28 Nisan 2020 Salı

Tuhaf Bir Temizlik Öyküsü


Tuhaf Bir Temizlik Öyküsü

     Babamın işi kentte olmasına karşın tarla, takım işlerini yürütmesi için bir süre köyde oturmamız gerekiyordu.
     İlkokula köyde başladım.
     Kente en yakın ve ulaşımı en kolay iki köyden biri olmasına karşın o zamana kadar köyümüzde bir ilkokul yoktu.
     Her ne olmuşsa olmuş; köyümüzde okul o yıl açılmıştı (1)
     Cami ile bitişik olan iki gözlü köy odasına sıralar yerleştirilmiş; iki sınıfla öğretime başlanmıştı. O yıla kadar köyde okul çağında olan çocuklar ya civar köylerdeki ilkokullara giderler, ya da kentteki bir akrabalarının yanında kalır, öğrenimlerini orada sürdürürlerdi. Bu olanaklar sadece erkek çocuklara tanınmıştı; kız çocuklarının başka bir köyde, ya da kentteki akrabalarının yanında kalıp okula gitmesi görülmüş, duyulmuş şey değildi. 
     İki sınıflı da olsa köyde okul açılınca; okul yüzü görmeyen kız çocuklarına da gün doğmuştu. Öyle ki; o güne kadar okul nedir bilmeyen 15-16 yaşlarındaki kızlar bile okula kayıt yaptırmışlardı. Okulun açılmasıyla; ağabeylerinin kentten gelirken yanlarında getirdikleri Pazar, Yelpaze ve Hayat gibi bol fotoğraflı dergilerin fotoğraf altlarını, başkalarından yardım almadan kendileri okuyabileceklerdi artık... 
     Köylük yerde genellikle bu yaşlardaki kızlara görücü gelir, önce söz kesilir, kısa süre içinde nişan, düğün derken; ardından çoluk çocuğa kavuşmaları beklenirdi. Onların bu yaşta okula gidiyor olmaları; kızlarını beğenmediği görücülere  verimkar olmayan babalar için de iyi bir bahaneydi. Artık kızlarına gelen bu görücülere rahatlıkla; ''daha yaşı küçük, okuyor...'' diyebilirlerdi.

                                                        ***
     Kentte doğup, orada büyüdüğüm için okumaya çok meraklıydım. Bu merak ve isteğim; annemin yardımı ile okula gitmeden okuma-yazmayı sökmemi kolaylaştırmıştı. Okuma, yazmamda sorun yoktu ama gelin görün ki; okula kaydolmak için yaşım tutmuyordu. Köyümüze okul açıldığında beş yaşımı dolduralı ancak 4 ay kadar olmuştu. Oysa okula başlama yaşı yediydi. İlk başvurumuzda muhtar, okuma yazmayı biliyor olmama karşın, yaşım tutmuyor diye beni okula almadı. Ancak; annemin, ardı arkası kesilmeyen ısrarlı çabaları sonucu muhtar, 'Türko teslim' deyip; resmi kayıt yapmamak koşulu ile ''idareten'' okula gidip gelmeme razı oldu.

                                                          ***
Açıldığı gün, hepimiz okulun küçük bahçesinde toplanmış, gelecek öğretmenleri bekliyorduk. Kentte öğrenim gören ağabeylerimizden biri, zil çalarak yanımıza geldi.
     ''Haydin herkes sınıfa girsin. Birazdan muhtar emmi yeni öğretmenimizle okula geliyor. Birler, ikiler ve üçler büyük odaya, dörtler ve beşler küçük odaya geçsinler.'' 
     Allahtan bu duyuru yapıldığı sırada bizim ders göreceğimiz sınıfın kapısının hemen yanında olduğum için içeri ilk girenlerden biriydim. Sınıfa girer girmez, ilk sıranın başına oturdum. Az önce zil çalıp sınıfa girmemizi sağlayan ağabey, sıralarda yer kapmak için itişip, kakışanlara müdahale edip; küçükleri ön sıraya, büyükleri arka sıraya yerleştikten bir süre sonra, önde muhtar, ardında 25 yaşlarında, esmer, uzunca boylu, öğretmenimiz olduğunu kestirdiğim biriyle içeri girdi.
     Hemen ayağa kalktık.
     Muhtar,
     ''Çocuklar bu Mustava öğretmen. Bu sene dersinize o gelecek. Akıllı uslu olun, ders çalışın, öğretmeninizi üzmeyin'' anlamına gelen konuşmasını yapıp, öğüt verdikten sonra öğretmenle birlikte 4 ve 5'lerin okuduğu sınıfa geçtiler.  Muhtarla öğretmenimiz çıktıktan sonra sıra kapma tartışması yeniden alevlendi. Bunun üzerine zil çalıp bizi sınıfa sokan ağabey,
     ''Boşuna sıra kavgası etmeyin oğlum, öğretmen nasıl olsa yeniden düzenleme yapacak'' diye bizi uyardı. 

                                                           ***
     Bitişik sınıfla işini bitirmiş olacak ki; Mustafa öğretmen, sınıfa bu kez yanında muhtar olmadan geldi.
     Hepimiz ayağa kalktık.
     Köy gençlerinin, köyün imamının yönlendirmesi ile bir gün önce ocak (2) isi ve yumurta akı karışımından elde ettikleri bir boya ile boyanmış kara tahtanın önünde durup, kendinden söz etmeye başladı:
     Buralı değil, dışarlıklıymış. Saz çalarmış ve bekarmış. Köyde oturmayıp, sabah gelip akşam kente dönecekmiş. Çok disiplinliymiş, yaramazlık edeni affetmez; cezalandırırmış. Gözdağı verir gibi konuşmasından olacak; nedense ona içim ısınmadı. 
Konuşmasını bitirince, sınıftaki oturma düzenini yeniden ayarladı: 1'leri, 2'leri ve 3'leri  ayırıp, her sınıfı kendi içinde bir arada topladı. Bana gelince; bir bakışta, hayatında hiç yerde biten yememiş (3) izlenimi uyandıran; çelimsiz ve sıska bir çocuk olduğumu  da anlamış olacak ki; oturma düzenini yeniden yaparken beni yerimden kaldırmadı.

     Sınıfta oturma düzeni sağlandıktan sonra öğretmen, tahtayı, tebeşirle üç eşit parçaya böldü. Bölünmüş tahtanın biz birlere ayrılan bölümüne tebeşirle dik, yatay ve yanpeş (4) çizgiler çizip bunu defterlerimize geçirmemizi söyledi. Tahtanın ortada kalan bölümüne ise; ikilere, toplama çıkarma ile ilgili sayılar yazdı. üçlere de ders kitaplarından bir bölümü okumaları söyleyip, 4 ve 5'lerin sınıfına geçti.

                                                           ***
     Köyümüz kente çok yakın olduğu için okulumuzun tek öğretmeni olan Mustafa öğretmen, daha ilk günden söylediği gibi köyde kalmaz, okula sabah gelir, öğleden sonraki dersler bittikten sonra yeniden kente dönerdi.
Köyde herkesten büyük saygı görürdü. Saz çalmadığı öğle aralarında, köy kahvesine gider,  içeri girdiğinde, yaşlılar bile ayağa kalkardı.
     Öğlen yemeklerini ise; öğrenci velileri sırayla karşılardı. Çoğu öğle yemeği bulgur pilavı ve ayran olurdu. Varsıl evlerin yemeği ise daha farklı olurdu doğal olarak... Sıra bize geldiğinde annem tavuk, pirinç pilavı ve çorba yapmıştı, yanında da salata... Yemeği büyücek bir tepsiye koyarak, en küçük amcamla birlikte götürmüştük. Öğretmene tavuk ikram ettiğimiz için çok mutlu olmuştum o gün.

