilip duran Yunus’a dönüp,

      ‘’Yaptığını beğendin mi Yunus? Bunun böyle olacağı belliydi. Nerde duracağını bilemedin getti. İşin bokunu çıkardın şindi’’

      Yunus, Şeker Ali Ağaya yanıt vermedi. Eğilip çandırın cansız bedenini  yerden aldı, Arapoğlu’na uzattı.

      Arapoğlu,

      ‘’Na’parsan yap’’ deyip, göğsünden kan sızan horozunu alıp gitti.

     Yunus çocuklardan birine,

     ‘’Al bunu Kazım ağaya götür’’ deyip, kanlar içinde kalmış çandırı çocuğun eline tutuşturdu.

                                                  ***

     Ertesi sabah ağanın küçük oğlu Mustafa, elinde bir ekmek bohçası, kahvede oturan babasının yanına geldi.

     ‘’Baba! demitten beri Kazım emminin kapısını vurup duruyom. Gayfeltisini  verecedim.  Ama gapıyı açan olmadı.’’

      ‘’Belki uyuyordur oğlum. Eyice vurdun mu?’’

      ‘’Hem vurdum, hem bağırdım ama ses vermedi.’’

     ‘’Telaşlanma belki erden şeere gitmiştir.’’

     Köy kahvesini işleten Yırtık Musa, araya girdi.

     ‘’Şeere getmiş olsa iptil (18) bana uğrardı. Ne zaman şeere gidecek olsa, önce gaveye gelir, iki bardak çay içer, ondan kelli (19) çıkardı yola.’’     

     Ağa, ‘’başına bir şey gelmiş olmasın?’’ deyip yanına bir kaç kişi aldı, hep birlikte Kazımın evine gittiler.

     Kapıyı birkaç kez yumrukladılar. Seslendiler. İçerden ses gelmeyince kapıyı omuzlayıp içeri girdiler.

    Kazım, bir gün önce çocuğun getirip bıraktığı çandırın ölüsü ayaklarının ucunda, sırtı kapıya dönük, yanlamasına uzanmış soluksuz yatıyordu.

                                                         ***

     Kazım’ı gömerken çandırı da ayakucuna koydular. Mezarın üzerine toprak atılırken köyün imamı talkına başladı. Bu sırada  Arapoğlu'nun oğlan koşarak mezarlığa geldi. Oturduğu yerden imamın talkınını dinleyen babasının kulağına eğilip,

       ‘’Baba, bizim horuz da az önce  öldü’’ dedi.

-------     

Dikili-Ekim 2020

------

1:Felhan etmek: Buğday, pamuk, mısır gibi ürünlerden sonra tarlayı yeni ürüne hazırlamak için     derince sürmek.

2-Ajans haberi: 50’li yıllarda Ankara radyosunda yayınlanan akşam haberlerinin adı.

3-Çandır: Melez,karışık.

4-Haza: Eksiği, kusuru olmayan. Kusursuz.

5-Cülük:Civciv

6-Ös’seet:   Anında, hemen

7-Ağa: Ağa gerçekte büyük toprak sahiplerine verilen san olmasına karşın köyde yaşça büyük olanlara emmi, dayı gibi verilen san

8-Urum: Niğde ve Aksaray çevresi.

9-Gurk: Belli bir olgunluğa geldikten sonra döllenmiş yumurtanın üzerinde 21 gün yatarak civciv çıkarmış  ana tavuk.

10-Karadon:Şalvar. Siyah kumaştan dikilmiş şalvar.

11-Peyik:Şalvarın iki paçası arasına konan üçgen kumaş parçası..

12-Namza: Horozların ayaklarının ardında çıkan kemiksi, ucu sivri mahmuz

13-Pine Kümes

14-Ihmak:Çökerek oturmak

15-Zort çekmek:Biri ile alay etmek ve dalga geçmek için baş parmak ve işaret parmağı arasında boşluk bırakılarak, bu parmaklar kapalı dudaklar arasına götürülür ve ağızdan çıkarılan güçlü soluğun kapalı dudakların arasından geçerken çıkardığı  ses.

16-Sakız ağacı: Melengiç ağacı. Aşısız fıstık ağacı

17-Hayma: Üzeri genellikle kamış ya da sazla kapatılmış gölgelik.

18-Gavil: Sözlü anlaşma. Söz.

19-Yekinmek: Oturduğu yerden aya kalmak. Harekete geçmek.

20:Dek durmak: Sakin olmak, rahat durmak.

21-İptil:İlk önce

22-Ondan kelli: Ondan sonra