13 Ekim 2020 Salı

Tanıdığım İlk Çiçek Çocuğu

 



 

 

TANIDIĞIM İLK ÇİÇEK ÇOCUĞU

 

     Aylardan Kasım; yazdan kalan bir gün. Evimizin bahçesinde ailecek kahvaltı yapıyoruz. Babam kahvaltı masasından her zamanki gibi erken kalkmış, elinde sigara; sade kahvesini içiyordu. Anneme seslendi,

 

     ‘’Hanım! Bu gün Zihnilere gezmeye gideceğiz, kahvaltıdan sonra hazırlanmaya başlayın’’ dedi.

     Zihni amcam, yaşamı roman olacak kadar renkli bir kişilikti. Onun bize anlatacağı mutlaka yeni serüvenleri vardır. Kahvaltı sofrasında olan ben ve kardeşlerim, gezme sözünü duyunca; annemin,

     ‘’Yavaş yiyin! Boğulacaksınız! Arkanızdan atlı kovalamıyor’’ demesine karşın, çar çabuk bitirdik kahvaltımızı.

     Annem, kardeşlerimi giydirmeye çalışırken, babamla ben çoktan hazırlanmış, bahçe kapısının önünde annemle kardeşlerimin gelmelerini bekliyorduk. Kız kardeşlerimin, giyecekleri elbise konusunda kendi aralarında ve annemle yaptıkları tartışma, bahçe kapısında bekleyen bize kadar geliyordu. Babam, baktı ki elbise seçimi uzayacak,

     ‘’Biz gidiyoruz hanım, siz ardımızdan gelirsiniz’’ dedi. Babamın hafif tertip uyarısı etkisini göstermiş olacak ki, birkaç dakika sonra annem ve kız kardeşlerim alı al, moru mor; sokurdana sokurdana (1) geldiler.

 

                                                        ***

 

     Amcamlar, Adana’nın dış mahallelerinin birinde, yıllar önce Bulgaristan’dan gelen göçmenler için yapılmış konutlarda kiracıydılar.

     Pazar günü olması nedeniyle yollarda fazla araç yoktu. Evimizden ayrıldıktan yaklaşık 15 dakika sonra amcamlardaydık.

     Amcamlarda coşkuyla karşılandık. Bizi, sadece konukların ağırlandığı; bu nedenle kapısı hep kapalı tutulduğu için hafif nem kokan ‘’konuk odasına’’ aldılar. Amcamın erkek çocuğu olmadığı için kız kardeşlerim, amcamın kızları ile bahçeye çıktılar, ben büyüklerin yanında kaldım doğal olarak…

     Karşılıklı olarak hal, hatır sorulduktan sonra amcam,

     ‘’Ağa!’’ dedi babama. ‘’Buraya bir gavur gelmiş, düneen (dün) kavede gördüm. Saçı sakalı birbirine garışmış;  acayip bir tip’’.

     ‘’ Nereliymiş, ne işi varmış?’’

     ‘’Valla bilmiyom, yürüyerek taa  Çin’e mi ne gideceemiş. Kavedekiler dediydi’’

     ‘’Tuhaf! Derdi neymiş ki ?’’

     ‘’İstersen kahveleri orda içelim, sen sorarsın kimmiş, neyin nesiymiş?’’

     Amcam,’’sen sorarsın, kimmiş, neyin nesiymiş’’ derken, babamın liseden kalma Fransızcasını kast ettiğini sanıyorum. Gerçi babamdan şimdiye dek yarı Türkçe yarı   Fransızca olan ‘’Quel alaka’’(2) dışında Fransızca sözcük duymadım. Adam  Fransızca biliyorsa, bakalım babam ‘’Quel’’ dışında neler biliyor, göreceğiz

     İyi de adam ya Fransızca bilmiyorsa ne olacak? Kabak benim başıma patlamasın? Öyle ya! ne de olsa iki aydır İngilizce öğreniyorum ortaokulda. Ancak iki ayda ne öğrenilir ki? ‘’gittiğim Antep, yediğim pekmez’’ misali; benim İngilizcem de o kadar… .