                                                               ***
    Bir sabah Mustafa öğretmen, sınıfa girer girmez,
     ''Bugün Ali Babanın Çiftliği şarkısını hep beraber söyleyeceğiz. Bilenler el kaldırsın.''
     Ben dahil bilenler, el kaldırdık.
     Bilenlerin sayısını yeterli bulmuş olacak ki;
     ''Evvvett!  Şimdi çiftlikteki hayvanların sesini çıkaracakları belirleyelim. Kim kedi olmak ister?'' diye sordu.
     Çoğunluğu kızlar olmak üzere, birkaç el kalktı. Öğretmen kızlardan birine ''Sen kedi ol' 'deyip, kızın adını tahtaya yazdı.
     ''Kim horoz olmak ister?'' sorusuna, bu kez hep erkekler el kaldırdı. 
     El kaldıranlardan bir horoz, horozun ardından sırayla at, köpek, hindi ve boğa gibi hayvanları seslendirecek öğrencileri seçip, onların adlarını da tahtaya yazdı.   Boğa olmak isteyenlerin sayısı o kadar çoktu ki; öğretmen boğayı seslendirecek öğrenciyi seçmekte zorlandı. Daha önce adı tahtaya ''horoz'' olarak yazılan Ali bile iki elini havaya kaldırıp, horozluktan cayıp, boğa olmak için can atıyordu nedense.  Sonunda öğretmen iri yarı birine boğayı seslendirme görevi verdi.
    Onun da adı kara tahtada kayda geçirildi.
    Sıra eşeği seslendirecek gönüllüyü seçmeye gelmişti.
     ''Kim eşek olmak ister?'' 
Sınıfta çıt çıkmayınca; öğretmen, sorusunun tam anlaşılmadığını sanmış olacak ki, bir kez daha sordu:
     ''Kim eşek olmak ister?''
     Sınıftan gene ses çıkmadı.
     Sesine ve kalıbına göre Ali Baba'nın çiftliğinde eşek olma olasılıkları, ufak tefeklere göre daha yüksek olanlar başta olmak üzere, arka sıralardaki birçok öğrenci, kafalarını eğip, öndeki arkadaşının arkasına saklanmaya başladı.
     Öğretmen sınıftan gönüllü eşek çıkmayacağını anlamış olacak ki; 
     ''Anlaşıldı, ben seçeceğim'' deyip, üçüncü sınıflardan birini, Yalçın'ı işaret etti:
     ''Yalçın ayağa kalk, eşek sen olacaksın'' deyince tüm sınıf kahkahalarla gülmeye başladı.
     Sınıfta gülünç duruma düşmekten mutlu olmayan Yalçın, yerinden kalkmadan,
     ''Niye ben oluyom ki örtmenim''dedi.
     Bu söz üzerine, arkalardan biri,
     ''Oğlum örtmen senden eyi eşşek mi bulacak bu kövde'' deyince,
     Gülüşmelerin önü alınmaz oldu. 
     Öğretmen, gülüşmelerin bitmesini bekledi.
     Gözleri ile sınıfı şöyle bir taradı...
     Yanından ayırmadığı nar çubuğunu eline aldı.
     ''Şimdi herkes sağ elinin parmaklarını birleştirsin bakalım.''
      Biz şaşkınlıkla ne oluyor demeye kalmadan,
      ''Kime diyorum? Çabuk olun, çabuk olun.''
     En ön sıranın sıra başında ben oturuyordum. Benden başladı sıra dayağına...
     Nar çubuğu parmaklarıma inince acıdan ağlamaya başladım. Mustafa öğretmen hiç oralı olmadı. Herkes sırayla nar çubuğundan kısmetine düşeni aldı. Benle birlikte, özellikle birinci sınıflardan birkaç kişi daha ağladı, nar çubuğunun acısından.
     Sıra dayağı bitince, genellikle öğle tatili sırasında çaldığı sazını dolaptan aldı.     Sandalyesini sınıf kapısının önüne çekip, çalmaya başladı...
     Bu sıra dayağından, evde kimseye söz etmedim. Sınıftakiler de kimseye anlatmamış olacak ki; olay normal bir şeymiş gibi unutulup gitti.
     Söz edilse de bir şey olacağı yoktu. Çünkü aileler, çocuklarını okula teslim ederken ''eti senin, kemiği benim'', ya da dayak yeyip şikayet edince de ''öğretmenin vurduğu yerde gül biter'' derlerdi.

                                                             ***
     Günler, günleri kovaladı. Bir sabah Mustafa öğretmen, sınıfa girer girmez,
     ''Herkes cebinden mendilini çıkarsın, el ve tırnak muayenesi yapacağım.  Mendillerinizi gösterdiğim şekilde iki elinizin baş parmakları arasına sıkıştıracak ve avuçlarınız sıraya dönük, benim kontrol etmemi bekleyeceksiniz.''
     Ardından cebinden bir mendil çıkarıp, mendili nasıl tutmamız gerektiğini gösterdi.
     Ben annemin kenarını özenle çevirdiği ve üzerine adımın baş harflerini işlediği mendilimi öğretmenimin tanımladığı şekilde katlayıp, iki baş parmağım arasına alarak, avuç içlerim aşağı gelecek şekilde, ellerimi öne doğru uzatıp sıranın üstüne koydum .
     Köylük yer...
     Çoğu arkadaşımın mendili yok. Mendili olmayanlar, alalacele defterlerinden bir yaprak koparıp; kopardıkları kağıtları mendilmiş gibi katlayıp, başparmaklarının arasına yerleştirdikten sonra, ellerini masanın üzerine dayadılar.
     Mustafa öğretmen, elinde uzunca nar çubuğu; kürsüden inip, ellerimizi kontrol etmeye başladı.
     Ellerim tertemiz, üstelik mendilim de var. Benim yanıma gelince hafif gülümsemeyle, ya da ben öyle sandım, başını sallayıp, arka sıralara geçti.
     El ve tırnak kontrolü bitince, kara tahtanın yanına gelip,
     ''Mehmet, Atıf, tahtaya gelin'' dedi.
     Mehmet, babasına emmi dediğim yakın  bir akrabamdı; ikimiz de birinci sınıf öğrencisiydik. Atıf ise, bizden daha büyük; yapılı onüç, ondört yaşlarında ve ikinci sınıftaydı.
     Bizler, 'ne olacak acaba' diye merakla beklerken öğretmen,
     ''İkiniz ellerinizi kaldırıp arkadaşlarınıza gösterin'' dedi.
      Atıf da Mehmet de ellerini kaldırdılar. Her ikisinin elleri de, tırnakları da kir içindeydi. Hele Atıf'ın elinin üstü kirden kemre (5) bağlamıştı.
     Mehmet, başı öne eğik,  biraz utanmış gibiydi. Atıf ise  sanki önemli bir şey yapmış gibi pis pis sırıtıyordu.
     Öğretmen,
     ''Atıf sen evinizden bir kazan getireceksin. Kazanı caminin ön bahçesine kur.   Mehmet sen de çalı çırpı topla. Kazana suyu Orta Kuyu'dan doldurun. Su kaynayıp hazır olunca da bana haber verin. Hadi bakalım'' deyip onları sınıftan çıkardı.
     Atıf ile Mehmet, biraz da dersi kaynatmış olmanın sevinciyle sınıftan çıktılar.
     Öğretmen, Atıf ve Mehmet sınıftan çıktıktan sonra temizliğin imandan geldiğini, bu yüzden sağlıklı olmak için temizliğin şart olduğunu uzun uzun anlattı.
     Oysa o yıllarda özellikle köylük yerde yoksul evlerin çoğunda sabun, el yıkamaktan çok çimerken ya da yunakta (6) çamaşır yıkarken kullanılırdı. Yazın erkekler köyün önünden geçen sulama kanalında hemen her gün yıkanırlardı. Ama özellikle kışın yıkanma da öyle her gün değil, haftada bir olurdu en erken ...
     Kapı çalındı. Atıf, kapının ağzından, içeri girmeden,
     ''Örtmenim su hazır.''
     Mustafa öğretmen bize dönüp
    ''Yerlerinizden kalkmayın, az sonra döneceğim'' deyip, Atıf'ın ardından çıktı sınıftan.
     Birkaç dakika sonra geri döndü:
     ''Şimdi sessizce ve gürültü yapmadan caminin bahçesine gidip, kazanın çevresinde halka olun. Ben ardınızdan geliyorum.''
     Sınıftan sırayla çıktık ama çıkar çıkmaz; kazanın çevresinde iyi bir yer kapmak amacıyla bir koşu, yarışa başladık. İtişip kakışıp kazanın çevresinde çember oluştururken, öğretmen gelip, suyu kontrol etti.
     Kazandaki su kaynamak üzereydi. Yanan kütlü(7) saplarından çıkan duman, kazandaki su buharına karışıp yükseliyordu.
     Öğretmen, yaptıkları işten memnun, hatta öğretmenden kocaman bir aferin beklentisi içinde olan Atıf ve Mehme'te,
     ''Siz iki yanıma geçin.''
     Biri öğretmenin sağına, öteki de soluna geçti.
     ''Arkadaşlar, anlatılan bir çok şey çabuk unutulur. Ama bazı şeyleri unutmamak için uygulama yapıp görmek gerekir. Birazdan temizliğin ne kadar önemli olduğunu hep birlikte görerek öğreneceksiniz'' anlamında bir konuşma yaptıktan sonra, olacaklardan habersiz, Mehmet ve Atıf'ın birer elini dirseklerinin altından sıkıca tutup, bizlerin şaşkın bakışlarımız arasında aniden kazandaki sıcak suya daldırdı.
