27 Mayıs 2020 Çarşamba

27 Mayıs ve Yurttaşlık Bilgisi



27 Mayıs ve

Yurttaşlık Bilgisi 


     27 Mayıs İhtilali'nin üzerinden bir kaç ay geçmişti.

     Ben Ahmet Karabucak İlkokulu'nda beşinci sınıf öğrencisiydim.

     Her yıl olduğu gibi bu yıl da okulumuz Eylül'ün üçüncü haftasında açıldı.

     Okul'un ilk günü.

     Okul bahçesi bayram yeri gibi.

     Zil çaldı.

     Okulun önündeki merdivenlerin önünde toplandık. 

     Aynı zamanda okulun bulunduğu mahallenin de muhtarı olan İsmail öğretmen, elindeki bir tomar kağıtla okul girişindeki 4-5 basamaklı merdivenle çıkılan sahanlıkta duruyordu. Tüm öğrencilerin merdivenlerin önünde toplandığını görünce,

     ''Arkadaşlar her sınıf, merdivenlerin önünde bulunan ve sınıflarının yazıldığı levhanın önünde toplansın. Birinci sınıflar hariç herkes geçen yılki arkadaşları ile bir araya gelsin.'' 

     Öğrencilerin, kısa süren bir karmaşadan sonra sınıflarının adlarının yazıldığı levhaların önünde toplanmalarından sonra İsmail öğretmen,

     ''Şimdi sırayla adlarınızı okuyacağım ve hangi sınıfa gideceğinizi söyleyeceğim.  Sessizce ve gürültü yapmadan söyleyeceğim sınıflara gideceksiniz.''

     Sanırım; beşinci sınıf olduğumuz için önce bizim sınıftan başladı adlarımızı okumaya. Adı okunan, sınıfa gitti.


                                                               *** 

     Yerlerimize oturup beklerken başöğretmeniz, yanında sarışın, uzun boylu, güzel bir kadın ile sınıfa girdi.

     Hep birlikte ayağa kalktık.

     Başöğretmenimiz, eliyle işaret edip,

     ''Oturun çocuklar '' dedikten sonra kürsüye geçti. ''Bu yıl sizin sınıfa Şükran öğretmen gelecek. Ona ne kadar iyi öğrenci olduğunuzu gösterin bakalım. Hepinizin, her zamankinden daha fazla ders çalışacağınız konusunda öğretmeninize söz verdim. Hadi bakalım, beni utandırmayın.''

     Başöğretmen bir an durakladı, hafifçe boğazını temizledi. Ardından da ''ülkemizin uçurumun kenarından, kahraman askerlerimiz tarafından nasıl döndürüldüğü, bu gün her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olduğu'' anlamına gelen uzun bir  konuşma yaptı.

     Biz dikkatle dinliyoruz.

     Sözlerinin sonunda,

     ''Şimdi kimin yanında Yurttaşlık Bilgisi  kitabı var bakayım, göstersin?''

     O gün okulun ilk günü olduğu için kimsenin yanında Yurttaşlık Bilgisi kitabının olmaması doğaldı.

      Oysa ben,  dersi olsun olmasın, tüm kitaplarımı çantama koyar, öyle gelirdim okula... Dolayısıyla Yurttaşlık Bilgisi kitabı da çantamdaydı.

     Sınıftan ses çıkmayınca, cesaret edip, ''ben de var başöğretmenim'' diyemedim.

     Başöğretmen bir kez daha sordu.

     ''Kimsede yok mu?''

     Sınıftan çıt çıkmıyor.

     Öğretmenimiz, sessizliği bozdu.

     ''Henüz ders programını hazırlamadım müdür bey'' dedi Şükran öğretmen.

     Başöğretmen, önce öğretmenimize, sonra da bize dönüp.

     ''Pekala yarın herkes, ders olsun olmasın Yurttaşlık Bilgisi kitabını getirsin.  Kitap, geçen yıl okutulanın aynı, kitabın adını bilmeyenlere öğretmeniniz yazarının adını verir'' deyip, öğretmenimizin elini sıktı ve sınıftan çıktı.

     Başöğretmen sınıftan çıkarken, saygı gereği yeniden ayağa kalktık.

     Başöğretmen çıkar çıkmaz, öğretmenimiz bir el işareti ile bizi oturtup kara tahtanın başına geçti. Önce, büyük harflerle Yurttaşlık Bilgisi kitabının yazarının, ardından öteki kitapların yazarlarının adlarını yazdı kara tahtaya...

     ''Kitapçılara gidip; Ahmet Karabucak İlkokulu’nda okuyorum derseniz, listemiz onlarda var, kitapları alırsınız. Kitapçıdan almak istemeyenler ise, geçen seneki beşlerden alabilir. Bu sene de aynı kitapları okuyacağız. Bu arada başöğretmeni duydunuz; yarın mutlaka kitapla gelin sınıfa...

      Arkadaşlarım yazarların adlarını defterlerine geçirirken öğretmenimiz,

     '' Eveet ! Yaz tatilinde neler yaptığını önce kim anlatacak bakalım?''

 

                                                         ***

     Okul çıkışı doğrudan eve geldim. Önce anneme, daha sonra da işten dönen babama başöğretmenin sözlerini aktardım.

     ''Getir bakalım şu kitabı şu kitabı ''dedi babam.

     Yurttaşlık Bilgisi kitabını babama verdim. 

     Ne tepki verecek diye merakla izliyorum. Babam kitabın bir ön kapağına, bir arka kapağına baktı;  evirdi, çevirdi. Sayfalarını şöyle bir karıştırdıktan sonra bana geri verdi. Gülümseyerek, 

     ''Kitabı niye istediklerini anladım. Kitabı yarın okula götür, öğretmenine göster'' dedi.

     Elbette babama neyi anladığını soramadım.

     Ama merak etmedim de değil; neyi anladı acaba?


                                                          ***

     Ertesi günün sabahı, henüz sıralarımıza oturmuştuk ki öğretmenimiz ardımızdan sınıfa girdi.

     ''Günaydın arkadaşlar!'' Hep bir ağızdan ve coşkuyla,

     ''Günaydııınn!'' diye yanıtladık Şükran öğretmeni...

     Çantasından bir kitap çıkardı. Öğretmenin elindeki kitap, dün başöğretmenimizin sözünü ettiği Yurttaşlık Bilgisi kitabıydı.

     ''Şimdi herkes kitabını sırasının üstüne koysun bakalım.''.

     Ben, annemin özenle kapladığı kitabı çıkarıp masanın önüne koydum. Gördüğüm kadarıyla sınıfın yarısına yakının kitabı yoktu. Kitabı olan varsa da yanında getirmemişti sanırım.

     Öğretmenimiz, bir süre sınıfa göz gezdirdi.

     ''Gördüğüm kadarıyla herkesin kitabı yok. Kitabı olmayanlar yarın mutlaka getirsin; sınıfa almam yoksa.'' 

     Kendi kitabını eline alıp, sayfalarını çevirdi.

     Bulduğu sayfayı bize doğru döndürüp,

     ''Şimdi bu sayfadaki fotoğrafı, kitaplarınızdan yırtıp çıkaracaksınız.''

     Kitabın sayfalarını çevirmeye başladım. İlk fotoğraf Atatürk'ündü. ikincisi ise, İsmet     İnönü'nün... Öğretmenimizin kitaptan yırtmamızı istediği fotoğraf ise üçüncü  Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a aitti.

     Arkadaşlarımın bir bölümü Celal Bayar'ın fotoğrafının bulunduğu sayfayı özenli bir şekilde yırttıktan sonra katlayıp cebine koyuyor, bir bölümü de sayfayı yırtıp, buruşturduktan sonra götürüp, kara tahtanın yanındaki çöp kutusuna atıyordu.

     Ben, kalem açmak için kullandığım tıraş bıçağını kalem kutumdan çıkarıp, fotoğrafı özenle kestim ve her zaman yanımda taşıdığım defterlerden birinin arasına düzgünce  yerleştirdim.

     Fotoğrafı özenle kesip, defterimin arasına koymamın en önemli nedeni; Müfrit   Demokrat (1) olan babama bu fotoğrafı buruşturmadan vermekti.

     Kitaplardan Celal Bayar'ın fotoğraflarının yırtılması işi bittikten sonra öğretmenimiz,

     ''Çocuklar bu gün kitap getirmeyenler, yarın mutlaka Yurttaşlık Bilgisi kitaplarını getirsinler. İsterseniz fotoğrafı evinizde de yırtabilirsiniz, sınıfta da... Kontrol edeceğim ona göre.''

     Sonra kürsüye geçti;

     ''Evet! nerede kalmıştık?''


                                                            ***

     Okul çıkışı heyecanla eve gittim. Annem kitapla ilgili bir şey sormayınca, ben de bir şey söylemedim.

     Babam eve gelince, defterimin arasına özenle koyduğum  Celal Bayar'ın fotoğrafını gösterdim.

     Eline alıp, şöyle bir baktı.

     Kafasını iki yana salladı.

     Başımı okşayıp, fotoğrafı vitrinin üzerine koyduktan sonra, mutfaktaki anneme seslendi.

    ''Biz bahçeye çıkıyoruz hanım !'' dedi. 

----

Corona Tutukevi Nisan -2020

---

Açıklamalar

1-Müfrit Demokrat: Aşırı derecede, fanatik Demokrat Partili.



Pavyonu Kim Kapattı


Pavyonu Kim Kapattı

 
      Ekimin son günleri; hava sıcak; yazdan bir gün sanki.

     Taksi plakalı bir Amerikan arabası, köy kahvesinin önünde durdu.

     Ana yoldan ayrılıp köy yoluna giren taksinin ardından ona yetişmeye çalışan toz bulutu,  havada bir kaç saniye asılı kaldıktan sonra bir süre önce terk ettiği toprak yolla yeniden buluştu..

     Toz bulutunun dağılmasının ardından, köy kahvesinin önündeki üstü bedri (1) kaplı örtmenin altında oturan köylülerin meraklı bakışları arasında taksinin arka kapısından, uzunca boylu, güneş yanığı tenli, bıyıklı, 35-40 yaşlarında, gençten biri indi.  Kahvenin önündeki küçük su arkının üstündeki tahta köprüden geçip, 3-5 basamaklı merdiveni acele etmeden çıktı.

Kahvenin, merdivene yakın girişindeki masada oturanların önünde durdu.

Önce onları, daha sonra diğer köylüleri selamladı.

     'Selamunaleyküm ağalar!''

Kahvedekiler; oyun oynayanlar da dahil ,sandalyelerinde  öylesine bir  kıpırdanıp, ellerini göğüslerine götürüp, verilen selamı tek tek aldılar.

     ''Aleykümselam !.''

     ''Ve aleykümselam!''

     ''Merhaba!''

     ''Merhaba!''

     Gelen, tanış biri değildi.

     Kahvenin girişindeki masada oturan köyün yaşlılarından Kozanoğlu Mehmet,

     ''Hoş geldin efendi! Buyur otur.''

     '' Sağ ol emmi oturmayayım. Sırrı Ağayı arıyorum da'' dedi.

     ''Hele bir otur, soluklan, soğuk bir şey iç .''

     ''Emmi sağ ol, başka zaman kısmetse.''

     Domino oynayan köylülerden biri, yabancıya dönüp,

     ''Bayaktan (2) buradaydı, eve yemeğe gitti ellehem!''(4) dedi.

     ''Evde midir acep?''

     ''Evdedir evde, nerede olacak? Yemeğe gitti'' diye de üsteledi domino oynayan köylü.

     ''Evini tarif eder misiniz? Bilmiyorum da.''

     Örtmenin bir köşesinde tavla oynayan ve o ana kadar söze  karışmayan, Sırrı   Ağa'nın emmi oğlu Mustafa, tavladan kafasını kaldırıp,

     ''Na’pacan ki ağamı?'' 

     ''Çiftçi Birliği'nden tanırım, askerlik arkadaşım olur, bir işimiz vardı da.'' Mustafa tavlanın başından kalktı.

     ''Hayırdır ne işin var ağamla ?''

     Yabancı Mustafa'nın sorusunu ''ne yapacaksın birader, dert mi sana'' diye yanıtlamak isterdi ama bura köylük yerdi, aşağıdan almalıydı.

     ''Motor (3) alım satımı birader'' dedi.

     Yabancının ''motor alım işi'' demesi Mustafa'ya inandırıcı gelse de bir süre evi gösterip göstermemek konusunda kararsız kaldı. 'Bu sıcakta tee şeerden geldiğine göre işi önemli olmalı. Hemi de Sırrı Ağam'ı Çiftçiler Birliği'nden tanıyormuş' diye düşündü. Tavla oynadığı arkadaşına dönüp,

     ''Tavlayı kapama birezden gelir, devam ederim'' dedi. Arabaya geçtiler.

Yabancı arka koltuğa, Mustafa ön koltuğa oturdu. Köye geldiklerinden beri arabadan çıkmayan şoför, arabayı çalıştırıp hareket ettirdi.

     Sırrı Ağa 40'lı yaşlarda, köyün en geniş ailesindendi. Ailesi köyün kurucularındandı. Babası öldükten sonra ona ve kardeşlerine yüklü  miras kalmıştı. Köyün en büyük narenciye bahçesi onundu. Ayrıca büyükçe bir alana da pamuk ekiyordu. Köyün en varsılı olmasa bile hatırı sayılır varlığa sahipti.

     Taksi bir kaç yüz metre gittikten sonra, oturduğu ön koltuktan hafifçe geriye dönen Mustafa,

     ''Aha şu soldaki kemerli daş kapı. Siz önünde durup, bekleyin. Ben ağama habar edim.''

Arabadan inip, bir kaç adım attıktan sonra, kapıya varmadan geri döndü.

      ''Ağama kim deyim?''

      ''Sirkenli'den Ahmet, Kartal Duran'ın oğlu Ahmet de.''

     İki kanatlı büyük kemerli kapının bir kanadında, yayaların girip çıkması için yapılmış olan kapıdan çiftlik evine giren Mustafa, bir kaç dakika sonra geri döndü.   Arabanın yanına gelmeden ana kapının iki kanadını da açıp,  takside bekleyenlere içeri gelmelerini işaret etti.

     Araba hareket edip, çiftlik evinin büyük kapısından içeri girer girmez, Mustafa kapının her iki kanadını da kapattı.

     Sırrı Ağa, çiftlik evinin üst katında, merdivenin başında durmuş, konuğunu bekliyordu.

     Kartal Duran'ın oğlu Ahmet şoföre,

     ''Arabayı duvarın gölgesine çek, işim uzun sürmez'' deyip, merdivenlere doğru yürüdü.

     ''Vay hayırsız hangi yel attı seni buralara?'' 

     Kartal Duran'ın oğlu Ahmet sorma dercesine bir işaret yapıp, taş merdivenden üst kata çıktı, kucaklaştılar.

     Sırrı Ağa konuğuna sofadaki sırt yastıkları halı kaplı kirevitte(6) yer gösterdi.  Yanına geçmeden,

     ''Aç mısın? Az önce sofrayı kaldırdık.''

     ''Sağ ol Sırrı aç değilim.''

     ''Çekinme bre herif, sen yabancı değilsin, hemen bir sofra kurdurayım çocuklara.''

     ''Valla aç değilim. Ama yanında  suynan  bir acı kahveye hayır demem.''

     Sırrı Ağa içeri seslendi,

     ''Durdane bize iki şekersiz.''


                                                                    ***

      Ağa içtiği kahvenin fincanını yanındaki sehpaya koyup,

      ''Demek öyle; 10 bin lira lazım ha?''

     ''Heye (5) senedin yarın son günü.''

     ''Niye bu güne kadar bekledin ki?''

     ''Çukobirlik'e güvendim. Döktüğüm pamuğun parasını, ha bu gün ha yarın verirler diye bekledim ama boşuna. Buraya gelmeden gene muhasebeye uğradım; daha sıraya bile koymamışlar.''

      ''Olur, hallederiz. Ben üstümü değişip, şeerliklerimi giyesiye kadar bekle. Taksiyi de gönder; benim arabaynan gideriz bankaya'' Ahmet, taksi şöförüne parasını ödeyip, onu göndermek için avluya inerken, Sırrı Ağa da üstünü değişmek için sofaya bakan odalardan birine girdi.

 
                                                             ***

     Bankadan çıktılar.

     ''Valla sağ ol gardaşım, beni bir dertten kurtardın. Çukobirlik'ten bu gün, yarın paramı alırım. Alır almaz da parayı kontonda(6) bil. Hatta senet bile yaparız istersen.

Sırrı Ağa senet işine bozulmuş gibi yaparak, sitemli bir ifadeyle,

     ''Ayıp ettin şimdi bak! Senedi menedi  unut. Aramızda ayrı gayrı yok. Bilirsin biz askerlik arkadaşıyız. Çukobirlik'deki hak edişine gelince; bizim köyden bir ağabeyimiz yönetim kurulunda. Onun yardımıynan öne aldırırız ödemeni.

     ''Sağ ol!. Bu eyiliğini unutamam kirvem. darda komadın beni.

     ''Gardaşlık bu günlerde belli olur. Hadi ben buradan ayrılayım artık.''

     ''Valla olmaz! Bir kebap yedirmeden bırakmam seni. Bingöl'e götüreyim, kebap yer birer duble de atarız.''

     ''Başka işlerim var Ahmet. Daha ilaççıya uğrayıp; ilaç borcunu kapatacağım. Bir iki ufak işim daha var; halledip köye döneceğim. Daha sonra görüşürüz.''

Ayrılırken bir kez daha kucaklaştılar. Sırrı Ağa arabasına binerken, kendisini yolcu etmek için bekleyen Ahmet'e,

      ''Bingöl'ü unutma ha! Tamam mı?''

                                                           ***

     Sırrı Ağa Kartal Duran'ın oğlu Ahmet'ten ayrıldıktan sonra tarımsal ilaç ve gübre bayisi olan arkadaşına uğradı. Ona bahardan kalan ilaç ve gübre borcunu eksiksiz ödedi.

     Kahvelerini içerlerken ilaç bayisi,

    ''Eee na’pacan şimdi?''

    '' Bir kaç işim daha var, onları halledip köye dönecem  Şükrü.''

    ''Köyde ne işin var bre herif? İşlerini hallet, sonra seni akşam pavyona götüreyim.''

    ''Dönsem iyi olur. Yarın ırgatlar Bozyer'deki, pamuğun ikinci ağzını toplayacaklar. Yağmur gelmeden pamuğu Çokobirlik'e dökmek lazım.

    ''Aman Sırrı her gün mü geliyon şeere. Erken kalkarık; söz.''

Sırrı, bu öneriyi ikiletmeyip, 

     ''Olur, gidelim'' dedi.

     ''Ben mağazayı saat dokuz gibi kapatırım. Burada buluşup, önce kebap yer, sonra da pavyona giderik. Bendensin unutma!''

     Pamuk paralarının çiftçinin cebine girdiği bu günler, pavyoncuların yüzünün güldüğü, en çok iş yaptığı günlerdi. Paralanan ''hacıağalar'' soluğu pavyonlarda alırlardı. Pavyon sahipleri kendileri için sezon açılışı sayılan bu günlerde, ağırlıklı olarak İstanbul ve İzmir'den, genellikle sesleri değil ama yüzleri güzel sanatçıları transfer ederlerdi. Müşterilere hizmet edecek konsomatrisleri ise yöre erkeklerinin göz zevkini okşayacak sarışın ve balıketli olanlardan seçerlerdi. Konsomatrislerin gerçek sarışın olup olmaması pavyon sahipleri için sorun değildi. Saçların sarıya boyanması yeterliydi. Pavyonun loş ışığında, kafayı bulmuş müşterilerin, dertlerini dinleyen ve onlara acıklı yaşam öykülerini(!), bazen gözyaşları ile süsleyerek anlatan kadınların, gerçek mi yoksa sahte sarışın mı olduklarını fark edemeyeceklerini, yıllardır edindikleri deneyimlerden biliyorlardı.  


                                                        ***

    Kararlaştırdıkları saatte buluşup, Sırrı'nın arabasıyla kentin ünlü kebapçısı Bingöl'e gittiler. Kentin yerlileri, pavyon konusunda deneyimli oldukları için pavyona gitmeden önce bir kebapçıya gider, kebap yer, rakı içer, karınlarını doyururlardı. Çünkü kebapçıda yediğine, içtiğine ödediğin hesap, aynı şeyleri yiyip içsen de pavyonda ödediğinin yanında devede kulak kalırdı. Bu konuda deneyimli olan iki arkadaş, kebabın yanında bir de küçük rakı içtiler. Hesabı Şükrü ödedi; çıktılar.

     Önlerine çıkan ilk pavyonun önüne geldiklerinde Şükrü,

     ''Dur burada! Biraz bekle, ben artislere ve programa bakayım. İyiyse birer duble atar sonra bir başkasına gideriz. Arabadan inip, renkli ışıklarla aydınlatılmış pavyonun giriş kapısı önündeki, artist resimlerinin olduğu kartelalara (7) şöyle bir bakıp, kapıdaki görevliyle bir şeyler konuştuktan sonra döndü.

     ''Ne oldu? Beğenmedin mi? dedi Sırrı.

     ''Fena değil ama bir iki yere daha bakalım.''

     Şükrü bir kaç pavyona daha girip çıktı. Sonunda birini beğenmiş olacak ki; 

     ''Buradaki avratlar fena görünmüyor. Hoşumuza giderse burada oturur, olmazsa bir iki duble içer başka bir yere mitili (8) sesreriz. Ben sahneye yakın bir yer ayarlayayım. Sahibi de tanış olur biraz.''

     ''Valla buraların kurdu sensin, dediğin gibi olsun.''

     ''Sen arabayı park et. Ben masa işini halledeyim.''

     Şükrü arabadan inip, pavyonun girişine geldi, kapıda onu ''vay Şükrü bey! Özledik valla'' diye karşılayan şefin avucuna bir ellilik sıkıştırıp, kulağına bir şeyler söyledi.

      ''Lafı mı olur Şükrü bey, sen yeter ki emret.''

     Şef, Şükrü'nün kulağına fısıldadığı '' ağır misafirim var haberin olsun'' sözünü emir kabul edip, üzerinde ''rezerve'' yazısı bulunan sahnenin hemen dibindeki masayı hazırlatmaya başladı.

     Arabayı park eden Sırrı da gelince Şükrü,

     ''Nasıl beğendin mi yerimizi?''

     ''Dedim ya buraların kurdu sensin, bundan iyisi can sağlığı.''

     Garsonlar şefin tembih ettiği gibi masayı hafif mezelerle donattıktan sonra, Şef,

     ''Ne içersiniz? Her zamankinden mi?'' Şükrü olur anlamında başını salladı. Şef,

     ''İki İzmirli var yeni; sadece ağır misafirlere çıkıyorlar.'' Şükrü, onay almak için Sırrı'ya ‘ne diyorsun’ anlamında bir işaret yaptı. Onun olurunu da aldıktan sonra.

     '' Tamam'' dedi. ''Madem helal süt emmişler, gelsinler bakalım. Yaptığı ' helal süt emmişler' şakasını kendisi de beğenmiş olacak ki, garsonların servis doldurduğu rakı bardağına uzanırken gülümsüyordu.''

     ''Hadi en kötü günümüz böyle olsun.''


                                                               ***

     Program devam ederken, saat sabahın 2'si gibi Şükrü hesabı ödeyip, masaya yüklü bir bahşiş bıraktıktan sonra kalktılar.

     Tam arabanın olduğu yere giderken Şükrü,

     '' Sırrı gel şu bitişiğe de uğrayalım, cilayı orada çekeriz.''

     ''Geç oldu kirvem, seni bıraktıktan sonra köye anca giderim.''

     ''Gel yahu! Bu yaştan sonra avrattan mı korkar oldun? Birer bira içer çıkarız bre herif!''

     Sırrı, istemeyerek de olsa bir kaç adım ötedeki pavyona gitmekte olan Şükrü'nün peşine takıldı. Pavyonun önüne geldiklerinde kapıdaki görevli, onları göğüsledi.

      ''Kapalıyız beyler!''

     Daha selam vermeden, kapıdaki görevlinin yekten (9)  ''kapalıyız beyler'' demesine bozulan Şükrü,

      ''Kapalısınız da içeriden gelen türkü sesi ne oluyor?'' 

      ''Kapalıyız dedim ya beyim.''

Şükrü görevli ile  ''girerim girmezsin'' tartışmasına girince; başka bir görevli Pavyon'un şefini çağırdı. Şef, Şükrü'yü tanımış olacak ki, kapıdaki görevliyi oradan uzaklaştırıp,

     ''Şükrü bey hoş geldiniz, mesele nedir?'' 

      '' Pek hoş bulmadık kirve. Ortada bir mesele de yok. Sadece yarım saat oturup, bir şeyler içtikten sonra çıkacaktık ama seninkiler...''

Şef, Şükrü'nün sözünü kesip,

       ''Başka zaman olsa can baş üstüne ama bu gün olmaz. Bir kaç arkadaş pavyonu tamamen kapattılar. Onun için kimseyi alamıyoruz anlayacağınız.''

Pavyon kapatmak tam hacıağalara özgü bir şeydi. Eskilerin pavyon kapatma öykülerini duymuşlardı ama son yıllarda pavyon kapatan böyle bir babayiğit ne görülmüş ne de duyulmuştu.

Şükrü,

     ''Allah Allah!  Merak ettim ya! İçeri bakabilir miyim?'' Şef,

     'Belli etmeden, kapının gındırığından (10) bakıver Şükrü bey.''

Şükrü, pavyona açılan kapıya doğru giderken, Sırrı şefe,

     ''Bu devirde pavyonu kim kapatır ola? Buna güç mü yeter?''

     '' Valla ben de anlamadım. Dört kişi, aralarında 10'ar bin lira toplamışlar. 40 bin lirayı denkleyip, kapattılar pavyonu. Pamuk ağası bunlar;  para zibilullah(13)''.

40 bin lafını duyan Sırrı,

    '' Kim bunlar? Tanır mısın?''

    ''Birini iyi tanırım: Traktör alıp satar, adı Ramazan öteki de galiba Yüreğir köylerinden birinden, arada bir gelir.''

     Yüreğir köyleri sözünü duyan Sırrı, duyulur, duyulmaz bir sesle

     ''Ulan bunlardan biri bizimki olmasın sakın?'

     Pavyonun giriş kapısının aralığından içeriye bakan Şükrü'nün yanına gitti. Onu kenar çekip, kapının aralığından içeri baktı. İlk gördüğü; pırıltılı bir elbise giymiş türkü söyleyen bir kadın ve ardındaki saz ekibiydi. Gözleri loş ışığa alışınca; büyükçe bir masanın etrafında eğlenen kadın ve erkekleri fark etti. Masanın çevresinde 4 erkek vardı, bunlardan biri de tahmin ettiği gibi bu gün kendisinden traktörün senedi var diye 10 bin lira borç alan Ahmet'ti.

     Sunturlu bir küfür savurdu. Hemen omuz başında duran Şükrü,

     ''Hayırdır kirve niye sövdün? Tanıdık biri mi vardı içeride?'' 

     Sırrı, Şükrü'ye  yanıt vermedi. Onu  kolundan tutup, dışarı çıkardı. Park yerindeki arabaya doğru yöneldi. Sırrı'daki bu değişiklikten pek bir şey anlamayan Şükrü,

     ''Kirve cila?''

     ''Bir başka zaman kirve. Yarın er kalkacağım. Önce seni eve bırakayım.''

                                                       ***

Köye giderken, yol boyu gün içinde olanları düşündü. ''Ulan Ahmet akıl işi değil yaptığın bu devirde. Hadi paran olsa neyse. Hem günü gelmiş senedim var diyorsun hem de senet parasıynan pavyon kapatıyorsun. Aman bre herif!  Benim de düşündüğüm şeye bak! Paramı bilirim ben. Ne demiş atalarımız: Koyun, koyun bacağından, keçi keçi bacağından asılırmış. Allah bildiği gibi yapsın seni emi.''

Ana yoldan ayrılıp, köy yoluna saptığında horozlar ötmeye başlamıştı.


------

1-Berdi: Dere kenarları ve sulak alanlarda yetişen, sepet örmede ve çatı örtmede yetişen        bir tür saz ya da ince kamış. 

2-Bayaktan: Az önce

3-Motor:Traktör
4-Kirevit: Tahta kanepe, sedir6-Heye:Evet 

5-Heye:Evet

6-Konto: Hesap, banka hesabı

7-Kartela: Sinema afişlerinin ya da sanatço fotograflarını sergilendiği ahşap tanela.     8-Mitil:Yüzü geçirilmemiş, yorgan ya da yatak

9-Yekten:Birden, aniden

10-Gındırık: Kapının ya da pencerenin hafifçe aralık olması

11-Zibilullah: Sürüsüne bereket, çok fazla      





   

 

 




   




16 Mayıs 2020 Cumartesi

Delta Kanatlı Uzay Aracı

 

Delta Kanatlı Uzay Aracı

 

     Hukuk Fakültesi'ne kaydımı yaptırmış, Adana'ya dönmüştüm. Baba evinde bir kaç gün geçirdikten sonra, her köylü çocuğu gibi zibilliğin (1) kokusunu özlemiş olmalıyım ki, köye gittim.

     Amcamlara şöylesine görünüp, ayağımın tozuyla soluğu köy kahvesinde aldım. Kahvenin önündeki örtmenin (2) altında oturan köylülerim,

     ''Ooo hakim bey hoş geldin.''

     ''Hayırlı olsun, artık mahkemeye düştüğümüzde bize torpil geçersin.''

     ''Angara mı, Istanbıl mı?''

     ''Valla pravo, köyümüzden bir abukat daha çıktı.

     Sorulara teker teker yanıt verip, bir köşede oturan köy gençlerinin yanına gittim.

     Onlar da kutladılar.

     Yakın arkadaşlarımdan Yasin, bir ara kulağıma eğilip,

     ''Eve gitmeden, bize uğrayalım, babam seninle konuşmak istiyor'' dedi.

     Aslında köye gelişlerimde, davet beklemeden her zaman uğrardım    Kenan emmiye... Görüşme isteği ondan geldiğine göre, konu önemli olmalıydı. Doğrusu merak etmedim de değil. Her halde  kutlamak için çağırmadı beni.

      Bir süre sonra kahveden birlikte ayrıldık Yasin ile birlikte.

     ''Hayırdır oğlum konu ne? Neden görüşmek istiyor baban?''

     ''Eve gidelim, konuşuruz.''

     Kenan amca yaşamım boyu tanıdığım bir kaç ilginç insandan biriydi.   Kentte doğmuş, orada büyümüş, bir iş için köye geldiğinde, köyden biriyle;  Yasin'in anasıyla evlenmişti. Kendi kendine İngilizce öğrenmişti. İngilizcesi, köyden koleje giden öğrencilere bile İngilizce öğretecek düzeydeydi.   Kahveye pek gitmez, gitse de oradaki bardakların temizliğinden emin olmadığı için çay bardağını yanında götürür, sandalyesini  kıyıda köşede bir yere çeker, kahvedeki sohbetlere pek katılmaz, genelde dinlerdi. Kentte doğup büyümenin, üstüne üstlük bir de  yabancı dil bilmenin verdiği güvenle ve okuduğu yabancı dildeki dergilerin bilgi birikimiyle olacak; köydekilere biraz üstten bakar, hadi gerçeği söyleyeyim; onları küçük görürdü.

     Çok büyük bir düş gücü vardı.(2) Yıllar önce daha bizlerin normal telefondan haberimiz yokken, bir deftere yazdığı, konusu uzayda geçen romanında, kahramanlarını görüntülü telefonla konuşturmuştu.(3) Romanı, birkaç yıl önce defterinden bana okurken, yeniliklere açık olduğum halde içimden ''bu kadarı da olmaz artık'' demiştim.

     Kenan amcanın evi köydeki ata evimizin tam karşısındaydı. Tipik bir köy eviydi: İki katlı; alt katındaki odalardan biri mutfak, diğeri ise depoydu...  Hela, evden ve tulumbadan biraz uzakta, bahçenin aşağı yeli (4) almayan bir köşesindeydi. İkinci kat geniş bir sofaya açılan iki oda ve banyodan oluşuyordu.

     Beni sofada, ayakta karşıladı. Elini öptüm. Hukuk fakültesini kazandığımı o da duymuş olacak ki;

     ''Hayırlı olsun avukat olacakmışsın'' dedi.

     ''Öyle.'' 

     ''Keşke beni dinleyip dişçi olsaydın, daha iyiydi.''

     Sınav sonuçları belli olmadan bana diş hekimi olmamı öğütlemişti.   Nedenini sorduğumda ise;

     ''Nedeni şu: Oğlum bir adamın ağzında 32 diş var; dişçi olsan zengin olurdun'' demişti. 

     Hep birlikte odaya geçtik. Sedire oturdum.

     ''Hayırdır ?'' 

     ''Hayırı şu: Bildiğin gibi Yasin sanat okuluna gidiyor. O bir icat yapmış.  Şimdiye kadar kimseye söylemedik. İlk sana söylüyorum. Bu aramızda kalacak.''

     Bu güvensizliğe üzülmüş gibi yapıp, biraz da sitem ederek,

     ''Emmi, Yasin köydeki en yakın arkadaşım. Beni bilmiyon mu, burada konuşulan burada kalır. Güvenmiyorsanız....'' Sözüm yarım kaldı.Gülümseyerek elini omzuma koydu.

     ''Seniynen de şaka yapılmıyor be oğlum.'' 

     Sonra Yasin'e dönüp, anlat anlamında başını salladı.

     Yasin, büyük sırlarını anlatmaya başladı: Sanat okuluna gidip gelirken, bir kez çalıştıktan sonra, bir daha enerjiye gereksinim duymayan bir düzenek üzerinde düşünmeye başlamış. Günlerce bu düzeneğin çalışıp, çalışmayacağı konusunda kafa patlatmış. Sonunda bu işi başaracağı kanısına varınca; buluşundan babasına söz etmiş. Onun da onayını alınca benimle konuşmaya karar vermişler.

     ''İyi de ben ne motordan ne de elektrikten anlarım. Elektrikle ilgim düğmeyi açıp kapamaktan ibaret. Burada benim katkım ne olacak ki?''

     ''Senden teknoloji için destek beklemiyoruz, sadece çizim yapacaksın; iyi resim yaptığını biliyoruz'' dedi Kenan emmi.''

     Bu yanıtı duyunca rahatladım. Demek bilim dünyasına, çizimle de olsa bir katkım olacaktı. 

     ''Tamam çizmesine çizerim ama bana bunun nasıl işlediğini ayrıntılı  şekilde anlatmanız gerekli ki, çizimden istediğimiz sonucu alalım.''

     Yasin gizli icadını anlatmaya başladı. Düzeneğin ana elemanı özel bir aküydü. Aküden çıkan elektrik, bir motoru çalıştırıyor, motora bağlı dinamo da motordan aldığı güçle elektrik üretiyor ve bu üretilen enerji aküyü yeniden elektrik enerjisi ile yüklüyordu. Bu döngü böylece sürüp gidiyordu.

     Bu işe pek aklım yatmadı doğrusu. Bu kadar basit bir şey onca bilim adamının aklına gelmemiş ama Yasin'in aklına gelmiş. Yasin düzeneği anlatırken öyle coşkuluydu ki, '' Valla bu işe kafam yatmadı, bana olmaz gibi geliyor'' deyip, heveslerini kırmadım.

     Düzeneğin nasıl çalıştığını öğrendikten sonra anlatılanları, sonradan dolma kalemle üstünden geçmek için kurşun kalemle kağıda dökmeye başladım. Çize- sile, çize- sile,  yaklaşık bir saat sonra düzeneğin, ortaya çıkan çizimdeki gibi olacağı konusunda anlaştık.

     Çizim ortaya çıktı da bunu ne yapacaktık? Kenan emmiye sordum:

     ''İyi de bu çizim ne işe yarayacak Emmi?''

     Baba oğul birbirlerinin yüzüne bakıp, çizimi ne yapacaklarını bana söyleyip söylememe konusunda bir süre kararsız kaldıktan sonra, Yasin, 

     ''Nasa'ya göndereceğiz'' dedi.

     Hadi motordan elektrikten anlamam ama en azından Nasa'nın ABD'nin   Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi olduğunu biliyorum.

     ''Oğlum Nasa naapsın bu pojeyi ? Onların işi Uzayla, uzay araçlarıyla.''

     Bu soruyu beklememiş olacaklar ki; bu da nereden çıktı dercesine bir birlerine baktılar.

     Onların şaşkınlığı sürerken,

     ''Ama bir yolu var'' dedim. Onların '' yolu neymiş'' sorusunu beklemeden,

     ''Nasa uzayla ilgili olduğu için bu çizimi uzay aracına yerleştirir öyle göndeririz. O zaman ilgilerini çeker sanırım.''

     Bu düşüncem her ikisi tarafından da kabul görünce, bir de uzay aracı çizmemi istediler.

     Bu kez uzay aracı düşüncesini ortaya atan ben olduğum için, şekline de ben karar verecektim. Mevcut uzay araçlarının dışında bir şey olmalıydı ki, ilgi çeksin. Sonunda mekik (5) şeklinde bir uzay aracı çizdim. Çizdim çizmesine de bu mekik, pisti olmayan aya nasıl inecekti? Hadi indi diyelim, yeniden nasıl havalanacaktı? Hep beraber kafa patlattık. Sonunda çözümü gene ben buldum. Ayda yer çekimi az da olsa vardı. Ama uçakların ineceği bir pist olmadığı için, mekiğimiz doğrudan aya inse yere çakılırdı. Bunu önlemek için mekiğin üzerine bir helikopter pervanesi eklersem, bu sorunu çözebilirdim. Ne Kenan emmi ne de Yasin ayla ilgili yeterli bilgiye sahip olmadıkları için benim pervane düşüncem tartışmasız kabul edildi. Zaten mekik düşüncesi de benden çıkmıştı.

     Proje tamamlandı. ''Sonsuz enerji üreten motor'', mekiği uzaya götürecek; ayın üzerine geldiğinde, pervaneler mekiğin üzerinden çıkıp, mekiği yavaşça ay yüzeyine indirecek, uzay adamlarının oradaki araştırmaları bitince de mekik, pervane gücüyle ay yüzeyinden havalanacak, yeterli yüksekliğe ulaştıktan sonra pervane yuvasına girecek ve mekik uçak gibi hareket edecekti. Dünyaya inişinde ise pervaneye gerek olmayacak; uçak gibi piste inecekti.

     Bir hayli yorulmuştuk ama bu yorgunluğumuz bilim dünyasına yaptığımız katkının verdiği mutluluk yanında hiç değerindeydi. Kenan emmi,

      ''Ben bu gün yemekten sonra oturur, Nasa'ya İngilizce bir mektup yazar, çizimleri de ona iliştirip, Amerikan Konsolosluğu’na (6) elden veririm.   Bakalım ne olacak?''

     Bu konudan kimseye  söz etmeme sözü verdikten sonra ben, akşam yemeğine bekleyen amcamlara gittim.


     Ertesi gün Yasin ile buluştuk. Babasının erkenden mektubu vermek üzere kente gittiğini söyledi.

     Aslında işin başında, çizimleri yaparken bile bu projenin uygulanabileceğinden umudum yoktu. Çünkü çok basit olan bizim düzeneği,  teknolojik bilgisi olanların, özellikle bu işle uğraşan araştırma merkezlerinin gözden kaçırması olanaksızdı. Ancak, Kenan emmi ile Yasin'in bir başarma isteği ve bu istekten kaynaklanan coşkularını göz ardı edemezdim.

 

                                                      ***
   
 Aradan ne kadar geçti anımsamıyorum, Yasin'den bir mektup aldım.     Bizim proje Nasa'ya ulaşmış. Onlar da bir teşekkür mektubu yazıp, projemizi değerlendireceklerini söylemişler.

Nasa'da Kenan emminin yazdığı mektubu kim okuduysa, kesinlikle gülümsemiş ve mektubu ve çizimlerimizi çöp kutusuna atmıştır.

     Olsun! Çöp kutusuna atılacak bir proje de olsa, erinmeyip (7) yanıt verdiler ya. Ben ona bakarım.

-----

Corona Tutukevi


Nisan 2020

 


1- Zibillik: Hayvan gübrelerinin biriktirildiği yer. Çöplük.

2-Birçok kişi Kenan emminin esrar içtiğinden kuşkulanırdı.

3- İlk görüntülü telefon 1964'de kullanılmıştır. Kenan emmi ise bu romanı 50'li yıllarda           yazmıştı.

4- Aşağı yeli: Lodos. Güney batıdan eser ve kokusu gelmesin diye tuvaletler o yönde

    olacak şekilde yapılmazdı

5-  O zamana kadar, mekik şeklinde bir uçak görmemiştim. Bunu, defter kağıdından           yapılan ve mekik şeklinde olan basit ''avganlı'' uçurtmasından esinlenerek çizmiştim.

6- ABD Konsolosluğu o zaman Atatürk Caddesinde, Sabancı Apartmanının yanındaydı.

7- Erinmek: Üşenmek.

 



5 Mayıs 2020 Salı

25 Kuruşluk Baba


25 Kuruşluk Baba 

 Okul Müdürü, süklüm püklüm odasına giren Mehmet ile Mahmut'a kükredi:
     ''Nedir ulan sizlerden çektiğim terbiyesiz herifler! İyilikten anlamıyorsunuz, kötülükten anlamıyorsunuz.  Hiç adam olmayacak mısınız?''
     !!!
    '' Okulun merdivenlerine s..lır mı ulan?  Her basamağa bir püntük. (1) Ne biçim adamlarsınız, dağdakiler bile yapmaz sizin yaptığınızı. Hela mı ulan burası?''
     !!!
    '' Biri fark etmeyip üstüne bassa; kayıp merdivenlerden aşağı düşüp bir yerlerini kırsaydı, ne olurdu düşündünüz mü ?'' 
     !!!
     ''Beş Ocak Bayramında, kerusa(2) kiralayıp, davul zurna çalan iki aptalla (3) valinin, belediye başkanının önünden sanki kortejdeymiş gibi sarhoş sarhoş geçtiniz. Kerusada okulun adı madı yoktu da, Allahtan kimse ne olduğunu anlamadı.''
     !!!
     ''Beni sürdürecek misiniz ulaann eşşolu eşekler !... Tövbe tövbe! Bana ağzımı bozduracaksınız şimdi...''
     !!!
     '' Bu işler hep ikinizin başının altından çıkıyor. Ulan Mamıt, zayıf not verdiler diye öğretmenlerine kızıp, kaç kere bahçedeki palmiye ağacına tırmandın ha? 'Hadi in' dediğimizde, 'inemem, inerken düşerim de bir yerimi kırarım' deyince, seni indirsinler diye itfaiyeden yardım istemekten yoruldum ulan. İtafaiye müdürü her hal maytap geçiyordur (4) benimle, elaleme malamat(5) oldum.''

     Mehmet ve Mahmut, ellerini göbeklerinin altında kavuşturmuş, okul müdürü ile göz göze gelmemek için başları önlerine eğik, kıpırdamadan duruyorlardı. Her ikisi de  Ticaret Bakanlığı'na bağlı ''Ticaret Mektebi'ne'' devam ediyorlardı(6). Okul, ırmağa koşut bir caddenin üstünde; iki katlı, cumbalı, iki büyük palmiye ağacı ile küçük bir süs havuzu ve havuzun hemen yanında kameriyesi  olan, bahçe içinde tipik bir Adana konağıydı. Konağın alt katındaki odalar sınıflara ayrılmış, ahşap bir merdivenle çıkılan ikinci katta ise, okul müdürünün, yardımcısının ve öğretmenlerin odası bulunuyordu.
    Konağın bahçesinin bir köşesinde ise, okulun hademesi Ümeyye Efendi’nin kaldığı küçük  kulübe vardı. Ümeyye, Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizler safında Türklere karşı savaşırken, silah attığı insanların müslüman olduğunu anlayınca saf değiştirmiş; savaş bitince de memleketine, dönmeyip burada kalmıştı. Hiç evlenmemiş, yalnız başına yaşayan, inatçı ama çalışkan bir Libya Arabıydı.

***
     Mehmet'in babası, kente yakın bir köyde çiftçilik yapıyor, kentteki mağazasında ise buğday ticaretiyle uğraşıyordu. Yaz aylarını genelde köyde, kışı ise, Tepebağ'daki evlerinde geçiriyorlardı.
    Mahmut'un babası ise, Arasta'da deri işi yapan bir tabaktı(7). Dükkanı, aynı arasta'da deri işi yapan Memet'in halasının kocasının dükkanı ile yan yanaydı; yani him tim(8) komşuydular.
    Mehmet ile Mahmut'un arkadaşlıklarının geçmişi Arasta'ya dayanıyordu. İlk okuldayken, okul çıkışı öğlen yemeğini eniştesinin dükkanında yiyen Mehmet, gene öğlen yemeği için babasının dükkanına gelen Mahmut ile orada tanışmış; arkadaş olmuşlardı.
    İlkokulu bitirip de ortaokula gitmeleri gerektiğinde;  Mehmet'i Ticaret  Mektebi'ne yazdıran  babası, ' ne edecek başka mektebi, ticarete gönder; hemi hesap kitap öğrenirler, hemi de birbirlerine koltuk çıkarlar Kadir efendi' deyip, Mahmut'u orta okula göndermek isteyen debbağ Kadir efendiyi razı edip, Mahmut'u da  Ticaret Mektebine göndermesini sağlamıştı.
    Aynı okulda ve aynı sınıfta olmaları, Arasta'daki arkadaşlıklarını daha da pekiştirmiş; kardeş gibi olmuşlardı. Tatil günlerini birlikte geçirir, sinemaya, maça birlikte giderler, okullarının yakınındaki Kız Lisesi'nin önünde bekleyip, gözlerine kestirdiklerini takip ederler, ardını önünü düşünmeden  kavgaya birlikte girerlerdi .

Gözü kara oldukları için onlara okulda kimse  bulaşmaz, uzak dururlardı.

                                                        ***
     Müdürün, onları odasına çağırdığı günün sabahı Mahmut, kimsenin olmadığı bir saatte erkenden okula gelmiş; Ümeyye Efendinin uyuduğundan emin olduktan sonra ikinci kata çıkan tahta merdivenin her basamağına birer birer pisleyip, okuldan ayrılmış; zil çalmadan da sanki yeni geliyormuş gibi sınıfa girip, olacakları beklemeye başlamıştı.
    Merdiven basamaklarındaki pislikleri ilk fark eden Ümeyye Efendi olmuştu. Bu haltı kimin yediğini fazla düşünmeden anlamış, 'bu işi yapsa yapsa benim deliler yapmıştır' diye düşünmüştü. Gerçekte onları severdi. 'Haylaz, maylazdılar ama mert çocuklardı. Her zaman hal hatır sorarlar, onu hiç sigarasız bırakmazlardı. Ama neme lazım! vazife mühimdi ve sevgiden önce gelirdi'.
    Merdivenleri temizleme henüz başlamıştı ki geldiğini görüp, elindeki süpürgeyi ve kovayı bırakmadan müdürü üst kata çıkan merdivenin başında karşıladı.
     ''Hayırlı günleriniz olsun müdürüm'' deyip, başıyla, henüz temizleyemediği basamakları işaret etti.
Müdür önce sunturlu bir küfür savurup, bu haltı kimlerin yediğini sormadan, 
     ''Ümeyye! şu iki iti hemen odama getir’’ deyip, basamaklardaki pisliklere basmamaya dikkat ederek odasına çıktı.

***
Mehmet ile Mahmut, müdürün hiç bir sorusuna yanıt vermeden dikilip duruyorlardı.
     '' Bu boku size yedirirdim amma! Neyse... Yarın babalarınızı getirin. Onlarla konuşacaklarım var. Bu böyle gitmez. Şimdi yıkılın karşımdan eşek herifler.''
İki kafadar odadan çıkarken, kapıda bekleyen Ümeyye efendiye,
      ''Ümeyye! Bunların eline helkeynen (9) bir fırça ver, kendi boklarını kendileri temizleyip, merdiveni arısili yapsınlar(10)''

***
 Meehmet ve Mahmut, müdürün odasından çıktıktan sonra Ümeyye Efendinin de yardımıyla merdivenleri, zil çalıncaya kadar temizlediler.
Mahmut,
     '' Na'pacık lan, babamıza söyleyecek miyik?'' dedi.
     ''Kafayı mı yedin oğlum, söylenir mi? Babam duyarsa sürer beni allahıma, kitabıma.''
     ''Eee!''
     ''Eeee'si şu. Yarın sabah okula gelmeden erden(11) Kale Kapısı'na(12) varır, oradan iki Urumlu(13) tutarık. Ellerine üş- beş kuruş verir, yarım saatliğine babamız olun derik. Böyleliğinen ne Kadir emminin ne de babamın habarı olur.''
     ''Ne vaat düşündün bunları oğlum? Senden gorkulur, şeytan gibisin valla!''

***
     Ertesi sabah erkenden, Taş Köprü'nün karşısındaki Çiftçiler Birliği binasının giriş kapısının önünde buluştular. Ortalık aydınlanmış, ama güneş henüz doğmamıştı. Kiralık baba bulmayı umdukları Kale Kapısı, Çiftçiler Birliği’ne çok yakındı. Geçmişte, kentin doğu giriş kapısında bulunan kalenin kalıntısı  önündeki alanda  yüzlerce işsiz, her sabah erkenden  toplanır, kendilerine iş verecek olan işverenleri beklerlerdi. Deyim yerindeyse; emeğin alınıp satıldığı bir işçi pazarıydı burası... 
     Bir kaç dakika yürüyüp, işçi pazarına ulaştılar. Alan ana baba günüydü. İş isteyenler, işçi arayanların çevresini sarmış, işverenlerin kendisini seçmesi için adeta yarış ediyorlardı. İş için seçilenler ise, kendilerini seçenlerin ardına takılmış, onları iş yapacakları yere götürecek at arabalarına doğru yürüyorlardı.
Mehmet köylü çocuğu olduğu için daha önceden de babasıyla Kale Kapısı'na gelip işçi seçtiği için deneyimliydi. İşçi nasıl seçilir; seçilen işçiyle nasıl pazarlık yapılır biliyordu.
     ''Oğlum bunların arasından nasıl seçeceğiz babalarımızı, zor valla'' dedi Mahmut.
     '' Acele etme, sabırlı ol. Anana koca seçmiyok ya?  Efendiden birilerini buluruz elbet.''
Kalabalığın içine dalıp, kendilerine yakıştıracakları ''babaları'' aramaya başladılar. 
Bir süre sonra Mehmet,
     '' Babalarımızı buldum galiba.''
     '' Hani, kim, neredeler?''
     '' Şuradaki dudun dibine çömelmiş iki kişi var ya onlar. Bu pazarda iş bulmaları zor gibi. Babamız yaşında sayılırlar. Hadi gidelim.''
Dut ağacının yanın gittiler.
     ''Selamunaleyküm ağalar '' dedi Mehmet.
Adamlar kafalarını kaldırıp çocuklara şöyle bir bakıp, istiflerini bozmadılar.
     '' İş arıyorsunuz ellehem.''
     ''He arıyoruk'' dedi ötekinden biraz daha yaşlı olanı. ''Nideceen ki?''
Mehmet adamların Urumlu olduğunu konuşmalarından anlamasına karşın gene de sordu.
     ''Nerelisiniz ağalar?''  Ötekine göre yaşlı olan, çömeldiği yerden kalkmadan,
     ''Uluğışla'dan.  Nidecen ki?''
Mehmet onları ne iş yapacaklarını açık açık anlattı. 
     ''Yarım saatliğine babamız olacaksınız. Okula, müdürün yanına gideceğiz. O size bizim hakkımızda ne derse, 'tamam müdür bey, biz onlara cezalarını veririz, maraklanmayın' diyeceksiniz. Korkmayın, biz sizin arkanızda olacağız.''
Her iki Urumlu da çömeldikleri yerden doğruldular. Mehmet ile konuşan,
     '' Eyi de bizim menfaatimiz ne olacak bu işten?''
Mehmet biraz düşünür gibi yaptı. Ama daha önceden kararlaştırdığı miktarı söyledi.
     ''Adam başı 25 kuruş, hemi de yarım saat için. Okul iki adım mesafede. Daş atıp da kolunuz mu yorulacak?''
     O gün iş bulmaktan umutlarını yitirmiş olacaklar ki yarım saat içinde 25 kuruş  kazanacak olmalarını kar sayıp, pazarlık etmediler. Toparlanıp iki arkadaşın ardına düştüler.
    Okul yolunda Mehmet, müdürün odasına nasıl gireceklerini bir kaç kez daha anlatmış, anlayıp anlamadıklarını sınamak için de müdürün odasına nasıl gireceklerini, nasıl davranacaklarını, neler söyleyeceklerini yineletmişti.  Okulun kapısından içeri girmeden önce bir kez daha,
     ''Aman deyim unutmayın! Müdürün odasına girince şapkalarınızı çıkarıp, elinize alacaksınız. Başınız da eğik olacak'' dedi.
     Okula girer girmez, doğrudan Ümeyye Efendinin kulübesine gittiler. Mahmut gülümseyerek,
     ''Babalarımızı getirdik, Ümeyye  Efendi. Müdür gelesiye burada bekleyecik.''
Ümeyye Efendi, çocukların ardında duran Urumlulara  şöyle bir bakıp; bir şey demeden olur anlamında başını sallayıp, temizlik için okul binasına doğru yürüdü.

                                                        *** 
     Zil çaldı. Müdür de gelmiştir diye düşündüler. Biraz sonra Ümeyye Efendi yanlarına geldi.
     ''Müdür Bey babalarınızı bekliyor,'' deyip önlerine düştü.
     Önde Ümeyye Efendi, ardında iki kafadar, onların da ardında Urumlular, merdivenden yukarı çıktılar. Mehmet, Mahmut ve babaları(!) sahanlıkta beklerken Ümeyye Efendi, müdür odasının kapısını tıklattı. İçeriden müdürün 'geeel' sesini duyunca, kapıyı azıcık gındırıp(14), geri çekildi. Mehmet, Urumlulara, 'hadi içeri girin' anlamında işaret etti. İşareti, onların müdürün odasına girmeleri için yeterli gelmemiş olacak ki, arkalarından müdürün odasına itti.
İçeri ilk giren Urumlu’nun ayağı kapının eşiğine takılıp; adam, boylu boyunca müdür odasına düşünce,
     Müdür,
     ''Ahıra mı giriyorsunuz bre göreneksizler'' diye bağırdı. Kiralık babalar, böyle bir karşılama beklemedikleri için birden panikleyip, korkuyla odadan çıkarak, hızla merdivenlerden aşağı indiler. Şaşkınlıktan olacak; önce Ümeyye Efendinin kulübesine seğirttiler. Çıkışın orası olmadığını anlayınca da dönüp, okulun ana kapısından caddeye fırladılar. Arkalarından da Mehmet ve Mahmut...
Bir yandan kaçanları kovalıyorlar, öte yandan da
     ''Durun be ağalar, hiç olmazsa paralarınızı alın,'' diye bağırıyorlardı.
     Kiralık babalar, Kale Kapısı yerine, Tepebağ'a yönelip, bir süre sonra mahallenin dar sokaklarında yitip gittiler.

                                                                 *** 
     Müdür yardımcısı Mehmet ve Mahmut'u odasına çağırıp, her ikisine de tart(15) cezası aldıklarını söyledi. Okuldan bir hafta uzaklaştırılmışlardı. Okula gidemedikleri bir haftalık sürede, 'okula gidiyoruz' diye her gün evden çıkıp ya sinemaya gittiler, ya da kız okullarının önünde vakit geçirdiler. 
     Tart aldıklarından ne Mehmet'in ne de Mahmut'un babasının haberleri olmadı.
-----
Corona Tutukevi-İstanbul

Nisan 2020

-------
1-Püntük:Parça, bir parça
2-Kerusa: Fayton
3-Aptal-Abdal: Burada Çingene anlamında kullanılmıştır
4-Maytap geçmek: Dalga geçmek, alay etmek
5-Malamat etmek: Rezil etmek, kepaze etmek
6-1930'lu yıllar.
7-Tabak: Debbağ, deri işi yapan
8-Him tim komşu olmak: Çok yakın, duvar duvara bitişik komşu olmak
9-Helke: Kova
10-Arı sili: tertemiz, pırıl pırıl

11-Erden: Erkenden
12-Kale Kapısı: Adana'nın Taş Köprü'ye bakan doğu tarafındaki surlarında bulunan
   kente giriş kapısı.
13- Urumlu: Genelde Niğde, Ulukışla gibi yerlerde oturanlar için kullanılan deyim. Rum diyarı  anlamında. Türkçe'de ''R'' ile başlayan sözcük olmadığı için Rum, Urum diye  söylenir. Ramazan'ın halk arsasında Iramazan diye söylendiği gibi.

14-Gındırmak: Hafifçe aralamak
15-Tart: Bir haftalık okuldan uzaklaştırma cezası.