 

                                                              ***

     Babam, amcam ve ben kahvehaneye gitmek için hep birlikte evden çıktık.   Kahvehaneye geldiğimizde  görünürde amcamın tanımladığı kişiye benzer kimse yoktu. Babamla amcam, kahvehanedekilerle selamlaştılar, Babam, tam ’’gavuru’’ görüp, görmediklerini soracakken, kahvehaneye, yaklaşık 20-25 metre uzaklıkta, bir duvarın duldasına (3) çektiği sandalyeye oturmuş, Kasım güneşinin insanın  içini  ısıtan son ışıklarından yaralanmaya çalışan, kara giyimli birinin farkına vardım. Çevresinde, çömelmiş; onu merakla izleyen bir kaç da çocuk vardı.     Babamı dürttüm.

     ‘’Babaaa! Fransız orda. Deyha!’’(4) deyip adamın oturduğu yeri işaret ettim.

     Adama neden Fransız dedim ki?

     Belki de farkında olmadan adamın Fransız olmasını diledim; ihale bana kalmasın da, adam babamla Fransızca konuşsun diye…  

     Adam kendisine doğru geldiğimizi görünce, arkalığını duvara dayadığı sandalyesini doğrultup, ayağa kalktı.

     Yaklaşık 25 yaşlarında, uzun boylu, güneş yanığı tenli, düzgün taranmış kumrala  yakın uzun yağlı sarı saçlı ve sakallıydı. Başında da takke vardı.   Üzerinde, etekleri yere kadar uzanan, dervişlerin giydiklerine benzer koyu kahve rengi bir cübbe ve ayaklarında iki gün önce yağan yağmurun izlerini taşıyan, çamuru kurumuş deri çizmeler... Bizi görünce soran bakışlarla gülümsedi.

    ‘’Anlattığım adam işte bu‘’dedi amcam.

     Babam, başıyla selam verir gibi yaptı. Bana dönüp,

    ‘’Sor bakalım Yaşar, adam kimin nesiymiş’’?

 

     Yapma be baba! Şimdi ben ne diyeceğim adama? Sonra adamın İngiliz olduğu ne belli. Belki de Fransızdır. Kolaysa sen Fransızca sor adama necisin diye. İnsaf yahu! Daha 2 ay oldu ya da olmadı İngilizceye başlayalı.’’

     Ben bunları düşünürken, babamın gözleri üstümdeydi. Emir büyük yerden. Umarsız boyun eğip, yaradana sığınıp ilk soruyu sordum.

    ‘’What’s your name ?’’

    Adam gülümseyerek,

    ‘’Klaus’’ diye yanıtladı sorumu. Aman Allahım! İlk kez İngilizce öğretmenim dışında biriyle İngilizce konuştum.

Babamlara dönüp ‘’Klaus’muş adı‘’dedim.

    ‘’Anladım’’ dedi babam. ‘’Klaus, Alman ismi.  Alman olmasına Alman gibi duruyor ama emin olalım gene de. Şimdi sor bakalım  nereliymiş?’’

    ‘’Baba sen nüfus memuru musun, polis misin? Ne’edecen adamın nereli olduğunu? Sonra Klaus Alman adıysa; ben niye İngilizce soruyorum? Almanca bilen birini bulsak ya?’ dedim kendi kendime. Üstelik biz daha ‘nerelisinin’ İngilizcesini öğrenmedik okulda, ya da öğrendik ben unuttum. Yetiş ya Gatenby!(5). Gatenby’in yetişeceği yok, yaradan sığınıp; sordum.

   ‘’Are you Alman?’’