     Atıf, tıknaz ve yapılı olduğu için eli daha suya değer değmez; çevik bir hareketle elini öğretmenin elinden kurtarıp, söverek oluşturduğumuz çemberi yarıp kaçtı.   Henüz yedisinde olan emmi oğlum, o kadar şanslı değildi. Atıf'ı elinden kaçıran öğretmen, Mehmet'in öteki elini de suya daldırdı. Mehmet, kendini öğretmenin güçlü ellerinden kurtarmak için tuzağa düşmüş kuş gibi çırpınıyor, bir yandan ağlıyor, bir yandan da, öğretmene ana, avrat, sülale ayırt etmeden sövüp sayıyordu.
     Öğretmen bu çığlıklara kulaklarını kapamış gibiydi; hiç oralı olmadı. 
     Çemberi oluşturan bizler donup kalmıştık. Bu acımasızlığı yerimizden kımıldamadan, şaşkınlıkla  izliyorduk.
     Öğretmen Mehmet'in elini ne kadar suda tuttu anımsamıyorum. Temizliği (!) yeterli görmüş olacak ki; bir süre sonra Mehmet'in elini sudan çıkardı, elleri kıpkırmızıydı oğlanın...
     Ağlayarak evlerine gitti.
     Uygulamalı temizlik eğitimi(!) sona ermişti.
     Öğretmen bir şey olmamış gibi sınıfa yöneldi, ardından da biz.
     Henüz sıralarımız oturmuştuk ki; Atıf, sınıfı taş yağmuruna tutmaya başladı.   Eline ne geçiyorsa atıyordu.
     Öğretmen bu taş yağmuruna hiç tepki vermedi, az önceki olay sanki hiç yaşanmamış gibi derse devam etti.
     Aradan 10 dakika geçti, geçmedi Mehmet'in nenesi, elinde bastonu, Mehmet  ile birlikte sınıfa girdi.
     Alışkanlıktan olacak hep birlikte ayağa kalktık.
Ayşe nene, kapıdan girer girmez, doğrudan öğretmenin üstüne yürüdü. Bir yandan bastonla öğretmene vuruyor öte yandan,
     ''Babasının sinine (8) s...tığım. Sen benim  bi denecik torunuma nasıl kıyar da ellerin yakarsın, dümbüükk!'' (9), deyip, ağzına gelen küfürleri art arda saydırmaya başladı..
     Öğretmen, başına ve  vücuduna rast gele inen bastondan ellerini siper ederek korunmaya çalışıyordu. Baktı ki; baston darbelerinden kurtuluş yok; Ayşe neneyi omuzlayıp, açık olan sınıf kapısından dışarı fırladı.
     Ardından Ayşe nene ve olayın ne olduğunu anlamaya çalışan bitişik sınıftakilerle  biz...
Öğretmen okuldan çıkar çıkmaz, kahvede oturanların meraklı bakışları arasında, koşar adım köyden ayrıldı.
Ayşe nene kahvenin önüne gelince, öğretmenin ardını bıraktı.
Olanlardan  hala bir şey anlamayan kahvedekilere dönüp,
     ''Mıktaarr! Gonşular! Boynuna boz ipler ölçülecise  bu dümbük, adaklarla büyüttüğüm Memed'imin elini, kirli deyin, gaynar gazanda haşlamış.'' diye bağırıyordu.
     Muhtar,
    ''Gel Anşa hatun gel hele. Ortalığı velveleye verme' '(11) deyip onun altına bir sandalye çekti. Kahveci de bir tas su getirdi.
     ''Ne oldu? Mustafa Öğretmen neden g...ne nişadır sürülmüş gibi kaçıyordu?'' 
     Olanı biteni hep bir ağızdan anlattık.
     Muhtar, Mehmet'in ellerine bakıp, başını bir sağa bir sola salladı; cık cık çektikten sonra Ayşe neneye,
    ''Şimdi sen eve git, Memed'in eline bir eyi domates salçası sür. Hemi acısını alır, hemi de gabarıkları bir kaç güne endirir. Çocuktur, iz miz kalmaz'' deyip Ayşe neneyi  yolculadı. Kahveden çıkmakta olan Ayşe nenenin ardından da ,
    ''Maraklanma Anşa hatun. Yarın zabahınan ilk işim şeere gidip vilayete varır, aldırırım köyden o imansızı'' deyip, bize döndü. ‘’Haydin sınıfınıza gidin, birezden ben de geliyom.''

                                                               ***
     O günden sonra Mustafa öğretmeni bir daha görmedik.

-----------
Korana Tutuk Evi

Nisan 2020

-----------

1-1956.
2-Ocak: Köy evlerinde kullanılan şömine.
3-Yerde biten yememiş: Çok zayıf..
4-Yanpeş: Çapraz, eğik.
5-Kemre:Kurumuş inek pisliği, tezek, yaranın kabuk bağlanmış hali.

6-Yunak: Yıkanılan ya da çamaşır yıkanan yer.

7-Kütlü: Pamuk, çiğidi alınmamış pamuk.
8:Sin: Sine, göğüs, bağır
9-Dümbük; Katın satıcısı, pezevenk, gavat
10-Velveleye vermek :Gereksiz yere, heyecan yapmak, ortalığı karıştırmak




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder