13 Ekim 2020 Salı

Açık Artırma




AÇIK ARTIRMA 

     Ticaret Odası’ndaki toplantı yaklaşık 3 saattir sürüyordu. Toplantının konusu; bir hafta sonra kente gelip, baraj yapımı için incelemelerde bulunacak Tarım Bakanı başkanlığındaki heyete kimlerin katılacağının belirlenmesiydi. Sonunda beş kişilik ağırlama heyeti oluşturuldu. Heyete kentin önde gelen çiftçileri girmiş, başkanlığına ise, heyetteki öteki üyeler kadar toprağı ve varlığı olmasa bile ağzı çok laf yaptığı için Ethem Ağaoğlu getirilmişti.

     Ethem Ağaoğlu, kentin köklü ailelerinden birine mensuptu. Kırklı yaşlarda; gezmeyi, eğlenmeyi seven, nüktedan; arkadaş toplantılarının vazgeçilmezlerindendi. Hukuk okumak için İstanbul’a gitmiş, on yıl kadar orada kalmış, döndüğünde ‘’sonunda bu da bitti’’ demiş ama ne avukatlık yaptığını, ne de diplomasını gören olmuştu.

                                                           ***

     Ailesi atadan öteden, Halk Partili olmasına karşın O, yeni kurulan partinin geleceğinin parlak olacağını önceden sezmiş; büyüklerinin karşı koymasına kulak asmayıp, yeni kurulan partiye üye olmuş, seçimlerde dağ bayır dolaşıp;   Demokrat Parti için çalışmıştı. Tarım Bakanlığı heyetinin karşılayacak, onlara bir anlamda kılavuzluk edecek heyetin başkanlığına seçilmesinde iktidardaki partiye üye olmasının da önemli bir payı vardı kuşkusuz.

                                                            ***

     Bakanı ve beraberindekileri getiren uçak tam zamanında alana indi. Bakan uçağın merdivenlerinde görünür görünmez onu ilk olarak kentin güzün bile etkisinden bir şey yitirmeyen ünlü sıcağı karşıladı. Bakan, uçağın merdivenlerinde bir an durdu, fötr şapkasını eline alıp, karşılayıcıları selamladı. Aprondaki kalabalığın arasındaki davul- zurna, Bakan’ı uçağın merdivenlerinde görür görmez, ‘Adana Karşılamasını’çalmaya başladı. Ethem Ağaoğlu ve elinde bir demet gül bulunan yerel giysiler içindeki 9-10 yaşlarındaki bir kız çocuğu karşılayıcıların arasından çıkıp, Bakana doğru yürüdüler.

     Kız çocuğu Bakana çiçeği verdi.

     Bakan çiçeği aldıktan sonra kızı yanaklarından öpüp, çiçeği, arkasında duran bir görevlinin eline tutuşturdu. Bakan, önce Ethem Ağaoğlu, ardından karşılama heyetinde olsun olmasın, elini uzatan herkesle tokalaştıktan sonra çıkışa doğru yürümeye başladı. Bu arada davul zurna karşılamayı bitirip, mehter marşına geçti. Bakan, Ethem Ağaoğlu’na dönüp,

     ‘’Şimdi ne yapıyoruz? Program nedir?’’ diye sordu.

     ‘’Önce otele gideceğiz muhterem vekilim. Orada bir süre istirahat ettikten sonra, Ticaret Odamız’da hemşehrilerimiz sizi bekliyor. Bir konuşma lütfedersiniz inşallah. Yarın sabah da kısmetse ovada bir kaç köy dolaşacağız.’’ Bu arada benim adım Ethem Ağaoğlu. Çiftçiler Birliği’nden.   Bakan durdu; Ethem Ağaoğlu’nu ilk kez görüyormuş gibi, yüzüne dikkatlice baktı.

     ‘’Samet beyle bir akrabalığınız var mı?’’

    ‘’Yok vekilim, maalesef sadece soyadı benzerliği.’’

     ‘’Her neyse. Heyette Aydın’dan birkaç kişi de var. Malumunuz, devletin imkanları kısıtlı. Bu incelemenin aynısını Aydın köylerinde de yapacağız. Hangi bölge daha öne çıkarsa, rantabiletisine bakıp, barajı oraya yapacağız.’’ Ethem Ağaoğlu Bakan’ın bu sözlerinden pek hoşnut olmasa da,

      ‘’Onlar da bizim baş tacımız. Ora olur, bura olur, fark etmez; Aydın da memleketimizin bir parçası.’’ dedi.

                                                      ***

     Tarım Bakanı ve beraberindekiler, kalacakları otelde bir süre dinlendikten sonra küçük bir kent turu yapıp, Ticaret Odasına geçtiler. Tarım Bakanı toplantı salonunda Hükümetin tarım politikalarından söz etti. Sözlerinin sonunda ''sulanmayan tarla, traktörü olmayan çiftçi bırakmayacaklarını'' söyleyip, alkışlar arasında kürsüden indi.

     Akşam yemeğini kentin en ünlü kebapçısı Bingöl'de yediler.

                                                     ***

     Ertesi sabah, kahvaltıdan hemen sonra kentin varsıllarından emanet alınan lüks arabalara doluşup, partinin örgüt temsilcileri ile birlikte güneydeki ova köylerinde inceleme yapmak üzere yola koyuldular.

     Uğradıkları ilk köye, Bakan’ın ziyaret edeceği haberi bir kaç gün önceden ‘uçurulduğu’ için muhtar hazırlıklıydı. Bakan ve beraberindekiler, köy odasının önünde araçlardan iner inmez davul, zurna çalmaya başladı.  Ardından, besili bir koç kesilip, koçun kanı Bakanın anlına sürüldü. Heyetteki bir aracın bağajında, kentten getirilen buz kalıbı ile önceden hazırlanan ayran soğutulup, içildi.

      Ethem Ağaoğlu,

     ‘’Muhterem vekilim! Arzu ederseniz şimdi köyün dışına çıkıp araziye bir göz atalım.’’

     Bakan da bu isteği onaylayınca hep birlikte, yeniden arabalara doluşup, bir kaç dakika sonra köyün dışına çıktılar. Bakan,

     ‘’Gördüğüm kadarıyla burada susuz tarım yapıyorsunuz. Söz gelimi, pamuğu sulamadığınızda dönüme kaç kilo pamuk alıyorsunuz?’’ Ethem Ağaoğlu, duraksamadan yanıtladı.

    ‘’Yüz kilo civarında vekilim.’’

    ‘’Ya sularsanız?’’

    ‘’ O zaman 300’ü bulur’’ der demez, Bakanın hemen yanında olan Aydınlı heyet başkanı atıldı;

    ‘’ Eğer bu bareş Mendires'e yapılı da sulu zirata geçesek; biz dönümde 500 kilo pamık alırız mutterem vekilim'' dedi.

     Ethem Ağaoğlu, Aydınlı’ya ters ters baktı ama bir şey söylemedi. Bu arada Bakanın yanındakilerden biri de sürekli not alıyordu.

     Bakan,

    ‘’Peki mısır ekimi var mı buralarda?’’ Az önce Aydınlı’nın lafa karışmasına bozulan Ethem Ağaoğlu fabrika ayarlarına döndü; kibarlığı bırakıp yerel ağızla sürdürdü konuşmasını:

    ‘’Darıyı ekiyok ekmesine de, gula’asma(kulak asma), su olmayışın dönüme anca 70 -80 kilo alıyok’’

     ‘’Ya sularsanız?’’ dedi bakan.

     ‘’Dönümde 500 kiloyu öldürmez.’’Aydınlı, araya girip,

     ‘’Biz mısırı sulasek, dönüme 800 kilodan aşağı düşmeyiz,’’ diye laf yetiştirdi.

     Bakanlık yetkilisi Aydınlı’nın bu sözlerini de not alırken, Ethem Ağaoğlu, derin bir soluk alıp, duyulur duyulmaz bir sesle ‘’la havle çekti.’’  Tarlaların takımlarında bir süre yürüdükten sonra, biçilmiş ama firezi(1) yakılmamış bir tarlanın yanından geçerlerken Bakan,

   ‘’ Gördüğüm kadarıyla buğday ziraatı da yapıyorsunuz?’’

     Ethem Ağaoğlu, koskoca Tarım Bakanı'nın arpa firezi ile buğday firezini ayırt edememesine şaşırmış olmasına karşın, bunun üzerinde durmadı. 

    ‘’Yapıyoruk sayın Vekilim amma dat  vermiyor.’’ ‘’Dat vermiyor’’un ne anlama geldiğini anlamamış olan bakan, soran gözlerle Ethem Ağaoğlu’na baktı. Bakanın, sözlerinden bir şey anlamadığının ayırdına varan Ethem Ağaoğlu, sözlerini açıklama gereği duydu.

    ‘’Demem o ki, sayın Vekilim, işimiz Allah’a galmış. Yamır varsa buğda var, yoksa; elini yu. Kurakta, dönüme 50-60 kilo alıyok. Sulanırsa; 300 kiloyu öldürmez dönümde…’’

     Bakan daha ağzını açmadan, Aydınlı yetiştirdi lafı.

     ‘’Bizim o'da buğdeye yetee ki su vee. Dönümüne 500 kilo ırahat ırahat alırız.’’

     Bakanlık yetkilisi bunu da not aldı. Ticaret Odası heyetinde olanlar, ‘Aydınlı’nın  konuk  oluğunu unutarak, zırt pırt araya girip; her lafa ‘ yırtık dondan çıkar gibi çıkıp’ laf yetiştirmesine; laf cambazı olan ve kimseden sözünü esirgemeyen Ethem Ağaoğlu’nun şimdiye dek onun ağzının payını vermemiş olmasına şaşırmışlardı. 'Vardı bir bildiği ellehem (her halde).'

     Bakan ve beraberindekiler, bir dut ağacının gölgesinde, yere serili kilimlere oturup, incelemeye bir süre ara verdiler. Bakan uzakta, minaresi görünen bir köyü işaret edip,

     ‘’Şu karşıdaki köy ne ile uğraşır Ethem Bey? Emin Ağaoğlu,

     ‘’O köyde, beş dene hamam oğlanı(2), 6-7 dene gullampara(3), 8-10 dene de fırrığı yelli avrat var (4) ‘’ deyip,  Aydınlı’ya döndü. ‘’ Hadi şimdi de artırsane dümbük(5). ‘’

      Aydınlılar, Ethem Ağaoğlu’nun  yerel dilde söylediklerini anlamamış olacaklar ki, ‘’ne diyor bu’’ gibisinden bir Bakan’a, bir Ethem Ağaoğlu’na baktılar. Kimseden yanıt gelmeyince, sessizce ayranlarını yudumladılar.

     Ticaret Odası adına heyete katılanlar, sonunda Ethem Ağaoğlu’nun taşı gediğine koyduğunu; Aydınlı’ya ağzının payını verdiğini görünce rahat bir nefes aldılar. Bu arada  Bakan’ın da çaktırmadan; bıyık altından güldüğü meraklı gözlerden kaçmadı.

                                                          ***

     Aradan bir yıla yakın bir süre geçti, geçmedi; Bakanlık, barajın, Seyhan Nehri üzerine yapılmasına karar verdi.

------

Dikili – Temmuz 2020

-----

1-Firez: Anız. Buğday ya da arpa biçildikten sonra taralada kalan 10-5 cm

      uzunluğundaki buğday yada arpa sapı.

2- Hamam oğlanı: Hömoseksüel(pasif)

3-Gullampara:Homoseksüel(aktif)

4-Fırrığı Yelli: Hafif meşrep kadın ya da kız. Fahişe

5--Dümbük: Kadın satıcısı

     


 

Babam


Babasız büyüyenlerin dışında babası ile anısı olmayan kişi var mıdır?

Hiç kuşkum yok ki; bu sorum şaşkınlıkla karşılanıp; ''babasıyla anısı olmayan çocuk olur mu? Babayla geçirilen her an, bir anıdır'' diye yanıtlanacaktır.

Babalı büyüyen her çocuk gibi benim de babamla acı-tatlı yüzlerce anım olmuştur. Ama yüzlerce anım arasında bende derin iz bırakan bir anım var ki; aklıma her geldiğinde göz pınarlarım dolar.

Ankara'da okuyorum.

Babam hasta; hastalığı ise, şimdilerde adını söylemeden ''amansız hastalık'' dedikleri türden ...

Güçlükle nefes alıyor, çabuk yoruluyor...

Ne zaman,

     ''Baba bir doktora git. İyi görünmüyorsun'' dediğimde,

     ''Ben müzmin bronşitim'' deyip geçiştiriyordu.

Bir ara okul tatil olunca Adana'ya gittim. Babam daha da kötüleşmiş buldum.

Erkek kardeşim,

     ''Ağabey geçen gün pazara gittik Alış veriş yapıp dönerken, babam yorulup bir kaç kere kaldırıma oturup dinlendi. Çok zor soluk alıyordu. Babamı öyle görünce, ağladım'' dedi.

Bu kez kararlıydım. Karşı koymasına aldırış etmeyip onu doktora götürecektim. Önce doktora gitmemek için direndi.

Gerçeği öğrenmekten korkuyordu sanırım.

Yılmadım; üsteledim. Kırk dereden su getirip'', sonunda benimle Ankara'ya gelip, doktora birlikte gitmemize razı ettim. Gitmeden de Ankara'da yaşayan dayımı arayıp, babam için Dışkapı SSK Hastanesinden randevu almasını istedim.


Randevu gününün sabahı Ankara'ya ulaştık.

Randevu saatinde doktorun odasındaydık.

Doktor, kısa bir incelemeden sonra, bir karara varmak için babamın gırtlağından bir parça alınması gerektiğini söyleyip,

     '' Gırtlağından alacağımız parçanın biyopsi sonuçları bir hafta sonra belli olur. Çıkacak sonuca göre tedaviye karar veririz.''

Hastaneden çıkar çıkmaz babam,

     ''Otobüs terminaline götür beni, Adana'ya döneceğim''dedi.

'Bir hafta için Adana'ya gidip gelmesinin kendisini yoracağını, burada kalıp,biyopsi sonuçlarını beklemesinin sağlığı için daha iyi olacağını' söylememe karşın, gidişine engel olamadım.

Belki de tehlikeli bir ameliyata girmeden önce çocuklarını bir kez daha görmek istiyordu. 

Kim bilir?


 ***    

O bir hafta bir türlü geçmek bilmedi.

O gün geldiğinde, erkenden hastaneye gidip, doktoru beklemeye başladım. Sıram gelince odasına girdim.   

     ''Sonuçlar geldi. Baban...''

Sözünü bitirmesine fırsat vermeden, atıldım,

     ''Kanser, değil mi?''

Doktor elindeki dosyayı masaya bırakıp, bir süre beni süzdü. Sonra gülümseyerek,

     '' Ben de bu kötü haberi bu genç adama nasıl söyleyeceğim diye düşünürken senin olayı olgunlukla karşılaman beni rahatlattı'' dedi.

     ''Tedavisi var mı?''

     ''İki türlü tedavi yapılabilir. Birincisi şua(ışın) tedavisi. Gırtlaktaki uru şua ile yok etmeye çalışırız. Tedavi başarılı olursa normal yaşamına devam eder. İkincisi ise gırtlağı tamamen alırız, ama bir daha konuşamaz. Ama ameliyatın başarı şansı, şua tedavisine göre çok yüksektir.

      ''Peki önce şua tedavisi yapıp; başarılı olmazsa ameliyatı deneseniz olur mu?''

      ''Şua tedavisinden sonra ameliyat yapamayız; başarılı olmaz. Onun için hangi tür işlemi uygulamamız gerektiğine baban karar verecek'' dedi. Bir kaç saniye düşündüm. Bir yanda başarı şansı az ama normal yaşama devam etme şansı veren şua tedavisi, öte yandan başarı şansı fazla ama normal konuşmaya son verecek olan ameliyat...

     ''Ameliyat yapın doktor bey.''

     ''Baban kabul eder mi? Tedavi konusunda babanın düşüncesini sormayacak mısın?''

     ''Hayır ben onu ikna ederim.''

Ameliyat gününü kararlaştırdık. Babama telgraf çektim. Telgrafta ayrıntıya girmeden, ameliyat için Ankara'ya gelmesi gerektiğini yazdım.

Bir kaç gün sonra babam Ankara'ya geldi. Geçen gelişinden daha kötüydü. Güçlükle ve sıkça soluk alıyordu. Terminalden doğrudan Hastane'ye gittik. Yol boyu, neden ona sormadan ameliyata karar verdiğimi, gerekçeleriyle birlikte uzun uzun anlattım. Ne bir soru sordu, ne de itiraz etti. Sadece dinledi.


***

Doktor babama  ameliyatın nasıl olacağına ilişkin açıklamalar yaptıktan sonra,

     '' Yarın erkenden gelin, yatışını yapacağız'' dedi.

Teşekkür edip odasından çıkarken seslendi,

     ''Delikanlı bir dakika bakar mısın? Sana söyleyeceklerim var.''

Yanına gittim, kulağıma eğilip; duyulur duyulmaz bir sesle,

     ''Babanın durumu iyi değil. Her an tıkanıp, soluksuz kalarak ölebilir. Yanına büyükçe bir çivi al, soluğu kesilince çivi ile soluk borusunu del ve hemen acile getir. Onu sabaha kadar gözünün önünden ayırma sakın.''

Doktorun odasından çıkınca babam,

     ''Ne dedi doktor?''

     ''Ne diyecek, erken gelin dedi.''

Babamı, iki arkadaşımla kaldığım öğrenci evine bırakıp, en yakın nalburdan uzunca bir çivi aldım.

Eve geldim. Çivi cebimde, babama göstermiyorum. Babamsa yol yorgunu, soyunup yatağa uzanmak ve bir an önce uyumak istiyor.

Acil bir durum olur diye soyunmasına izin vermedim.

    ''Acelen ne? Erkenden uyuyup da ne yapacaksın? Otur da biraz sohbet edelim'' dedim.

Babamın durumundan haberdar etiğim ev arkadaşlarım da beni destekleyince; babam çar naçar kabul etti bu önerimi.

Sağdan- soldan, geçmişten- gelecekten söz edip, onu uyutmamak için oyalamaya çalışıyor, soluğu kesilir gibi olduğunda elimi cebime sokup çiviyi kavrıyordum.  Doktor, soluğu kesilirse, soluk borusunda bir delik aç demişti ama çiviyi nereye, nasıl batıracağımı söylememişti.  Bir yandan babamı lafa tutuyor, beri yandan da boynuna bakıp, gerektiğinde çiviyi soluk borusunun neresine batıracağımı hesaplıyordum. Çiviyi batırdığımda acı duyar mıydı ki?

Hadi batırdım; kan akar mıydı?

Akarsa, kanı nasıl durdururdum?

Çocukluğumdan beri bir çok kez kümes hayvanı, 18 yaşımdan buyana da koyun kestiğim için beni kan tutmazdı tutmasına ama soluk borusunu delip, kanını akıtacağım kişi benim babamdı.

Allah'tan ev arkadaşlarımdan Bülent,

     ''Dert etme, sen yapamazsan ben yaparım ''dedi de rahatladım.  

O gece, hiç abartısız yaşamımın en zor ve en uzun gecesiydi.

Çiviyi kullanmamıza gerek kalmadan sabahı ettik.


***

Hastanede giriş işlemlerini, yapıp babamı odasına yerleştirdim. Doktor, 'birazdan babamı ameliyathaneye alıp, soluk borusunda rahat soluk alıp vermesi için bir delik açacağını, basit bir ameliyat olacağı için öğleden sonra onu ziyaret edebileceğimi, bu yüzden de hastanede beklememe gerek olmadığını söyledi.' Asıl ameliyat ise, tahlillerden sonra yapılacaktı.

Öğleden sonra göre görüşmek için ayrılmadan önce babamla kucaklaştım. Her ikimizin de gözlerimiz dolmuştu. Bir şey söyleyemeden odadan ayrıldım.


***

Akşama doğru hastaneye gittim.

Odasına girdiğimde, yatağının üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu.

Babam; gölgesine bile basmaktan çekindiğimiz babam, o kadar küçülmüştü ki... Omuzları çökmüş, gülerken ışıl ışıl olan ela gözlerinin ışığı sönmüştü sanki...

Soluk borusuna ortası delip, metal bir aygıt yerleştirmişlerdi. Artık ağzından ya da burnundan değil, oradan nefes alıp verecekti. 

Yatağına yaklaşıp, önce ellerini öptüm, kucaklaştık.

Yatağının bir kenarına oturdum. Göz göze geldik. Boğazım düğümlendi, gülümsemeye çalıştım; beceremedim.

Bir süre sustuk.

Susmakla da olmuyor, bir şeyler söylemeliydim.

Boğazımı temizleyip, başladım konuşmaya...

Ameliyatının başarılı geçeceğini, büyük babamın(*) da aynı ameliyatı olmasının üzerinden on yıl geçmiş olmasına karşın hala yaşamakta olduğunu, bu nedenle karamsarlığa gerek olmadığını, daha uzun süre yaşayacağını söyleyip onu avutmaya çalıştım ama sanırım beni dinlemiyordu. Sağ elinin işaret parmağı ile nefes borusundaki aygıtın, soluk alıp vermesini sağlayan deliğini kapatıp,

       ''Kardeşlerini aradın mı?''dedi.

       ''Haber verdim.''

Babamın doğal sesiyle söylediği, kulaklarımda kalan son cümlesiydi bu...

Hastaneden çıktığımda, yeteri kadar param olmadığı için Hastane'den Cebeci'deki eve kadar yürürken, babamın yanında güçlükle tuttuğum gözyaşlarım artık serbest kalabilirdi.


***

Babamın gırtlağını aldıkları asıl ameliyatı da başarılı geçti.  Bu ameliyattan sonra 23 yıl daha yaşadı.

Işıklarda uyusun gözleri ile gülüşünü özlediğim sevgili babam.

-----

Corona Güncesi. Haziran 2020

----

(*) Annemin babası da 1960 yılında aynı ameliyatı olmuştu. 

 

Tanıdığım İlk Çiçek Çocuğu

 



 

 

TANIDIĞIM İLK ÇİÇEK ÇOCUĞU

 

     Aylardan Kasım; yazdan kalan bir gün. Evimizin bahçesinde ailecek kahvaltı yapıyoruz. Babam kahvaltı masasından her zamanki gibi erken kalkmış, elinde sigara; sade kahvesini içiyordu. Anneme seslendi,

 

     ‘’Hanım! Bu gün Zihnilere gezmeye gideceğiz, kahvaltıdan sonra hazırlanmaya başlayın’’ dedi.

     Zihni amcam, yaşamı roman olacak kadar renkli bir kişilikti. Onun bize anlatacağı mutlaka yeni serüvenleri vardır. Kahvaltı sofrasında olan ben ve kardeşlerim, gezme sözünü duyunca; annemin,

     ‘’Yavaş yiyin! Boğulacaksınız! Arkanızdan atlı kovalamıyor’’ demesine karşın, çar çabuk bitirdik kahvaltımızı.

     Annem, kardeşlerimi giydirmeye çalışırken, babamla ben çoktan hazırlanmış, bahçe kapısının önünde annemle kardeşlerimin gelmelerini bekliyorduk. Kız kardeşlerimin, giyecekleri elbise konusunda kendi aralarında ve annemle yaptıkları tartışma, bahçe kapısında bekleyen bize kadar geliyordu. Babam, baktı ki elbise seçimi uzayacak,

     ‘’Biz gidiyoruz hanım, siz ardımızdan gelirsiniz’’ dedi. Babamın hafif tertip uyarısı etkisini göstermiş olacak ki, birkaç dakika sonra annem ve kız kardeşlerim alı al, moru mor; sokurdana sokurdana (1) geldiler.

 

                                                        ***

 

     Amcamlar, Adana’nın dış mahallelerinin birinde, yıllar önce Bulgaristan’dan gelen göçmenler için yapılmış konutlarda kiracıydılar.

     Pazar günü olması nedeniyle yollarda fazla araç yoktu. Evimizden ayrıldıktan yaklaşık 15 dakika sonra amcamlardaydık.

     Amcamlarda coşkuyla karşılandık. Bizi, sadece konukların ağırlandığı; bu nedenle kapısı hep kapalı tutulduğu için hafif nem kokan ‘’konuk odasına’’ aldılar. Amcamın erkek çocuğu olmadığı için kız kardeşlerim, amcamın kızları ile bahçeye çıktılar, ben büyüklerin yanında kaldım doğal olarak…

     Karşılıklı olarak hal, hatır sorulduktan sonra amcam,

     ‘’Ağa!’’ dedi babama. ‘’Buraya bir gavur gelmiş, düneen (dün) kavede gördüm. Saçı sakalı birbirine garışmış;  acayip bir tip’’.

     ‘’ Nereliymiş, ne işi varmış?’’

     ‘’Valla bilmiyom, yürüyerek taa  Çin’e mi ne gideceemiş. Kavedekiler dediydi’’

     ‘’Tuhaf! Derdi neymiş ki ?’’

     ‘’İstersen kahveleri orda içelim, sen sorarsın kimmiş, neyin nesiymiş?’’

     Amcam,’’sen sorarsın, kimmiş, neyin nesiymiş’’ derken, babamın liseden kalma Fransızcasını kast ettiğini sanıyorum. Gerçi babamdan şimdiye dek yarı Türkçe yarı   Fransızca olan ‘’Quel alaka’’(2) dışında Fransızca sözcük duymadım. Adam  Fransızca biliyorsa, bakalım babam ‘’Quel’’ dışında neler biliyor, göreceğiz

     İyi de adam ya Fransızca bilmiyorsa ne olacak? Kabak benim başıma patlamasın? Öyle ya! ne de olsa iki aydır İngilizce öğreniyorum ortaokulda. Ancak iki ayda ne öğrenilir ki? ‘’gittiğim Antep, yediğim pekmez’’ misali; benim İngilizcem de o kadar… .

 

                                                              ***

     Babam, amcam ve ben kahvehaneye gitmek için hep birlikte evden çıktık.   Kahvehaneye geldiğimizde  görünürde amcamın tanımladığı kişiye benzer kimse yoktu. Babamla amcam, kahvehanedekilerle selamlaştılar, Babam, tam ’’gavuru’’ görüp, görmediklerini soracakken, kahvehaneye, yaklaşık 20-25 metre uzaklıkta, bir duvarın duldasına (3) çektiği sandalyeye oturmuş, Kasım güneşinin insanın  içini  ısıtan son ışıklarından yaralanmaya çalışan, kara giyimli birinin farkına vardım. Çevresinde, çömelmiş; onu merakla izleyen bir kaç da çocuk vardı.     Babamı dürttüm.

     ‘’Babaaa! Fransız orda. Deyha!’’(4) deyip adamın oturduğu yeri işaret ettim.

     Adama neden Fransız dedim ki?

     Belki de farkında olmadan adamın Fransız olmasını diledim; ihale bana kalmasın da, adam babamla Fransızca konuşsun diye…  

     Adam kendisine doğru geldiğimizi görünce, arkalığını duvara dayadığı sandalyesini doğrultup, ayağa kalktı.

     Yaklaşık 25 yaşlarında, uzun boylu, güneş yanığı tenli, düzgün taranmış kumrala  yakın uzun yağlı sarı saçlı ve sakallıydı. Başında da takke vardı.   Üzerinde, etekleri yere kadar uzanan, dervişlerin giydiklerine benzer koyu kahve rengi bir cübbe ve ayaklarında iki gün önce yağan yağmurun izlerini taşıyan, çamuru kurumuş deri çizmeler... Bizi görünce soran bakışlarla gülümsedi.

    ‘’Anlattığım adam işte bu‘’dedi amcam.

     Babam, başıyla selam verir gibi yaptı. Bana dönüp,

    ‘’Sor bakalım Yaşar, adam kimin nesiymiş’’?

 

     Yapma be baba! Şimdi ben ne diyeceğim adama? Sonra adamın İngiliz olduğu ne belli. Belki de Fransızdır. Kolaysa sen Fransızca sor adama necisin diye. İnsaf yahu! Daha 2 ay oldu ya da olmadı İngilizceye başlayalı.’’

     Ben bunları düşünürken, babamın gözleri üstümdeydi. Emir büyük yerden. Umarsız boyun eğip, yaradana sığınıp ilk soruyu sordum.

    ‘’What’s your name ?’’

    Adam gülümseyerek,

    ‘’Klaus’’ diye yanıtladı sorumu. Aman Allahım! İlk kez İngilizce öğretmenim dışında biriyle İngilizce konuştum.

Babamlara dönüp ‘’Klaus’muş adı‘’dedim.

    ‘’Anladım’’ dedi babam. ‘’Klaus, Alman ismi.  Alman olmasına Alman gibi duruyor ama emin olalım gene de. Şimdi sor bakalım  nereliymiş?’’

    ‘’Baba sen nüfus memuru musun, polis misin? Ne’edecen adamın nereli olduğunu? Sonra Klaus Alman adıysa; ben niye İngilizce soruyorum? Almanca bilen birini bulsak ya?’ dedim kendi kendime. Üstelik biz daha ‘nerelisinin’ İngilizcesini öğrenmedik okulda, ya da öğrendik ben unuttum. Yetiş ya Gatenby!(5). Gatenby’in yetişeceği yok, yaradan sığınıp; sordum.

   ‘’Are you Alman?’’

Adam, ‘sabah sabah nedir bu başıma gelen’ dercesine bir kez daha gülümsedi ama bu gülümseme biraz zorlama gibi geldi bana. Kendisine bu tür soru soran kaç kişiye benzeri yanıtları vermek zorunda kalmıştı kim bilir?      Kahvehanedeki insanlardan uzak oturmasının nedeni de bu saçma sorular olmalıydı diye düşünürken, aksanlı, kırık bir Türkçeyle ,

    ‘’Evet ben Alman’’ dedi. Bunu Türkçeye çevirmeme gerek kalmadı. Babam, amcam ve Alman'ı merakla izleyen çocuklar, hep bir ağızdan,

    ‘’Almanmış ‘’diye ünlediler; neredeyse sevinçten el çırpacaklardı. Babama baktım. Adamın adının Klaus olduğunu öğrenince; onun Alman olduğunu ilk tahmin eden kişi olmanın gururu yüzünden okunuyordu. Kalus, benden yeni bir soru sormamı beklemeden,

     ‘’Ben Katmandu gitmek’’dedi.

     ‘’Sen ne yapmak Katmandu’da?’’ diye sordu babam.

     Babamın Türkçesi’nin (!),  kendisinin konuştuğu Türkçeyle aynı düzeyde olması  Klaus’u cesaretlendirmiş olmalı ki; konuşmamızı Türkçe (!)  sürdürdük.

     ‘Varlıklı bir ailenin oğluymuş. Türkçe hariç 5 dil biliyormuş. Üniversite öğrencisiyken Nepal’in başkenti Katmandu’ya gidip bir süre orada kalıp, Budizm’i incelemeyi kafasına koymuş. Mezun olduktan sonra da Almanya’dan yürüyerek yola çıkmış; Avusturya, Yugoslavya ve Bulgaristan’dan geçip, Kapıkule sınır kapısından Türkiye’ye girmiş. Üç aydır Türkiye’deymiş. Adana’ya da üç gün önce gelmiş, Türkiye’de bir süre daha kaldıktan sonra Suriye’ye geçecekmiş. Oradan da ver elini, Katmandu…’ Babamı ve amcamı bilmem ama ben Katmandu sözcüğünü ilk kez duyuyorum. Nerde ola ki? Oraya gitmek için, bunca ülkeden geçtiğine göre ‘’kör itin öldüğü yerde’’ olmalı Katmandu.

     Klaus’un derdini anlatmaya çalıştığı üç aylık Türkçesi, kendisini yormuş (!) olacak ki; soluklanmak için bir süre sustu.

     Babam sabırsız,

     ‘’Eeee!’’

     Babam ‘’Eeee’’ deyince, Klaus ‘’ne diyorsun’’ der gibi babama baktı. ‘’Eee’’ ne anlama geliyordu? Öğrendiği Türkçe’de bu ünlemi hiç duymamış olacak ki; yardım istercesine, soran gözlerle bana baktı. İyi de‘’Eee’’nin İngilizcesini ben de

bilmiyordum.

     Onun kaş göz işareti ile ‘’Eee’nin anlamı ne’’diye sorduğu soruyu, ellerimi iki yana açıp, tüm sevimliliğimle gülümseyerek yanıtladım:

     ‘’Ben de bilmiyorum…’’

     Allahtan babam, uluslararası işaret dilini kullanmayı akıl etti; bir yandan sağ eli ile küçük daireler çizerken, öte yandan da,

    ‘’Devam, devam!’’ diyerek eliyle yaptığı işareti pekiştirdi.

    Klaus, devamın ne anlamına geldiğini anladı mı, yoksa babamın eliyle yaptığı işaretten mi tahmin etti? Bilemiyorum. Ama kaldığı yerden anlatmayı sürdürdü.

     ‘Katmandu’ya gidince orada Budist rahiplerle yaşayıp, Budizm’i inceleyecek,   Katmandu’ya dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla tanışacak, onlarla görüş alışverişinde bulunup, kendini yenileyecekmiş. Dönüşünde de bu serüvenini kitaplaştıracakmış.

     Sonunda Klaus, ‘tüm öyküm bu dercesine;’ bir kez daha gülümseyerek, her iki elini yana açıp sustu.

     Doğal ki; Klaus bire bir böyle konuşmadı. Ben Onun Türkçesini, anladığım kadarıyla ve ne demek istediğini kestirimde bulunarak kendi Türkçeme çevirdim.   Klaus’un konuşması bitince, babam amcama,

     ‘’Açtır bu gavur’’ dedi. Amcam,

     ‘’Vakit öğleye geliyor; açtır’’ diye onayladı. ‘’Üstelik çok kötü kokuyor. Her halde günlerce yıkanmamış ’’ diye ekledi.

     Klaus merakla babamla amcamın konuşmalarına kulak kabartmış, konuşulanlardan anlam çıkarmaya çalışıyordu.

     Amcam, sağ elinin parmaklarını birleştirip, ağzına doğru birkaç kez sallarken, sanki karşısında sağır varmış gibi bağırarak, 

     ‘’Klaus aç mısın, aç mısın? Yemeek yemeek’’ dedi. Klaus ya amcamın eliyle yaptığı aç mısın anlamına gelen işaretten anladı, ya da  aç sözcüğünün ne anlama geldiğini biliyordu? Elini midesine vurarak,

     ‘’Aç, aç!’’

     Amcam ’tamam’ anlamında başını salladı. Babama dönerek,

      ‘’Bu herifi yıkamak da lazım’’

      ‘’!’’

      ‘’Şimdi eve giderik, su ısıtır, bunu hayrımıza çimdiririk’’ (6) deyip, babamın da onayını aldıktan sonra Klaus’a

     ‘’Banyo, banyo’’ diye bağırdı.

     Klaus, yardım ister gibi bana baktı. Banyonun İngilizcesini bilmiyorum.     Babamın ‘’quel alaka’’ ile sınırlı Fransızcası’ndan ise, hiç umudum yok. O zamanlar (7) şimdiki gibi banyolarımızda duş da yoktu. Dolayısı ile duş nedir bilmezdik. Duşu bilsem, banyoyu işaretle kolayca anlatabilirdim. Gene iş bana düştü. Hemen akıl yürüttüm. Banyo ne ile yapılır? Su ile. Suyun İngilizcesi ne? Water. İşi çözmüştüm. Gözlerini hala benden ayırmayan Klaus’a dönüp,

     ‘’Look Klaus!’’ dedim. ‘’Water!’’ Elimi başıma götürdüm, saçlarımı su ile yıkar gibi yaptım. Klaus,

     ‘’Biliyorum, anlıyorum; having shower, ok’’ dedi. Zor bir işi başardığım için kendimle gurur duydum…

 

                                                               ***

     Klaus’ alıp eve doğru yürüdük.  Yengem sofrayı hazırlamış, bizi öğle yemeğine bekliyordu. Amcam Klaus’a ‘uzaydan gelen adama’ nasıl bakılırsa, öyle bakan yengemin soru sormasına fırsat vermeden,

     ‘’Klaus, bizim misafirimiz. Siz yemeğe bizi beklemeyin. Biz bahçede oturacağız. Klaus’u çimdirdikten sonra biz de bir şeyler atıştırırız. Kocasını çok iyi tanıyan (!), onun ne zaman, ne yapacağını hiç bir zaman kestiremeyen yengem bir şey söylemeden içeri girdi. Biz de doğrudan bahçeye geçtik. Klaus’dan yengem aracılığı ile haberi olan annem yanımıza geldi.

     Klaus’a hoş geldin dedikten sonra babama döndü. Suratı asık;

    ‘’Kim bu Allah aşkına, yolda bulduğunuz herkesi azıtılmış (8) it eniği gibi sahiplenmeyin’’dedi. Babam,

    ‘’Siz çocukları doyurun, sonra anlatırım’’ deyip, kestirip attı.

 

                                                             ***

     Klaus banyo yaparken, babam ve amcam, anneme ve yengeme Klaus’un öyküsünü anlattılar. Sonunda, varlıklı bir aileni tek çocuğunun, babasının servetini bir yana bırakıp, saç sakal bir birine karışmış; yayan yapıldak seyahat etmesinin pek akıllıcab bir iş olmadığı konusunda ortak kanıya vardılar. Annem,

     ‘’Yayan yapıldak yola düşmesinin bizim bilmediğimiz bir nedeni vardır, kim bilir. Gene de gözünüz üstünde olsun’’ deyip, konuşmayı noktaladı.

 

     Sofraya oturduğumuzda, üzerinde amcamdan emanet aldığı giysilerle, yüzü aydınlanmış, saçı sakalı, taranmış, yepyeni bir Klaus vardı karşımızda.

     Yemekte kıymalı çubuk makarna vardı. Biz makarnayı, çatala dolamak için savaşırken, o çatalla aldığı makarnayı, kaşığın içinde çeviriyor, düğümleyip(!), tabağa dökmeden ağzına götürüyordu. Çubuk makarnanın bu şekilde yendiğini ben de  masadakiler de ilk kez görüyorduk. Makarna yiyişini hayranlıkla izledik Klaus’un…

 

                                                             ***

     Klaus bir süre amcamlarda konuk oldu. Bir kez de babam bizim eve yemeğe çağırdı. Artık rastlantı mı bilmem; annem o gün çubuk makarna yapmıştı. Belki çubuk makarnanın tabağa dökmeden nasıl yendiğini bir kez daha görmek istiyordu; kim bilir?

     Klaus, bir gün amcama yol parasını çıkarmak için çalışmak zorunda olduğunu söyleyince, onu köydeki büyük amcamın yanına götürdük. Büyük amcam ona hayvan bakımı işi verip, kalması için eskiden evdecimizin (9)) oturduğu, o günlerde boş olan bir de oda verdi.

     Klaus amcamın yanında 6-7 ay kadar çalıştı. Amcam ona, bundan sonraki yolculuğunu yayan yapıldak yapmak yerine atla yapması için bir de at satın aldı.

     Ayrılacağı gün oradaydık. Babam,

     ‘’Klaus, nasıl memnun musun ağamadan?’’ diye sordu. Aradan geçen zamanda dikkat ettim, babamın Türkçesi (!) de düzelmişti.

     ‘’Sen şen, Müdür şen, Zihni şen’’ dedi. Şen derken ''iyi insanlarsınız'' demek istedi sanırım.

     Teker teker ellerimizi sıktı, babam atına binmesine yardım etti. Eğere yerleştikten sonra, cüppesinin yeniyle gözlerini sildi. Ya ağlıyordu, ya da gözüne bir şey kaçmıştı. Yavaş yavaş uzaklaşırken bir kez daha dönüp, onun ardından baka kalan bizlere son bir kez daha el salladı.

 

                                                         ***

    Klaus, yaşamım boyunca gördüğüm ilk ‘’Çiçek Çocuğuydu.’’Soy adını öğrenmeyi akıl etmiş olsaydım; yazmayı düşündüğü kitabı bulup okumayı çok isterdim.

-----

Dikili- Temmuz 2020

-----

1-     Sokurdanmak: Kendi kendine söylenmek.

2-     Qeuel Alaka: İlgisi yok

3-     Dulda: Rüzgara kapalı, rüzgar almayan

4-     Deyha: İşte, işte orada

5-     Gatenby: Ortaokullarda okutulan, ‘’A Direct Method Engilish Corurse’’ kitabının yazarı.

6- Çimdirmek:Yıkamak

7-     1961 yılı

8-Azıtmak:Uzaklaştırmak, serbest ve başıboş bırakmak.

9- Evdeci: Varlıklı çiftçilerin yanında genelde temizlik yapıp ırgatlara yemek pişiren erkek