Adam, ‘sabah sabah nedir bu başıma gelen’ dercesine bir kez daha gülümsedi ama bu gülümseme biraz zorlama gibi geldi bana. Kendisine bu tür soru soran kaç kişiye benzeri yanıtları vermek zorunda kalmıştı kim bilir?      Kahvehanedeki insanlardan uzak oturmasının nedeni de bu saçma sorular olmalıydı diye düşünürken, aksanlı, kırık bir Türkçeyle ,

    ‘’Evet ben Alman’’ dedi. Bunu Türkçeye çevirmeme gerek kalmadı. Babam, amcam ve Alman'ı merakla izleyen çocuklar, hep bir ağızdan,

    ‘’Almanmış ‘’diye ünlediler; neredeyse sevinçten el çırpacaklardı. Babama baktım. Adamın adının Klaus olduğunu öğrenince; onun Alman olduğunu ilk tahmin eden kişi olmanın gururu yüzünden okunuyordu. Kalus, benden yeni bir soru sormamı beklemeden,

     ‘’Ben Katmandu gitmek’’dedi.

     ‘’Sen ne yapmak Katmandu’da?’’ diye sordu babam.

     Babamın Türkçesi’nin (!),  kendisinin konuştuğu Türkçeyle aynı düzeyde olması  Klaus’u cesaretlendirmiş olmalı ki; konuşmamızı Türkçe (!)  sürdürdük.

     ‘Varlıklı bir ailenin oğluymuş. Türkçe hariç 5 dil biliyormuş. Üniversite öğrencisiyken Nepal’in başkenti Katmandu’ya gidip bir süre orada kalıp, Budizm’i incelemeyi kafasına koymuş. Mezun olduktan sonra da Almanya’dan yürüyerek yola çıkmış; Avusturya, Yugoslavya ve Bulgaristan’dan geçip, Kapıkule sınır kapısından Türkiye’ye girmiş. Üç aydır Türkiye’deymiş. Adana’ya da üç gün önce gelmiş, Türkiye’de bir süre daha kaldıktan sonra Suriye’ye geçecekmiş. Oradan da ver elini, Katmandu…’ Babamı ve amcamı bilmem ama ben Katmandu sözcüğünü ilk kez duyuyorum. Nerde ola ki? Oraya gitmek için, bunca ülkeden geçtiğine göre ‘’kör itin öldüğü yerde’’ olmalı Katmandu.

     Klaus’un derdini anlatmaya çalıştığı üç aylık Türkçesi, kendisini yormuş (!) olacak ki; soluklanmak için bir süre sustu.

     Babam sabırsız,

     ‘’Eeee!’’

     Babam ‘’Eeee’’ deyince, Klaus ‘’ne diyorsun’’ der gibi babama baktı. ‘’Eee’’ ne anlama geliyordu? Öğrendiği Türkçe’de bu ünlemi hiç duymamış olacak ki; yardım istercesine, soran gözlerle bana baktı. İyi de‘’Eee’’nin İngilizcesini ben de

bilmiyordum.

     Onun kaş göz işareti ile ‘’Eee’nin anlamı ne’’diye sorduğu soruyu, ellerimi iki yana açıp, tüm sevimliliğimle gülümseyerek yanıtladım:

     ‘’Ben de bilmiyorum…’’

     Allahtan babam, uluslararası işaret dilini kullanmayı akıl etti; bir yandan sağ eli ile küçük daireler çizerken, öte yandan da,

    ‘’Devam, devam!’’ diyerek eliyle yaptığı işareti pekiştirdi.

    Klaus, devamın ne anlamına geldiğini anladı mı, yoksa babamın eliyle yaptığı işaretten mi tahmin etti? Bilemiyorum. Ama kaldığı yerden anlatmayı sürdürdü.

     ‘Katmandu’ya gidince orada Budist rahiplerle yaşayıp, Budizm’i inceleyecek,   Katmandu’ya dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla tanışacak, onlarla görüş alışverişinde bulunup, kendini yenileyecekmiş. Dönüşünde de bu serüvenini kitaplaştıracakmış.

     Sonunda Klaus, ‘tüm öyküm bu dercesine;’ bir kez daha gülümseyerek, her iki elini yana açıp sustu.

     Doğal ki; Klaus bire bir böyle konuşmadı. Ben Onun Türkçesini, anladığım kadarıyla ve ne demek istediğini kestirimde bulunarak kendi Türkçeme çevirdim.   Klaus’un konuşması bitince, babam amcama,

     ‘’Açtır bu gavur’’ dedi. Amcam,

     ‘’Vakit öğleye geliyor; açtır’’ diye onayladı. ‘’Üstelik çok kötü kokuyor. Her halde günlerce yıkanmamış ’’ diye ekledi.

     Klaus merakla babamla amcamın konuşmalarına kulak kabartmış, konuşulanlardan anlam çıkarmaya çalışıyordu.

     Amcam, sağ elinin parmaklarını birleştirip, ağzına doğru birkaç kez sallarken, sanki karşısında sağır varmış gibi bağırarak, 

     ‘’Klaus aç mısın, aç mısın? Yemeek yemeek’’ dedi. Klaus ya amcamın eliyle yaptığı aç mısın anlamına gelen işaretten anladı, ya da  aç sözcüğünün ne anlama geldiğini biliyordu? Elini midesine vurarak,

     ‘’Aç, aç!’’

     Amcam ’tamam’ anlamında başını salladı. Babama dönerek,

      ‘’Bu herifi yıkamak da lazım’’

      ‘’!’’

      ‘’Şimdi eve giderik, su ısıtır, bunu hayrımıza çimdiririk’’ (6) deyip, babamın da onayını aldıktan sonra Klaus’a

     ‘’Banyo, banyo’’ diye bağırdı.

     Klaus, yardım ister gibi bana baktı. Banyonun İngilizcesini bilmiyorum.     Babamın ‘’quel alaka’’ ile sınırlı Fransızcası’ndan ise, hiç umudum yok. O zamanlar (7) şimdiki gibi banyolarımızda duş da yoktu. Dolayısı ile duş nedir bilmezdik. Duşu bilsem, banyoyu işaretle kolayca anlatabilirdim. Gene iş bana düştü. Hemen akıl yürüttüm. Banyo ne ile yapılır? Su ile. Suyun İngilizcesi ne? Water. İşi çözmüştüm. Gözlerini hala benden ayırmayan Klaus’a dönüp,

     ‘’Look Klaus!’’ dedim. ‘’Water!’’ Elimi başıma götürdüm, saçlarımı su ile yıkar gibi yaptım. Klaus,

     ‘’Biliyorum, anlıyorum; having shower, ok’’ dedi. Zor bir işi başardığım için kendimle gurur duydum…

 

                                                               ***

     Klaus’ alıp eve doğru yürüdük.  Yengem sofrayı hazırlamış, bizi öğle yemeğine bekliyordu. Amcam Klaus’a ‘uzaydan gelen adama’ nasıl bakılırsa, öyle bakan yengemin soru sormasına fırsat vermeden,

     ‘’Klaus, bizim misafirimiz. Siz yemeğe bizi beklemeyin. Biz bahçede oturacağız. Klaus’u çimdirdikten sonra biz de bir şeyler atıştırırız. Kocasını çok iyi tanıyan (!), onun ne zaman, ne yapacağını hiç bir zaman kestiremeyen yengem bir şey söylemeden içeri girdi. Biz de doğrudan bahçeye geçtik. Klaus’dan yengem aracılığı ile haberi olan annem yanımıza geldi.

     Klaus’a hoş geldin dedikten sonra babama döndü. Suratı asık;

    ‘’Kim bu Allah aşkına, yolda bulduğunuz herkesi azıtılmış (8) it eniği gibi sahiplenmeyin’’dedi. Babam,

    ‘’Siz çocukları doyurun, sonra anlatırım’’ deyip, kestirip attı.

 

                                                             ***

     Klaus banyo yaparken, babam ve amcam, anneme ve yengeme Klaus’un öyküsünü anlattılar. Sonunda, varlıklı bir aileni tek çocuğunun, babasının servetini bir yana bırakıp, saç sakal bir birine karışmış; yayan yapıldak seyahat etmesinin pek akıllıcab bir iş olmadığı konusunda ortak kanıya vardılar. Annem,

     ‘’Yayan yapıldak yola düşmesinin bizim bilmediğimiz bir nedeni vardır, kim bilir. Gene de gözünüz üstünde olsun’’ deyip, konuşmayı noktaladı.

 

     Sofraya oturduğumuzda, üzerinde amcamdan emanet aldığı giysilerle, yüzü aydınlanmış, saçı sakalı, taranmış, yepyeni bir Klaus vardı karşımızda.

     Yemekte kıymalı çubuk makarna vardı. Biz makarnayı, çatala dolamak için savaşırken, o çatalla aldığı makarnayı, kaşığın içinde çeviriyor, düğümleyip(!), tabağa dökmeden ağzına götürüyordu. Çubuk makarnanın bu şekilde yendiğini ben de  masadakiler de ilk kez görüyorduk. Makarna yiyişini hayranlıkla izledik Klaus’un…

 

                                                             ***

     Klaus bir süre amcamlarda konuk oldu. Bir kez de babam bizim eve yemeğe çağırdı. Artık rastlantı mı bilmem; annem o gün çubuk makarna yapmıştı. Belki çubuk makarnanın tabağa dökmeden nasıl yendiğini bir kez daha görmek istiyordu; kim bilir?

     Klaus, bir gün amcama yol parasını çıkarmak için çalışmak zorunda olduğunu söyleyince, onu köydeki büyük amcamın yanına götürdük. Büyük amcam ona hayvan bakımı işi verip, kalması için eskiden evdecimizin (9)) oturduğu, o günlerde boş olan bir de oda verdi.

     Klaus amcamın yanında 6-7 ay kadar çalıştı. Amcam ona, bundan sonraki yolculuğunu yayan yapıldak yapmak yerine atla yapması için bir de at satın aldı.

     Ayrılacağı gün oradaydık. Babam,

     ‘’Klaus, nasıl memnun musun ağamadan?’’ diye sordu. Aradan geçen zamanda dikkat ettim, babamın Türkçesi (!) de düzelmişti.

     ‘’Sen şen, Müdür şen, Zihni şen’’ dedi. Şen derken ''iyi insanlarsınız'' demek istedi sanırım.

     Teker teker ellerimizi sıktı, babam atına binmesine yardım etti. Eğere yerleştikten sonra, cüppesinin yeniyle gözlerini sildi. Ya ağlıyordu, ya da gözüne bir şey kaçmıştı. Yavaş yavaş uzaklaşırken bir kez daha dönüp, onun ardından baka kalan bizlere son bir kez daha el salladı.

 

                                                         ***

    Klaus, yaşamım boyunca gördüğüm ilk ‘’Çiçek Çocuğuydu.’’Soy adını öğrenmeyi akıl etmiş olsaydım; yazmayı düşündüğü kitabı bulup okumayı çok isterdim.

-----

Dikili- Temmuz 2020

-----

1-     Sokurdanmak: Kendi kendine söylenmek.

2-     Qeuel Alaka: İlgisi yok

3-     Dulda: Rüzgara kapalı, rüzgar almayan

4-     Deyha: İşte, işte orada

5-     Gatenby: Ortaokullarda okutulan, ‘’A Direct Method Engilish Corurse’’ kitabının yazarı.

6- Çimdirmek:Yıkamak

7-     1961 yılı

8-Azıtmak:Uzaklaştırmak, serbest ve başıboş bırakmak.

9- Evdeci: Varlıklı çiftçilerin yanında genelde temizlik yapıp ırgatlara yemek pişiren erkek


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder