28 Nisan 2020 Salı

Tuhaf Bir Temizlik Öyküsü


Tuhaf Bir Temizlik Öyküsü

     Babamın işi kentte olmasına karşın tarla, takım işlerini yürütmesi için bir süre köyde oturmamız gerekiyordu.
     İlkokula köyde başladım.
     Kente en yakın ve ulaşımı en kolay iki köyden biri olmasına karşın o zamana kadar köyümüzde bir ilkokul yoktu.
     Her ne olmuşsa olmuş; köyümüzde okul o yıl açılmıştı (1)
     Cami ile bitişik olan iki gözlü köy odasına sıralar yerleştirilmiş; iki sınıfla öğretime başlanmıştı. O yıla kadar köyde okul çağında olan çocuklar ya civar köylerdeki ilkokullara giderler, ya da kentteki bir akrabalarının yanında kalır, öğrenimlerini orada sürdürürlerdi. Bu olanaklar sadece erkek çocuklara tanınmıştı; kız çocuklarının başka bir köyde, ya da kentteki akrabalarının yanında kalıp okula gitmesi görülmüş, duyulmuş şey değildi. 
     İki sınıflı da olsa köyde okul açılınca; okul yüzü görmeyen kız çocuklarına da gün doğmuştu. Öyle ki; o güne kadar okul nedir bilmeyen 15-16 yaşlarındaki kızlar bile okula kayıt yaptırmışlardı. Okulun açılmasıyla; ağabeylerinin kentten gelirken yanlarında getirdikleri Pazar, Yelpaze ve Hayat gibi bol fotoğraflı dergilerin fotoğraf altlarını, başkalarından yardım almadan kendileri okuyabileceklerdi artık... 
     Köylük yerde genellikle bu yaşlardaki kızlara görücü gelir, önce söz kesilir, kısa süre içinde nişan, düğün derken; ardından çoluk çocuğa kavuşmaları beklenirdi. Onların bu yaşta okula gidiyor olmaları; kızlarını beğenmediği görücülere  verimkar olmayan babalar için de iyi bir bahaneydi. Artık kızlarına gelen bu görücülere rahatlıkla; ''daha yaşı küçük, okuyor...'' diyebilirlerdi.

                                                        ***
     Kentte doğup, orada büyüdüğüm için okumaya çok meraklıydım. Bu merak ve isteğim; annemin yardımı ile okula gitmeden okuma-yazmayı sökmemi kolaylaştırmıştı. Okuma, yazmamda sorun yoktu ama gelin görün ki; okula kaydolmak için yaşım tutmuyordu. Köyümüze okul açıldığında beş yaşımı dolduralı ancak 4 ay kadar olmuştu. Oysa okula başlama yaşı yediydi. İlk başvurumuzda muhtar, okuma yazmayı biliyor olmama karşın, yaşım tutmuyor diye beni okula almadı. Ancak; annemin, ardı arkası kesilmeyen ısrarlı çabaları sonucu muhtar, 'Türko teslim' deyip; resmi kayıt yapmamak koşulu ile ''idareten'' okula gidip gelmeme razı oldu.

                                                          ***
Açıldığı gün, hepimiz okulun küçük bahçesinde toplanmış, gelecek öğretmenleri bekliyorduk. Kentte öğrenim gören ağabeylerimizden biri, zil çalarak yanımıza geldi.
     ''Haydin herkes sınıfa girsin. Birazdan muhtar emmi yeni öğretmenimizle okula geliyor. Birler, ikiler ve üçler büyük odaya, dörtler ve beşler küçük odaya geçsinler.'' 
     Allahtan bu duyuru yapıldığı sırada bizim ders göreceğimiz sınıfın kapısının hemen yanında olduğum için içeri ilk girenlerden biriydim. Sınıfa girer girmez, ilk sıranın başına oturdum. Az önce zil çalıp sınıfa girmemizi sağlayan ağabey, sıralarda yer kapmak için itişip, kakışanlara müdahale edip; küçükleri ön sıraya, büyükleri arka sıraya yerleştikten bir süre sonra, önde muhtar, ardında 25 yaşlarında, esmer, uzunca boylu, öğretmenimiz olduğunu kestirdiğim biriyle içeri girdi.
     Hemen ayağa kalktık.
     Muhtar,
     ''Çocuklar bu Mustava öğretmen. Bu sene dersinize o gelecek. Akıllı uslu olun, ders çalışın, öğretmeninizi üzmeyin'' anlamına gelen konuşmasını yapıp, öğüt verdikten sonra öğretmenle birlikte 4 ve 5'lerin okuduğu sınıfa geçtiler.  Muhtarla öğretmenimiz çıktıktan sonra sıra kapma tartışması yeniden alevlendi. Bunun üzerine zil çalıp bizi sınıfa sokan ağabey,
     ''Boşuna sıra kavgası etmeyin oğlum, öğretmen nasıl olsa yeniden düzenleme yapacak'' diye bizi uyardı. 

                                                           ***
     Bitişik sınıfla işini bitirmiş olacak ki; Mustafa öğretmen, sınıfa bu kez yanında muhtar olmadan geldi.
     Hepimiz ayağa kalktık.
     Köy gençlerinin, köyün imamının yönlendirmesi ile bir gün önce ocak (2) isi ve yumurta akı karışımından elde ettikleri bir boya ile boyanmış kara tahtanın önünde durup, kendinden söz etmeye başladı:
     Buralı değil, dışarlıklıymış. Saz çalarmış ve bekarmış. Köyde oturmayıp, sabah gelip akşam kente dönecekmiş. Çok disiplinliymiş, yaramazlık edeni affetmez; cezalandırırmış. Gözdağı verir gibi konuşmasından olacak; nedense ona içim ısınmadı. 
Konuşmasını bitirince, sınıftaki oturma düzenini yeniden ayarladı: 1'leri, 2'leri ve 3'leri  ayırıp, her sınıfı kendi içinde bir arada topladı. Bana gelince; bir bakışta, hayatında hiç yerde biten yememiş (3) izlenimi uyandıran; çelimsiz ve sıska bir çocuk olduğumu  da anlamış olacak ki; oturma düzenini yeniden yaparken beni yerimden kaldırmadı.

     Sınıfta oturma düzeni sağlandıktan sonra öğretmen, tahtayı, tebeşirle üç eşit parçaya böldü. Bölünmüş tahtanın biz birlere ayrılan bölümüne tebeşirle dik, yatay ve yanpeş (4) çizgiler çizip bunu defterlerimize geçirmemizi söyledi. Tahtanın ortada kalan bölümüne ise; ikilere, toplama çıkarma ile ilgili sayılar yazdı. üçlere de ders kitaplarından bir bölümü okumaları söyleyip, 4 ve 5'lerin sınıfına geçti.

                                                           ***
     Köyümüz kente çok yakın olduğu için okulumuzun tek öğretmeni olan Mustafa öğretmen, daha ilk günden söylediği gibi köyde kalmaz, okula sabah gelir, öğleden sonraki dersler bittikten sonra yeniden kente dönerdi.
Köyde herkesten büyük saygı görürdü. Saz çalmadığı öğle aralarında, köy kahvesine gider,  içeri girdiğinde, yaşlılar bile ayağa kalkardı.
     Öğlen yemeklerini ise; öğrenci velileri sırayla karşılardı. Çoğu öğle yemeği bulgur pilavı ve ayran olurdu. Varsıl evlerin yemeği ise daha farklı olurdu doğal olarak... Sıra bize geldiğinde annem tavuk, pirinç pilavı ve çorba yapmıştı, yanında da salata... Yemeği büyücek bir tepsiye koyarak, en küçük amcamla birlikte götürmüştük. Öğretmene tavuk ikram ettiğimiz için çok mutlu olmuştum o gün.

                                                               ***
    Bir sabah Mustafa öğretmen, sınıfa girer girmez,
     ''Bugün Ali Babanın Çiftliği şarkısını hep beraber söyleyeceğiz. Bilenler el kaldırsın.''
     Ben dahil bilenler, el kaldırdık.
     Bilenlerin sayısını yeterli bulmuş olacak ki;
     ''Evvvett!  Şimdi çiftlikteki hayvanların sesini çıkaracakları belirleyelim. Kim kedi olmak ister?'' diye sordu.
     Çoğunluğu kızlar olmak üzere, birkaç el kalktı. Öğretmen kızlardan birine ''Sen kedi ol' 'deyip, kızın adını tahtaya yazdı.
     ''Kim horoz olmak ister?'' sorusuna, bu kez hep erkekler el kaldırdı. 
     El kaldıranlardan bir horoz, horozun ardından sırayla at, köpek, hindi ve boğa gibi hayvanları seslendirecek öğrencileri seçip, onların adlarını da tahtaya yazdı.   Boğa olmak isteyenlerin sayısı o kadar çoktu ki; öğretmen boğayı seslendirecek öğrenciyi seçmekte zorlandı. Daha önce adı tahtaya ''horoz'' olarak yazılan Ali bile iki elini havaya kaldırıp, horozluktan cayıp, boğa olmak için can atıyordu nedense.  Sonunda öğretmen iri yarı birine boğayı seslendirme görevi verdi.
    Onun da adı kara tahtada kayda geçirildi.
    Sıra eşeği seslendirecek gönüllüyü seçmeye gelmişti.
     ''Kim eşek olmak ister?'' 
Sınıfta çıt çıkmayınca; öğretmen, sorusunun tam anlaşılmadığını sanmış olacak ki, bir kez daha sordu:
     ''Kim eşek olmak ister?''
     Sınıftan gene ses çıkmadı.
     Sesine ve kalıbına göre Ali Baba'nın çiftliğinde eşek olma olasılıkları, ufak tefeklere göre daha yüksek olanlar başta olmak üzere, arka sıralardaki birçok öğrenci, kafalarını eğip, öndeki arkadaşının arkasına saklanmaya başladı.
     Öğretmen sınıftan gönüllü eşek çıkmayacağını anlamış olacak ki; 
     ''Anlaşıldı, ben seçeceğim'' deyip, üçüncü sınıflardan birini, Yalçın'ı işaret etti:
     ''Yalçın ayağa kalk, eşek sen olacaksın'' deyince tüm sınıf kahkahalarla gülmeye başladı.
     Sınıfta gülünç duruma düşmekten mutlu olmayan Yalçın, yerinden kalkmadan,
     ''Niye ben oluyom ki örtmenim''dedi.
     Bu söz üzerine, arkalardan biri,
     ''Oğlum örtmen senden eyi eşşek mi bulacak bu kövde'' deyince,
     Gülüşmelerin önü alınmaz oldu. 
     Öğretmen, gülüşmelerin bitmesini bekledi.
     Gözleri ile sınıfı şöyle bir taradı...
     Yanından ayırmadığı nar çubuğunu eline aldı.
     ''Şimdi herkes sağ elinin parmaklarını birleştirsin bakalım.''
      Biz şaşkınlıkla ne oluyor demeye kalmadan,
      ''Kime diyorum? Çabuk olun, çabuk olun.''
     En ön sıranın sıra başında ben oturuyordum. Benden başladı sıra dayağına...
     Nar çubuğu parmaklarıma inince acıdan ağlamaya başladım. Mustafa öğretmen hiç oralı olmadı. Herkes sırayla nar çubuğundan kısmetine düşeni aldı. Benle birlikte, özellikle birinci sınıflardan birkaç kişi daha ağladı, nar çubuğunun acısından.
     Sıra dayağı bitince, genellikle öğle tatili sırasında çaldığı sazını dolaptan aldı.     Sandalyesini sınıf kapısının önüne çekip, çalmaya başladı...
     Bu sıra dayağından, evde kimseye söz etmedim. Sınıftakiler de kimseye anlatmamış olacak ki; olay normal bir şeymiş gibi unutulup gitti.
     Söz edilse de bir şey olacağı yoktu. Çünkü aileler, çocuklarını okula teslim ederken ''eti senin, kemiği benim'', ya da dayak yeyip şikayet edince de ''öğretmenin vurduğu yerde gül biter'' derlerdi.

                                                             ***
     Günler, günleri kovaladı. Bir sabah Mustafa öğretmen, sınıfa girer girmez,
     ''Herkes cebinden mendilini çıkarsın, el ve tırnak muayenesi yapacağım.  Mendillerinizi gösterdiğim şekilde iki elinizin baş parmakları arasına sıkıştıracak ve avuçlarınız sıraya dönük, benim kontrol etmemi bekleyeceksiniz.''
     Ardından cebinden bir mendil çıkarıp, mendili nasıl tutmamız gerektiğini gösterdi.
     Ben annemin kenarını özenle çevirdiği ve üzerine adımın baş harflerini işlediği mendilimi öğretmenimin tanımladığı şekilde katlayıp, iki baş parmağım arasına alarak, avuç içlerim aşağı gelecek şekilde, ellerimi öne doğru uzatıp sıranın üstüne koydum .
     Köylük yer...
     Çoğu arkadaşımın mendili yok. Mendili olmayanlar, alalacele defterlerinden bir yaprak koparıp; kopardıkları kağıtları mendilmiş gibi katlayıp, başparmaklarının arasına yerleştirdikten sonra, ellerini masanın üzerine dayadılar.
     Mustafa öğretmen, elinde uzunca nar çubuğu; kürsüden inip, ellerimizi kontrol etmeye başladı.
     Ellerim tertemiz, üstelik mendilim de var. Benim yanıma gelince hafif gülümsemeyle, ya da ben öyle sandım, başını sallayıp, arka sıralara geçti.
     El ve tırnak kontrolü bitince, kara tahtanın yanına gelip,
     ''Mehmet, Atıf, tahtaya gelin'' dedi.
     Mehmet, babasına emmi dediğim yakın  bir akrabamdı; ikimiz de birinci sınıf öğrencisiydik. Atıf ise, bizden daha büyük; yapılı onüç, ondört yaşlarında ve ikinci sınıftaydı.
     Bizler, 'ne olacak acaba' diye merakla beklerken öğretmen,
     ''İkiniz ellerinizi kaldırıp arkadaşlarınıza gösterin'' dedi.
      Atıf da Mehmet de ellerini kaldırdılar. Her ikisinin elleri de, tırnakları da kir içindeydi. Hele Atıf'ın elinin üstü kirden kemre (5) bağlamıştı.
     Mehmet, başı öne eğik,  biraz utanmış gibiydi. Atıf ise  sanki önemli bir şey yapmış gibi pis pis sırıtıyordu.
     Öğretmen,
     ''Atıf sen evinizden bir kazan getireceksin. Kazanı caminin ön bahçesine kur.   Mehmet sen de çalı çırpı topla. Kazana suyu Orta Kuyu'dan doldurun. Su kaynayıp hazır olunca da bana haber verin. Hadi bakalım'' deyip onları sınıftan çıkardı.
     Atıf ile Mehmet, biraz da dersi kaynatmış olmanın sevinciyle sınıftan çıktılar.
     Öğretmen, Atıf ve Mehmet sınıftan çıktıktan sonra temizliğin imandan geldiğini, bu yüzden sağlıklı olmak için temizliğin şart olduğunu uzun uzun anlattı.
     Oysa o yıllarda özellikle köylük yerde yoksul evlerin çoğunda sabun, el yıkamaktan çok çimerken ya da yunakta (6) çamaşır yıkarken kullanılırdı. Yazın erkekler köyün önünden geçen sulama kanalında hemen her gün yıkanırlardı. Ama özellikle kışın yıkanma da öyle her gün değil, haftada bir olurdu en erken ...
     Kapı çalındı. Atıf, kapının ağzından, içeri girmeden,
     ''Örtmenim su hazır.''
     Mustafa öğretmen bize dönüp
    ''Yerlerinizden kalkmayın, az sonra döneceğim'' deyip, Atıf'ın ardından çıktı sınıftan.
     Birkaç dakika sonra geri döndü:
     ''Şimdi sessizce ve gürültü yapmadan caminin bahçesine gidip, kazanın çevresinde halka olun. Ben ardınızdan geliyorum.''
     Sınıftan sırayla çıktık ama çıkar çıkmaz; kazanın çevresinde iyi bir yer kapmak amacıyla bir koşu, yarışa başladık. İtişip kakışıp kazanın çevresinde çember oluştururken, öğretmen gelip, suyu kontrol etti.
     Kazandaki su kaynamak üzereydi. Yanan kütlü(7) saplarından çıkan duman, kazandaki su buharına karışıp yükseliyordu.
     Öğretmen, yaptıkları işten memnun, hatta öğretmenden kocaman bir aferin beklentisi içinde olan Atıf ve Mehme'te,
     ''Siz iki yanıma geçin.''
     Biri öğretmenin sağına, öteki de soluna geçti.
     ''Arkadaşlar, anlatılan bir çok şey çabuk unutulur. Ama bazı şeyleri unutmamak için uygulama yapıp görmek gerekir. Birazdan temizliğin ne kadar önemli olduğunu hep birlikte görerek öğreneceksiniz'' anlamında bir konuşma yaptıktan sonra, olacaklardan habersiz, Mehmet ve Atıf'ın birer elini dirseklerinin altından sıkıca tutup, bizlerin şaşkın bakışlarımız arasında aniden kazandaki sıcak suya daldırdı.
     Atıf, tıknaz ve yapılı olduğu için eli daha suya değer değmez; çevik bir hareketle elini öğretmenin elinden kurtarıp, söverek oluşturduğumuz çemberi yarıp kaçtı.   Henüz yedisinde olan emmi oğlum, o kadar şanslı değildi. Atıf'ı elinden kaçıran öğretmen, Mehmet'in öteki elini de suya daldırdı. Mehmet, kendini öğretmenin güçlü ellerinden kurtarmak için tuzağa düşmüş kuş gibi çırpınıyor, bir yandan ağlıyor, bir yandan da, öğretmene ana, avrat, sülale ayırt etmeden sövüp sayıyordu.
     Öğretmen bu çığlıklara kulaklarını kapamış gibiydi; hiç oralı olmadı. 
     Çemberi oluşturan bizler donup kalmıştık. Bu acımasızlığı yerimizden kımıldamadan, şaşkınlıkla  izliyorduk.
     Öğretmen Mehmet'in elini ne kadar suda tuttu anımsamıyorum. Temizliği (!) yeterli görmüş olacak ki; bir süre sonra Mehmet'in elini sudan çıkardı, elleri kıpkırmızıydı oğlanın...
     Ağlayarak evlerine gitti.
     Uygulamalı temizlik eğitimi(!) sona ermişti.
     Öğretmen bir şey olmamış gibi sınıfa yöneldi, ardından da biz.
     Henüz sıralarımız oturmuştuk ki; Atıf, sınıfı taş yağmuruna tutmaya başladı.   Eline ne geçiyorsa atıyordu.
     Öğretmen bu taş yağmuruna hiç tepki vermedi, az önceki olay sanki hiç yaşanmamış gibi derse devam etti.
     Aradan 10 dakika geçti, geçmedi Mehmet'in nenesi, elinde bastonu, Mehmet  ile birlikte sınıfa girdi.
     Alışkanlıktan olacak hep birlikte ayağa kalktık.
Ayşe nene, kapıdan girer girmez, doğrudan öğretmenin üstüne yürüdü. Bir yandan bastonla öğretmene vuruyor öte yandan,
     ''Babasının sinine (8) s...tığım. Sen benim  bi denecik torunuma nasıl kıyar da ellerin yakarsın, dümbüükk!'' (9), deyip, ağzına gelen küfürleri art arda saydırmaya başladı..
     Öğretmen, başına ve  vücuduna rast gele inen bastondan ellerini siper ederek korunmaya çalışıyordu. Baktı ki; baston darbelerinden kurtuluş yok; Ayşe neneyi omuzlayıp, açık olan sınıf kapısından dışarı fırladı.
     Ardından Ayşe nene ve olayın ne olduğunu anlamaya çalışan bitişik sınıftakilerle  biz...
Öğretmen okuldan çıkar çıkmaz, kahvede oturanların meraklı bakışları arasında, koşar adım köyden ayrıldı.
Ayşe nene kahvenin önüne gelince, öğretmenin ardını bıraktı.
Olanlardan  hala bir şey anlamayan kahvedekilere dönüp,
     ''Mıktaarr! Gonşular! Boynuna boz ipler ölçülecise  bu dümbük, adaklarla büyüttüğüm Memed'imin elini, kirli deyin, gaynar gazanda haşlamış.'' diye bağırıyordu.
     Muhtar,
    ''Gel Anşa hatun gel hele. Ortalığı velveleye verme' '(11) deyip onun altına bir sandalye çekti. Kahveci de bir tas su getirdi.
     ''Ne oldu? Mustafa Öğretmen neden g...ne nişadır sürülmüş gibi kaçıyordu?'' 
     Olanı biteni hep bir ağızdan anlattık.
     Muhtar, Mehmet'in ellerine bakıp, başını bir sağa bir sola salladı; cık cık çektikten sonra Ayşe neneye,
    ''Şimdi sen eve git, Memed'in eline bir eyi domates salçası sür. Hemi acısını alır, hemi de gabarıkları bir kaç güne endirir. Çocuktur, iz miz kalmaz'' deyip Ayşe neneyi  yolculadı. Kahveden çıkmakta olan Ayşe nenenin ardından da ,
    ''Maraklanma Anşa hatun. Yarın zabahınan ilk işim şeere gidip vilayete varır, aldırırım köyden o imansızı'' deyip, bize döndü. ‘’Haydin sınıfınıza gidin, birezden ben de geliyom.''

                                                               ***
     O günden sonra Mustafa öğretmeni bir daha görmedik.

-----------
Korana Tutuk Evi

Nisan 2020

-----------

1-1956.
2-Ocak: Köy evlerinde kullanılan şömine.
3-Yerde biten yememiş: Çok zayıf..
4-Yanpeş: Çapraz, eğik.
5-Kemre:Kurumuş inek pisliği, tezek, yaranın kabuk bağlanmış hali.

6-Yunak: Yıkanılan ya da çamaşır yıkanan yer.

7-Kütlü: Pamuk, çiğidi alınmamış pamuk.
8:Sin: Sine, göğüs, bağır
9-Dümbük; Katın satıcısı, pezevenk, gavat
10-Velveleye vermek :Gereksiz yere, heyecan yapmak, ortalığı karıştırmak




21 Nisan 2020 Salı

Kadınlar Hamamında




Kadınlar Hamamında

      Büyükannem (1) bahçe kapısından seslendi,
      ''Hadi Emine, geç kalacağız. Elini çabuk tut biraz, galebelik (2) olmadan girelim şu hamama.''
      Anneannem elinde büyükçe bir çamaşır bohçası ile geldi. Biz çocuklar dışında herkesin elinde birer bohça var...
     Günlerden arife; bayram arefesi. Her bayram arefesi ben, annem, kardeşlerim, küçük teyzem, büyük teyzemin çocukları, anne annem ve büyük annem hep birlikte Yeni Hamama gideriz.  Hem sahibi tanış, hem de eve en yakın olan hamam o...  Adı yeni ama, kendisi değil; her halde en az yüz yıllık olmalı.
                                                                          ***
     Biz çocuklar önde, büyükler arkada yola düzüldük. Hamam, yürüyerek en fazla on dakika çekiyor.
     Büyük annem seslendi,
     ''Yaşar sen önden git yavrum, kapının önünde durup bekle bizi'' 
     Koşmaya başladım.
     Hamamın önü bir hayli kalabalık. İçeride temizlik yaptıkları için hamamı açmamışlar henüz...
     Akşamdan sabaha kadar hamam erkeklere açık olduğu için onlar çıkınca hamamı temizlemeden kadınları içeri almıyorlar.
     Az sonra bizimkiler de geldi. 
     Küçük teyzeme el ettim, o da kalabalığı yarıp yanıma, hamamın giriş kapısına geldi. 
     Yaklaşık on dakika sonra kapı açıldı, hemen içeri fırlayıp,  soyunmalıktaki (3) ilk boş yere yerleştik.       Kapıdaki kalabalık, pastaya üşüşen karıncalar gibi hamama doluştular. Soyunmalıkta yer kapan kapana... 
     Az sonra annemgil geldi ama yanlarında büyük annem yok. Bir kaç dakika geçti geçmedi o da burnundan soluyarak yanımıza geldi.
      ''Bütün hususiler (4) tutulmuş. Hamam sahibi yemin billah etti. El alem önceden peylemiş  (5)hususileri...'' Suçlu oymuş gibi anneanneme dönüp,
      ''Gelecek bayram biz de önceden peyleyelim; böyle olmuyor.'' Anne annem ikiletmeden,
      ''Olur ana'' dedi.
     Oysa her yıl aynı şey söylenir ama kimsenin aklına önceden hususide yer  tutmak gelmez.
     Büyük annem küçük teyzemle bana,
      ''Siz çabuk soyunun. İçerideki odalar kapılmadan, birini kapatın. Hususi işine dönmesin bu da.''
                                                                         ***
     Küçük teyzemle, soyunmalıktan aşağı inip, oyalanmadan hamama girdik. Göbek taşının çevresinde sıralanan odalardan kimi tutulmuş; tutulan odaların kapı girişlerine perde niyetine peştemallar asılmıştı.   Kapısında peştemal asılı olmayan boş bir odayı görünce, hemen içeri girdik. Daha kurnanın başına oturmuştuk ki; peştamalının uçlarını göğsünün üstünde düğümlenmiş  şişman, iri yarı, ellilerinde bir kadın, ardında bir kaç çocukla birlikte kapıda belirdi. Elleri belinde,
      ''Çıkın buradan, burayı biz tuttuk.''
      ''Ama kapıda peştemal yoktu'' dedi küçük teyzem çekinerek.
      ''Çıkın diyorum size, çıkmazsanız kolunuzdan tutar fıcıttırırım.'' (6)
      Biz yerimizden kımıldamayınca, kadın benim kolumdan tutup çekti.
     Tam o sırada önde büyük annem, ardında bizimkiler içeri daldılar...
     ''No'luyor bacım! Niye çekiştiriyon torunumun kolunu. Ayıp deel mi?
     ''Bizim odaya konmuşlar ana. Bura bizim. ''
     Boyu, iri yarı kadının neredeyse yarı belinden biraz daha uzun olan büyük annem, diklendi.
     ''Nereden sizin oluyor anam? Tapusunu mu aldınız? Kim boş görürse onundur.''
     ''Benim kız gelmiş önce.''Kızı sandığım birini göstererek, ''Sonra da bize haber verdi. Bir baktık ki; senin torunlar kurnanın başına kurulmuşlar.''
    ''Kapıda peştamal var mıydı? '' dedi yılların hamam ustası büyük annem.
    İri yarı kadın, daha yumuşak, barışcıl bir tavırla;
    ''Aceleyle unutmuş kapıyı peştamalla örtmeyi.''
   ''Peştamal yoksa oda da yok, hadi başka kapıya'' deyip kadına doğru bir iki adım attı, atmadı,
   ''Amaaann! Tutun beni bayılıyorum.'' deyip yere uzanıverdi.

    Dudakları ve gözleri sımsıkı kapalı, parmakları kilitlenmiş, sadece burnundan kısa aralıklarla nefes alıp veriyordu. 
    Annem, hemen büyük annemin başını ellerini arasına alıp, kadına döndü
    ''Yaptığını beğendin mi bacım, seksen yaşındaki kadına, üstelik bu sıcakta ?'' Kadın, korkmuş,
    ''Bacım ben yaptım ki? Sadece...'' sözünü tamamlayamadı. Baktı ki, iş iyiden iyiye sarpa saracak,
    ''Soğan koklatın bari, iyi gelir'' deyip, çocuklarıyla birlikte odayı terk etti.
    Annem,
   ''Yaşar kurnadan bir tas soğuk su ver de yüzüne çarpayım.''
    Daha ben suyu yetiştirmeden, büyük annem doğruluverdi. Az önce bayılan kendisi değilmiş gibi,
   ''Gittiler mi?'' diye sordu sakince. Sorusuna şaşkınlıktan kimse yanıt vermeden, ekledi.
   ''Baktım iş uzayacak, iş kaba kuvvete kalacak, kadın, kadın değil dev anası. Hepimizi dürüp, büker bir köşeye atar. En iyisi bayılır gibi yapmak.
    Şaşkın bakışlarımız arasında, yerinden kalkıp kurnanın başına geçti.
    ''Önce çocukları elden çıkarın.'' Anneme dönüp;''sen de kurnanın öte yanına geç, iki elden bitirelim.'' 
    Küçük teyzeme, ''Sen de şu peştamalı kapıya ger; içeri görünmesin.''
                                                                                 ***
    Dışarıda eğlence var... Şarkı, türkü, bağırış, çağırış; gırla.
    Doğrusu meraklandım. Bir mahana (7) bulmalı çıkmak için...  
   ''Anne bana daha çok var, göbek taşında biraz terleyip geliyorum.'' 
   ''Çıkma! Seni bir su yıkayım da öyle git. Daha sonra bir daha yıkarım.
   Yalap şalap yıkanma işim bitince, odadan çıktım.
   Hamamın mermer zemini, soyulmuş portakal kabukları ile dolu. Kabuklar, kurnalardan çıkan suyu toplayan küçük arkları tıkamış, zemin yer yer kirli sabunlu sularla kaplanmış.
   Kayıp düşmemek için dikkatli yürümeli.
   Göbek taşında yatıp, terlemek ne mümkün, iğne atsan yere düşmüyor. Debildek (8) çalanı mı, onun ritmine uyup, göbek atanı mı ararsın, yoksa şarkı söyleyeni mi?
   Hamam değil düğün evi sanki.
   Durup bir süre izledim bu cümbüşü.
   Kadınlar düğün evindeymiş gibi hoplayıp zıplıyor.
   Göbek taşında hoplayıp zıplamaya, göğüs üstüne öylesine tutturulmuş peştamal ne yapsın?
   Çözülüyor doğal olarak. 
   Kimi çözülen peştamalı göğüsleri tam ortaya çıkmadan belinin hizasında yakalayıp yeniden bağlıyor.
   Kimi daha şanssız; çözülüp, göbek atanların ayaklarının dibine düşen peştamalı alıp yeniden takıncaya kadar geçen zamanı, utangaç bir gülüşle geçiştirip, oyuna kaldığı yerden devam ediyor.
   Olanı biteni ilgiyle izliyorum.
   Biri görüp de anneme söyler mi acaba?
   Korkum bu.
   Buna karşın gene de göbek atanlardan gözlerimi alamıyorum.
   En iyisi soğukluğa (9) gitmek.
                                                                                ***
    ''Annem sen çağırıyor'' dedi kız kardeşim, soğukluğun aralık kapısında durup.
    O önde ben arkada, odadan içeri girdik. Kızların yıkanması bitmiş, sıra bana gelmişti anlaşılan.
   ''Neredesin oğlum? Deminden beri seni arıyoruz.''
   ''!''
   ''Buz gibi olmuşsun. Hani göbek taşında yatacaktın?'' Kız kardeşim yetiştirdi hemen,
   ''Soğuklukta oturuyordu anne.''

   Herkesin yıkanıp paklanma işi bitince, odayı bir an önce boşaltmamızı, iki de bir
   ''Hadi bacım, çabuk olun, bizde yıkanacağız'' deyip, üsteleyerek 5-10 dakikadır kapıda bekleyenlerin arasından geçip, odayı terk ettik.
   Ben çaktırmadan, kaşlarımın altından göbek taşına uzanmış, sere serpe, baldır bacak yatanlara bakıyorum...
   Benim kaçamak bakışlarımı yanım  sıra yürüyen büyük annem yakalamış olacak ki; anneme dönüp,
   ''Oğlunu bir daha hamama getirme, erkek olmuş artık.''
   ''O daha çocuk nene.''
    Nenemin anneme ne yanıt verdiğini duymadım. Belki yanıt verdi de ben anlamadım.
    Ama o günden sonra annem bir daha beni hamama götürmedi.
    Bu kadınlar hamamında son günümdü...
---
Corona Tutukevi- Mart 2020

-----
Açıklamalar:

1-Annemin nenesi
2-Galebelik: Kalabalık
3-Soyunmalık: Hamamın ana girişinde soyunup, giyinilen yerden bir metre kadar yüksekçe yer.
4-Hususi: Hamalarda, normal soyunmalıklardan ayrı, merdivenle çıkılan büyükçe bir sofada bulunan özel soyunma odaları.
5- Parasını önceden ödeyip, kiralamak.
6-Fıcıttırmak: Fırlatıp atmak.
7-Mahana: Bahane, gerekçe
8-Debildek: Darbuka, deblek
9-Soğukluk:Hamamlarda, sıcaktan bunalanların dinlendikleri,ısıtılmamış bölüm.

14 Nisan 2020 Salı

Çam Ağacında Film İzlemek



Bir Zamanlar Adana (3)

Çam Ağacında Film İzlemek

60'lı yıllar, Adana'da yazlık sinemaların altın devriydi. Hemen her mahallede bir yazlık sinema bulunurdu.
Yazlık sinemalar genellikle nisan ayının son haftasında açılır, eylül sonunda kapanırdı.
Sinemalar, nisan ortasında bakıma alınır; sandalyeler tamir edilip boyanır, sinemanın çevresindeki evlerin damından beleş film izleyenleri önlemek için, sinemanın duvarların üstüne gerilen perdelerden çürüyenler değiştirilip; yenilenir, kış boyu çalışmayan film oynatıcıları gözden geçirilir, sezon açılmadan bir kaç gün önceden de bu film oynatıcılarını denemek için özellikle mahallenin çocuklarına ücretsiz olarak çeşitli filmlerden alınarak, birbirine ulanmış film parçaları izlettirilirdi. Kuşkusuz, sinemaların en önemli yeri; merdivenle çıkılan ve kapısında ''müdüriyet'' yazan makine dairesiydi...
Hep merak etmişimdir ''müdüriyetin'' içini...
... 
Hangi sinemada, hangi filmin oynadığını, ya semtin bir kaç yerinde yüksekçe bir yere tutturulan tahta panolara yapıştırılmış afişlerden ya da  tek atlı arabaların her iki yanına, tepelerinden bir birine çivilenmiş kartelalara (1) raptiyelenmiş, o akşam oynayacak filmlerin afişlerinden öğrenirdik. Arabada, arabacıdan başka, elinde kesik koni biçiminden sacdan yapılma ilkel bir ses yükseltici olan çığırtkan olurdu.
Çığırtkan,
-''Alooo, aloo. Dikkaaattt dikkaaatt!  Bu akşam Camalpaşa (Cemalpaşa) aile sinemasında, iki muazzam Türk filimi birdeeen! Birinci filimmm; Acı Hayaattt ! Başrollerde Ayhaaan Işıkkk ve Türkaann Şoraaayy!!! Kin, nefret, aşk, intikam veee maceraaa doluuu! Acı Hayaatt !... diye  başlar, ardından ikinci filmi duyururdu.
Biz bu sesi duyar duymaz, kartela taşıyan arabanın ardına takılır, dağıttıkları el ilanlarını almak için aramızda yarışırdık.
Sinemalarda 2 film birden oynar, filmlerden biri yeni sezonun, ikincisi ise, genelde bir kaç yıl öncesinin filmi olurdu.
Bizim ailece en çok gittiğimiz sinema şimdi yerinde apartmanlar dikilmiş olan evimize en yakın sinema  Cemalpaşa Aile (2) sinemasıydı. Kanalın üstünde bir de Türen sineması vardı ama babam hep Cemalpaşa'yı yeğlerdi.
Sinemaya hep cumartesi akşamları giderdik. Babam, sinemaya erken gidip bilet kuyruklarında beklemekten hoşlanmadığı için locamızı bir kaç gün önceden ayırtır; sinemanın önünde bilet almak için oyalanmadan, tam ışıklar kararırken girerdik sinemaya.
Locada Annem, babam ve iki küçük kız kardeşim olurdu. Ben büyük kız kardeşimle, film başlar başlamaz locadan ayrılır, en ön sıraya gidip izlerdik filmi.
annemin yanında ise daima küçük bir yastıkla bir battaniye olurdu. Çünkü en küçük kız kardeşim, daha birinci filmin ortasına gelmeden uykuya dalardı.
Tahta sandalyeler, yerinden oynatılmasın diye olacak, uzun tahta çıtalarla birbirine sabitlenirdi.

Gazoz 25 kuruştu. Kız kardeşimle, satın aldığımız gazozların şişe kapağını açtırmaz, tapasını çiviyle deler, o küçük delikten, hemen bitmesin diye yavaş yavaş içerdik gazozlarımızı.

Sinemada eğlencelik de satılırdı ama çoğu kişi dışarıda daha ucuz olduğu için sinemaya girmeden alırdı, fındığını, fıstığını.

Asıl film başlamadan, gelecek program ve pek yakında oynayacak filmlerden kısa parçalar gösterilirdi.

Kimi zaman, film yeniyse, galasına filmin baş oyuncusu gelir, perdenin önüne çıkar bir kaç söz eder ve alkışlar arasında, filminin oynadığı başka bir sinemaya giderdi. Hiç unutmam; Karaoğlan; Cengiz Han'ın Hazineleri filmini Cemalpaşa sinemasında izlerken, filmin baş oyuncusu Orhan Günşiray gelmiş, portatif bir merdivenle perdenin önüne çıkmış, bir kaç şey söylemiş ve alkışlar arasında sinemadan ayrılmıştı.
Söylediği şu söz hala aklımdadır. ''Filmdeki gibi buraya eşekle değil uçakla geldim''(3).

O günlerde filmlerin baş oyuncuları değişir, yönetmeni değişir ama bir isim hiç değişmezdi: Yorgo İliadis (4). Bu kişinin adı, hemen hemen her filmde karşımıza çıkardı; sesleri alan ya da ses mühendisi olarak...Aslına bakarsanız Yorgo İliadis'i biraz kıskanırdım. Neden bir Türk değilde, bir yabancı? Çocukluk işte... Demek bizimkilerden ses mühendisi yoktu o yıllarda.
...
İlk gençlik yıllarımızda, özellikle yaz akşamlarında Adana'nın kalbinin attığı yer, Sular Yolu (5) üzerindeki çay bahçeleri  ve kafeteryalardı.   O günlerin; en ünlü kafeteryası da Kent Kafeterya idi. Kafeterya'da özellikle hafta sonları, filmlerin başlamasından saatler öncesinden bile yer bulmak olanaksızdı.

Sular bölgesinde anımsadığım ilk sinema Sular sinemasıydı. Ardından Gar sineması açıldı. Altmışlı yıllar bitmeden  bu bölgede yeni sinemalar açılmış, Sular ve Gar sinemalarına Bahar, Dünya, Kent ve Renk sinemaları da katılmış, çapı yaklaşık 100-150 metre olan bu daracık alanda sinema sayısı altıya çıkmıştı.

Kimi zaman bu sinemalarda oynayan filmlerin sesleri bir birine karışır, birinde romantik bir aşk sahnesi perdeye yansıyorken, hemen bitişiğindeki sinemada, toplu tüfekli bir savaş sahnesi olur; silah seslerinden, izlediğiniz aşk sahnesinin tüm duygusallığı, top, tüfek sesleri arasında kaynar, giderdi. 
...
13-14 yaşlarımda artık ailemden ayrı, tek başıma ya da arkadaşlarla sinemaya gitmeye başlamıştım. Özellikle hafta içinde, Sular'a gider; Sular ve Dünya sinemaları arasında
arasındaki çam ağaçlarından birine çıkar, canım hangi filmi çekerse onu izlerdim. Hafta içi gitmemin en önemli nedeni, hiç kuşkusuz, ağaçlarda film izlemek isteyen bedavacıların hafta sonunda   sayısının çok olmasıydı. Ağaç az, bedavacı çok olunca; erken gitmezsen dallarda yer bulmak olanaksız olur, hatta ufak tefek tartışmalar bile çıkardı;
-'' O dal benim, kalk lan oradan.''
-'' Oğlum gelme, ikimizi kaldırmaz, kırılır valla!''
-'' Kime diyorum laan, düşeceez !''
Bu sözlere hafta içi hiç muhatap olmazdın. Üstelik hafta sonları, zaman zaman bu iki sinema sahibi, şikayette bulunur, ağaçların altına ,beleşçilerin çıkmasına engel olmak için bekçi koydururlardı.
En iyisi hafta içi...
Köydeki hısımlarımızdan birinin oğlu, aynı zamanda yakın arkadaşım Yasin bize gelmişti. Akşam yemeğinden sonra sinemaya gidecektik.. Babamdan izin, annemden de sinema için cep harçlığı alıp yola çıktık. Ona, benim genellikle filmleri ağaçtan izlediğimi, ancak annem para verdiği için  bu kez sinemaya bilet alarak gireceğimizi söyleyince,
-''Ağaçtan izleyelim, sinema parasına da tatlı yeriz.''
Filmi ağaçtan izleyip, sinema parasına da tatlı yemek düşüncesine benim de kafam yattı. Yol boyu ona ağaçta film seyretmenin kurallarını anlatıp durdum. Köy çocuğu olduğu için ağaca tırmanmak onun için işten sayılmazdı; kedi gibi tırmanabilirdi. Ama ağaçta film izlemenin en önemli koşulu, film izlerken uyumamaktı.
-'' Aman Yasin, gözünü seveyim uyuma. Allah göstermesin, düşer müşersin.''
-''Gardaşıma bak! Ağaçta uyunur muymuş, hele filim seyrederken.'' 
-''Tamam da sen gene uykun gelince beni uyar. Ağaca çıkarken de kaynamış (6)karpuz çekirdeği aldık mı tamamdır. Oyalar, uyutmaz seni.'' Önce kartelalara baktık. Sular'da, Sadri Alışık ve Ayla Algan'ın oynadığı Ah Güzel İstanbul, Dünya Sinemasında ise yanlış anımsamıyorsam Gurbet Kuşları oynuyordu.
Yasin,
-''Gardaş Turist Ömer'in filmine gidelim. Çok güldürücü adam.''
Ayla Algan'ı tanımıyorum ama Sadri Alışık, Turist Ömer tiplemesi ile bizim buralarda çok sevilirdi...

Hafta içi olduğu için ağaçlarda kimse yok. Ağaca çıkmadan önce annemin sinema parası diye verdiği harçlıktan iki külah kaynamış karpuz çekirdeği aldık. Sonrasında ağaca tırmanmamız kolay oldu. Yasin kedi gibi; bir çırpıda tırmandı ağaca...
Benim hemen üstümdeki dala oturdu, sarkıttığı ayakları neredeyse başıma değecek.
Yerden yüksekliğimiz 5-6 metre kadar...
Film başladı. Bir yandan çekirdek çintiyor, bir yandan da film seyrediyoruz. Baktım çekirdek kabukları üstüme geliyor; dal değiştirdim. Ama gözüm Yasin'de.
Film, en azından Yasin'in beklediği gibi '' güldürücü'' değil. Hatta dram.
Filmin yarısına geldik gelmedik, Yasin'in uykusu bastırmış olmalı ki; oturduğu dal birden sarsıldı, tuttuğu dala sıkıca sarıldı.
-''Yasin uyuyor musun?''
-''Yok gardaş, uyumuyom.''
-''İstersen gidelim.''Yanıt gelmeyince, üsteledim:
-''Gitmeyeceksek gel benim dala otur, ben daha aşağı dallara otururum.'' Bu öneriyi yaparken; uykulu haliyle düşmesine kesin düşer de bari yere daha yakın bir daldan düşsün diye yaptım.
İtiraz etmeden kabul etti. O benim yerime, ben de biraz daha aşağıdaki bir dala geçtik.
-''Çekirdeği çintmeyi unutma ha!'' 
Aklım sıra oyalasın, uykusu kaçsın istiyorum.
Film komik değil; kız şarkıcı oldu ama Sadri Alışık ona küstü. Turist Ömer'deki Sadri Alışıktan eser yok; sürekli sigara içiyor. Güldürmek bir yana, ağlatacak neredeyse.
...
Aklım Yasin'de...
Üstüme gelen çekirdek kabukları kesilince; 'her halde çekirdeği bitti, biraz daha ister misin?'' dememe kalmadı, Yasin önce benim oturduğum dala, sonra daha alçaktaki dallara çarpa çarpa kaldırımın üstüne düştü.
Ağaçtan, inip hemen yanına geldim. Hafifçe inliyor. Yerden kaldırıp, oturttum. Sadece sol omuzunu tutuyor. Başka bir şeyi yok gibi.
-''Ne oldu lan? Uyudun mu? Bir şeyin yok ya?''
-''Yok bi' şeyim. İçim geçdi her hal.'' 
Koluna girip ayağa kaldırdım.
-''Omuzumun üstüne düştüm, biraz ağrıyor.
-''Hadi eve gidelim, annem Vicks sürer, bir şeyciğin kalmaz sabaha''
...
Sinemaların dağılmasına daha çok var. Eve erken gitmenin bir alemi yok.
Eve gitmeden önce, çekirdekten artan sinema parasına tatlı aldık, ben karakuş, o halka tatlı yedi.
-''Babam yatmıştır ama annem bizi bekliyordur. Sorar da niye erken geldiniz derse; birinciyi seyrettik, ikinci iyi değildi yarım bırakıp çıktık deriz.''
Yüzünü buruşturup,
-''Soğuyunca daha çok ağrıyor. Ne diyeceğiz anana'' dedi.
-''Merak etme. Vicks işine de bir mahana (7) buluruz.''

Corona Tutukevi

Mart 2020
-----
Açıklamalar
1-Kartela:Filim afişlerinin yapıştırıldığı ahşap levha.
2-Ziyapaşa mahallesinde Baraj caddesi üzerindeydi.
3-Orhan Günşiray, Karaoğlan filminin bir sahnesinde eşeğe binmişti.
4-Yorgo İliadis. 1914 Adapazarı doğumlu, Türkiye'nin ilk ses mühendisi.
5-Sular Yolu: Şimdiki Cevat Yurdakul Caddesi.
6-Haşlanmış karpuz çekirdeği. Bir tür eğlencelik.
7-Mahana: Bahane

8 Nisan 2020 Çarşamba

Şapkan Düşer






Şapkan Düşer

Annem, sofadan seslendi.
''Yaşar!  Sen de benimle  geleceksen, şu güvercinleri indir artık. Geç kalacağım vallaa! Acele et! Anneanneni bekletmeyelim.
-''Tamam!''
-''Bağırtma beni ele güne karşı. Çabuk ol''
-''Tamam anneeee ! Parlak çekiyorum(1). Taritli(2) Reyhanlılar(3) kaldı indiremediğim... Onları  da indirdim mi tamamdır.
...
Aslına bakarsanız ben annem yanımdayken bir yerlere gitmekten hiç hoşlanmazdım. Genç, güzel ve alımlı bir kadındı. Elinden geldiğince modayı izler, zamanına göre çok güzel giyinir; yolda  yürürken kendine baktırırdı doğrusu... Belki de gizli bir zevk alırdı, çevresindeki gözlerin kendi üzerinde olmasından. Onun hoşuna gidiyor olabilirdi ama elin adamlarının bu bakışları benim hiç hoşuma gitmezdi. Hele gelip geçenler laf atmaz mı? Elimden bir şey gelmez, elini sıkı sıkı tutardım.
Babamın yerinde olsam; evden dışarı adım attırmazdım ona.
...
Döşeme mahallesinde oturuyoruz. Mestanzade'de oturan anneanneme gideceğiz.
Sevinçten içim içime sığmıyor.
İtiraf etmeliyim ki; bu sevincim  anneannemi görecek olmamdan kaynaklanmıyor. Onu görmek, doğal olarak beni mutlu eder ama bu sevincimin başka bir nedeni vardı: Komşularımızın, son birkaç gündür ballandıra ballandıra anlattıkları o binayı görmek; gizleyemediğim bu sevincin en önemli nedeniydi...
Komşumuz Duran emmi görmüş, o kadar yüksekmiş ki; tepesine kadar bakınca ''şapkan düşüyormuş.'' O kadar yani...
Karşı komşumuz İsmet abla terzi. Malzeme almak için iki gün önce Küçük Saat tarafına gidince görmüş binayı...
Anneme anlatırken duydum; O bakarken şapkasını düşürmemiş ama anlattığına göre Çifte Minareli Caminin minarelerinden bile yüksekmiş.
Çifte Minareli Caminin Minarelerinden bile daha yüksek haa! 
Bir keresinde dayım beni Çifte Minareli Cami'nin minarelerinin birine çıkarmıştı. Minarenin şerefesine, merdivenlerinde döne döne çıkarken başım dönmüştü. Minareden çevreye baktım; neredeyse tüm Adana ayaklarımızın altında gibiydi. Baraj gölünü bile görmüştük, minarenin şerefesinden.
Demek bu bina ondan da yüksek; bakanın şapkasını düşürdüğüne göre... 
Şapka düşüren binayı görmek için beni Küçük Saat'e tek başıma göndermezler. Bu anne annemi ziyaret işi tam zamanında oldu.
Reyhanlıları da indirip kafeslerine koyunca,
-''Ben tamamım anne'' diye seslendim.
Yola çıktık...
...
O günlerde Adana'ki evler genelde bahçeli, tek katlı, hadi bilemedin; iki katlıydı. Üç katlı evler ise tek tüktü. Üç kattan fazlasını da en azından ben anımsamıyorum.

Evlerin bahçesinde kesinlikle dölle(4) ve çoğu evlerde de dut ağacı olurdu. Evlerin tamamı düz damlıydı; bir kaç konağı saymazsak...
Evlerin düz damlı olması rastlantı değildi kuşkusuz... Yazın sıcaktan evin içinde yatılmaz; rüzgar alan, odalara göre biraz daha serince olan  damlara çıkılırdı,; uyuyabilmek için.
...
Ben, ''bakılınca şapka düşüren binayı'' bir an önce görmek için adımlarımı sıklaştırıp, arada bir anneme dönüp bakmayı boşlamadan onun önünde yürüyordum.
Nasıl bir şeydi acaba?
-''Oğlum acele etme, topuklulardan (5) dolayı sana yetişemiyorum.
İster istemez, yavaşladım.
...
Eski İstasyon'a gelince yolu uzatmamak için karşı tarafa ben yük alan vagonların altından eğilerek geçtim. Annemse; vagonların merdivenlerini kullandı.
Kurtuluş Caddesi her zamanki gibi kalabalık. Annemin elini sıkıca tutuyorum, laf maf atan olmasa bari...
Annem, ahbabı olan ve bir çok fotografımızı  çekmiş olan Adana'nın en eski fotografçılardan  İbrahim amcanın yol üstündeki(6) fotograf evine uğrayıp, onunla ayak üstü bir süre sohbet etti.
Kuru köprüye geldiğimizde, anneanneme giderken hep bu yolu kullandığımız için Küçük Saat Meydanına çok az bir süre kaldığını anladım. 
Beş  dakika sonra oradayız, ''bakınca şapka düşüren binada...''
Solumuzda Yeni Cami... Annemin, acele etmemem için yaptığı uyarılara aldırmadan, elini bırakıp, fırladım.
Ve ''bakınca şapka düşüren bina''(7) tüm heybeti ile karşımda. Yaklaşabildiğim kadar yaklaşıp, büyülenmiş gibi bir süre baktım, baktım...
Katlarını saymaya başladım; aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı... Tam yedi katlı. Hatta ilk katı o kadar yüksek ki sekiz katılı da denilebilir. Yaşamım boyunca böyle yüksek bir bina görmemiştim.
Ben ''bakınca şapka düşüren binanın'' önünde büyülenmiş gibi dikilirken, annem yanı başımda bitiverdi.
-'' Söylenenler doğruymuş. Gerçekten bakınca insanın şapkasını düşürecek kadar yüksek'' dedi.
Birden elimi başıma götürdüm. Hay Allah! berem başımda değil. Oysa annem her gezmeye gidişimizde bahriyeli beremi başımdan eksik etmezdi. Alal acele yola çıkınca böyle oluyor işte... 
Acaba berem şimdi başımda olsaydı, binanın tepesine bakınca gerçekten düşer miydi başımdan?
Düşerdi sanırım. Bina o kadar yüksek ki...
Beremin başımda olmaması, dolayısı ile binaya bakınca başımdan düşmeyecek olması, binayı görme mutluluğumu gölgelese de, burayı bizim sokaktaki komşu çocuklarından daha önce görmüş olmam en büyük avuntumdu...
Dönüşte onlara ballandıra ballandıra neler anlatacağımı düşündükçe, az önceki şapkamın yokluğundan duyduğum düş kırıklığı yerini, gönence bıraktı.
Elim annemin elinde, Yağ Camisi'ne doğru yürürken, benim değil de başkasının şapkasının düşüren bu binaya gözden kayboluncaya kadar bakmayı sürdürdüm.
...
Kim bilir bir gün babamın yolu buralara düşerse; peşine takılır, bir kez daha gelirim bu binayı görmeye.
Ama bu kez başımdaki bahriyeli şapkamla...
.....

Corona Tutukevi. 


Mart 2020
-----------------
Açıklamalar:

1-Parlak Çekmek: Uçmakta olan güvercini, genelde beyaz renkli bir güvercinin, kanatlarını serbest bırakarak, sağ elle gövdesinden tutup, aşağı yukarı sallayarak uçan uçmakta olan güvercinlerin kafeslerine gelmesini sağlamak işi.
2-Taritli: Nereye giderlerse gitsinler birbirini peşini bırakmayan, sürekli eşini takip eden güverciler için kullanılan deyim.
3-Reyhanlı: Adını Hatay'ın Reyhanlı ilçesinden alan, mavimsi gri renkli, iyi uçan bir cins güvercin.
4-Dölle: Asma
5-Topuklu: Yüksek topuklu kadın ayakkabısı.
6-İbrahim Hançerli . Kurtuluş Caddesinde fotograf evi olan Adananın en eski fotografçısı. Foto Spor
7-Küçük saat meydanında bulunan bir zamanlar Türk Ticaret Binasına ve şimdilerdeyse Vergi Dairesi'ne  ev sahipliği yapan 7 katlı bu bina o günlerde Adana'nın en yüksek binasıydı.