14 Kasım 2020 Cumartesi

CUMA DONU

 CUMA DONU

 

     Okulların tatile girdiği haftanın ertesinde mahalle arkadaşlarımla Eski Baraj gölündeki suyu kanallara aktaran havuzundayız. Yüzme yarışı yaparken, havuzun öte yanında 18-20 yaşlarında olduğunu sandığım zayıf, orta boylu biri, ellerini kavuşturmuş; bizleri izliyordu.

     Bu olağandı.

     Baraja gezmeye gelenler, suda yaptığımız oyunları izler, yüzme bilenler bizlere imrenip suya girer, bilmeyenler ya da yüzmek istemeyenler bir süre sonra giderlerdi. Bu yabancıyı meraklılardan biridir diye önceleri önemsemedim. Ancak bizi uzun süre izlemeye devam edince; fark ettirmeden, ‘acaba ne yapacak?’’ diye ben de göz ucuyla onu izlemeye başladım. Arkadaşlarım ise kendi alemlerinde; havuza girip çıkıp, oyunlarını sürdürüyorlardı.

     Yabancı bizi bir süre daha izledikten sonra, havuzun kenarındaki çalılığın ardına geçip, ağır hareketlerle soyunmaya başladı. Önce ayakkabılarını çıkarıp bir kenara koydu. Sonra gömleğini, ardından atletini ve bir süre çevreyi kolaçan ettikten sonra da pantolonunu çıkardı, dürdü; öteki giyitleri ile birlikte çalıların arasına yerleştirdi. Soyunduğuna göre suya girecek olmalı… Üstünde mayo niyetine giydiği; paçaları dizlerinin altına kadar uzanan, dedelerimizin ''cumadonu''dediği beyazı boza dönmüş bir içlik vardı. İçliğin ön tarafındaki, sol paçasında yeşil boyayla yazılmış, baş tarafındaki harfleri olmayan 'rikası' olarak okuduğum bir yazı dikkatimi çekti.

     Kolları, ellerinden dirseklerine kadar ‘’amele yanığıydı.’’ Dirseklerinden omuz başlarına kadar ve gövdesinin tamamı ise, hiç güneş görmemiş olacak ki; bembeyazdı.

    Havuzun kenarına geldi, çömeldi; ‘it oturuşunda’(1) gözlerini dikip, yeniden bizi izlemeye başladı.

 

                                                   ***

    Evimiz,  Eski Baraj diye bilinen Seyhan regülatörüne çok yakındı. Regülatörün çevresindeki sıtma ağacı(2) koruluğu, hafta sonlarında piknik yapanlarla dolar taşardı. Gerçi o zaman, Eski Baraj’dan daha geniş bir alana ve daha büyük bir göle sahip olan Yeni Baraj da vardı ama barajın kente çok uzak olması, üstelik oraya belediye otobüsü ya da dolmuş seferlerinin yapılmaması nedeniyle piknik yapmak isteyenlerce yeğlenmezdi. Ancak, genellikle özel arabası olanların gittiği Yeni Baraj,  ulaşım zorluğuna karşın evlenen çiftlerin vazgeçilmez uğrak yeriydi.

    Yeni evli çiftler, gölü ırmaktan ayıran bir yanı göl, öte yanı ırmak olan setin üzerinden geçtiklerinde, kendilerine yapılmış büyünün, bozulacağını inanırlardı. Önde gelin arabası, ardında gelinin çeyizini taşıyan; kasasının kenarlarına kilim ve halı serili kamyon, kamyonun ardında ise evlenen çiftin yakınlarını taşıyan arabalar, davul zurna eşliğinde setin üzerinden geçerlerdi. Düğün konvoyu setin bitimindeki meydanda durur, araçlardan inenler halay çeker, oyun oynarlardı. Gelin ve damadın oyunundan sonra, kadınların zılgıtları(3) eşliğinde araçlara doluşulur, büyünün bozulmuş olmasından kaynaklanan mutluluk duygusu ile geldikleri yoldan geri dönerlerdi.

 

                                                                ***

     O yıllarda, bayram günleri dışında çalışanlar ve öğrenciler için tatil, cumartesi öğleden sonra ve pazar günleriydi. Kentin sıcak havasından bunalanlar, ırmak kenarındaki sıtma ağacılarının gölgesinde, coşkuyla akan suya yakın bir ağaç dibinde ‘’iyi yer kapmak’’ amacıyla sabahın erken saatlerinde naylonlara(3), at arabalarına, faytonlara doluşur; Eski Baraj’a gelirlerdi. Ailenin kaplayacağı alanın sınırları, yere serilen çullarla belirlenir; birkaç küçük minder ve yastıkla da bu sınırlar pekiştirilirdi. Kadınlar kahvaltı hazırlığındayken, erkekler çizgili pijamalarını giyip, minderlerin üzerine yan kös gelir(4), erkek çocuklar kırk yamalı, deri toplarının peşinde koşarlar, kızlarsa, kahvaltı hazırlama telaşında olan analarına gönülsüz de olsa yardım ederlerdi. Arada bir çocukların yanlışlıkla vurduğu top, komşu piknikçinin ocaktaki çaydanlığını devirse de olağan günlerde aileler arası kavga yol açan bu davranış, ‘’piknikçiliğin hoşgörülü(!)’’ felsefesi nedeniyle kavgaya dönüşmez; çaydanlığı deviren çocuğun babası, o güne kadar ağzından çıktığına en yakınlarının bile tanık olmadığı, özür sözcüklerini isteksizce ve ıkına sıkına sıralar;

    ‘’Gusura galma emmisi, evde böyle deel. Meydanı boş buldu da’’ deyip, kendince özür diledikten sonra oğlunun kulağını çeker, ensesin de bir şaplak patlatırdı. ‘’Haklısın deyince değirmende kavga olmazmış’’ atalar sözü uyarınca, konu hır gür çıkmadan kapatılırdı.

 

                                                            ***

 

     Kahvaltı sonrası erkekler tavlanın başına geçerler, oğlanlar top peşinde koşuşturmaya bıraktıkları yerden devam ederler, kızlarsa ya ip atlar ya da biraz tatlı dil dökerek, çokça da tehdit ederek çocukların ellerinden aldıkları topla voleybol oynarlardı. Kadınlar mı? Onlar, tatilin tadını çıkarmayı sürdürür(!), kahvaltı sofrasını kaldırıp, bardakları, tabakları yıkayıp, ortalığı topladıktan sonra, öğlen yemeğinde yiyecekleri kebap için hazırlığa başlarlardı.

     ‘’Pazar günü Eski Baraj’a gidiyoruz, sen de gel’’ diye mektup yazıp, komşu çocuğunun eline 25 kuruş tutuşturduktan sonra, mektubu uzaktan uzağa sevdalandığı yavuklusuna gönderen genç kızlar, tavla oynayan babalarına ve yemek hazırlamaktan dünyayı gözleri görmeyen analarına sezdirmeden, bir ağacın ardında kendisini göz hapsine alan ‘’yavuklularına’’ kaçamak, işaretler gönderirlerdi.

     Öğleye doğru hemen hemen her ağacın altında kurulan mangallarda pişirilen etin kokusu koruluğa yayılır; çevreyi kaplayan yağlı kara duman, koruluğu gri bir tül perde gibi örterdi.

     Pazar günleri koruluk bayram yerine dönerdi. Simitçiler, aşlamacılar, dondurmacılar, ayrancılar, hedefe havalı tüfek attıranlar, çerezciler, halka tatlıcılar, seyyar atlıkarıncacılar, soğuk su satıcıları pazar günlerinin olmazsa olmazlarındandı.

Evimizin baraja yakın olması nedeniyle pazar günleri herkesin gelip geçtiği girişteki köprünün başındaki bir çam ağacının altında erkenden yer tutar,  

     ‘’İki dolu beşşş, iki dolu beşşş !’’(6) diye avazım çıktığı kadar bağırıp su satardım. Benim dışımda soğuk su satan başkaları da vardı kuşkusuz. Ama benim müşterilerim onlarınkinden daha çoktu. Onlar suyu ağzı açık kovalarda satarken ben buz kalıpları ile soğuttuğum suyu, bir sehpa üzerine yerleştirdiğim üstü çiçekli  bezle örtülü musluklu bidonla satar, bir günde 4-5 liraya para demezdim.

 

     Piknikçilerden yüzme bilenler ya da bildiğini sananlar, yasak olmasına karşın, bu yasağa uymaz; baraj gölünden kanallara su veren havuzlara girerlerdi . Ancak, iki üç haftaya bir bunlar arasından boğulanlar da olurdu. Eğlenmeye gelip de yakınlarından birinin sudan çıkarılan cesedini görünce feryat figan eden, saçını başını yolup, acı içinde umarsızca kendilerini yerlere atanların içler acısı hali, bu tür olayları sıkça gören bizlere bile dayanılmaz gelirdi.  Ama bir süre sonra boğulanı alıp götüren cankurtaran gözden kaybolunca; meraklı kalabalıklar dağılır, piknikçiler yaşama kaldıkları yerden devam edip, tavlalarının başına, toplarının peşine dönerler, ölen ise öldüğüyle kalırdı.

 

     Gene böyle bir yaz günü baraj gölünün hemen kıyısındaki tepede bulunan Asker Hastanesi’nde görevli, yüzme bilmediği halde göle giren bir arkadaşlarını kurtarmak için suya atlayıp, onu kurtarmaya çalışırken boğulan 7 askerin bir birlerine sarılmış halde sudan çıkarılan cesetlerini gördükten sonra, günlerce kendime gelememiştim. Bu sürede değil yüzmek, havuzların yanından bile geçmek içimden gelmedi.

 

     Ben ve benim gibi evleri baraja yakın olanlar pazar günleri suya girmezdik. Zaten hepimizin bir işi vardı. Kimimiz su satıyorduk, kimimiz de simit… Ama hafta içi yüzmeye gelen birkaç kişiyi saymazsak her yer bize aitti. Sabah kahvaltısından sonra mahalledeki arkadaşlarla buluşur, öğleye kadar doyasıya yüzer; öğle yemeğini evlerimizde yedikten sonra yeniden baraja gider, akşamüstü babalarımız işten eve gelmeden evlerimizde bulunmaya özen gösterirdik.

     Gerçekte kanallarda ve gölden kanalara su veren havuzlarda yüzmek yasaktı. Ama babam da dahil, çoğumuzun babası DSİ’de çalıştığı için, bekçiler pek ses etmezlerdi yüzmemize…

 

                                                           ***

 

     Cuma donlu bizi izlemeyi sürdürürken ben bir iki kez daha suya girip, çıktım. Ama gözüm hala onda. ‘Bu ne zaman suya girecek, bize niye bakıp duruyor '' diye düşünürken, birden ayağa kalktı ve kendini suya attı. Havuzlarda ırmaktaki kadar olmasa bile akıntı vardı.''Cuma donlu’’ kaşla göz arasında, akıntıya kapılıp, suda batıp çıkmaya başladı.  Ben o sıralar 9-10 yaşlarındayım. Hemen büyüklerimizi uyardım.

     ''Duran abiii, Memet abiii! adam boğuluyor, adam boğuluyooor!'

     Havuzun kenarındaki ağaçların altında kağıt oynayan Duran abi ve Memet abi, oyunlarını bırakıp, vakit geçirmeden hemen suya atladılar. Sekiz on kulaçtan sonra, cuma donluya yetişip, onu yakaladılar. Cuma donlu can havliyle kendisini kurtarmaya gelenlerin boynuna sarılmaya, istemsiz de olsa onları da suyun altına çekmeye çalışıyordu. Allahtan Duran abi de Memet abi de o güne kadar birçok kişiyi boğulmaktan kurtardıkları için deneyimliydiler.

     Birkaç dakika sonra onu güç bela sudan çıkardılar. Hemen Cuma donlunun başına üşüştük; yarı baygın gibiydi. Duran abi onu sırt üstü yere yatırıp, karnına bastırdı. Cumadonlunun ağzından biraz su çıktı. Sonra da kesik kesik öksürmeye başladı; yaşıyordu.

     Doğruldu, bir süre çevresinde halka oluşturmuş bizlere şaşkın şaşkın baktı. Memet abi, henüz başına ne geldiğinin farkında olmayan cumadonluyu kendine getirmek için yüzüne oturaklı bir tokat attı. Tokatın etkisi kendini hemen gösterdi. Cumadonlunun bakışları değişti, tokatın acısını unutup gülümsemeye çalıştı.

    Duran abi,

      ''Bilader madem yüzme bilmiyon, niye suya girdin?' dedi. Cumadonlu, birkaç kez öksürüp, boğazını temizledikten sonra biraz da mahçup;

      ''Hava çok sıcağıdı, sizlere bakıp; imrendim'' diye yanıtladı.

Niğde'nin Bor ilçesinin bir köyündenmiş. Askerlik için Adana'ya gelmiş, Asker Hastanesi’ne teslim olmadan önce barajı görmek istemiş. Bizim de suya girip çıktığımızı görünce, imrenip, bunaltıcı sıcağın da etkisiyle kendini suya atıvermiş.

     Biz onunla konuşurken, barajın bekçilerinden biri geldi. Olanı biteni anlattık. Bekçi ona bir sigara verdi. Cuma donlu bekçinin verdiği motorluyu(6), titreyen elleri ile dudaklarına götürüp, sigaranın dumanını yutarcasına ciğerlerine çekti.

     Sigardan birkaç nefes daha çektikten sonra artık kendine gelmişti.

Barajın bekçisi, kendisi gittikten bir kaç dakika sonra her şeyi unutup gene havuzda yüzeceğimizi bildiği halde, bize dönüp,

     ''Ulan! sizi görüp yüzme bilen de bilmeyen de suya girip boğuluyor. Bir daha burada yüzdüğünüzü görmeyeyim. Vallaha hatır gönül dinlemem, külahları değişiriz sonra’’deyip artık ezberlediğimiz uyarısını bir kez daha yapıp, görevini yapmış olanların rahatlığı ile cuma donluya,

    ‘’Hadi sen de sırtlarını(7) al, gidiyoruz. Bir daha da dibini görmediğin suya girme’’ dedi.

     Cuma donlu, çalıların arasına bıraktığı eşyalarını almak için ayağa kalktığında,  sarımsı beyaz donunun sağ kalçasına gelen bölümünde gene yeşil boya ile yazılmış arkasında ‘’t 50 kğ,’’ sol kalçasının üstünde ise; ‘’Kayseri Şe’’ yazısını okudum.

     Bekçi, cuma donluyu kolundan tutup götürürken, O geriye dönüp, bize gülümsedi. Minnettarlığı yüzünden okunuyordu.

                                                  ***

     Akşam babama doğal ki o gün olanların tümünü anlatmadım. Ancak, suya giren birinin donunda, yeşil mürekkeple yazılmış yazılar gördüğümü, bunların ne anlama geldiğini sordum.

     ‘’Neydi o yazılar,’’ dedi babam. Cuma donlunun içliğinde gördüklerimi babama aktardım.

    ‘’Oğlum, o yazının tamamı’’Kayseri Şeker Fabrikası Net 50 kg’’ dır. Yoksullar Amerikan (8) ya da kaput bezi satın alamadıkları için, şeker çuvallarını söküp, onlardan kendilerine don dikerler. Senin gördüğün adamın donu da şeker çuvalından yapılmış. Köyde bizim tarlada çalışan Urumlu(10) ırgatların iç donları da şeker çuvalındandı, belki anımsarsın
’’ dedi.

     Şeker çuvalından don giyen ırgatları doğal ki anımsayamadım. Ama üstü yazılı şeker çuvalından don dikiliyor olması bana komik gelmişti.

     Çocuk aklımla nereden bilebilirdim ki; yıllar sonra üstü yazılı mayoların moda olacağını?

     Cuma donlu, yazılı don giyerek ayırdında olmadan gelecekte ortaya çıkacak bir modanın öncüsü müydü? Kim bilir?

 

***

------

Dikili-Eylül 2020  

------

1-İt oturuşu: Ayak tabanları yere basılı şekilde çömelip, ellerini dizlerinin üzerinde öne doğru uzatarak yapılan çömelme şekli.

2-Sıtma Ağacı: Okaliptus. İlk kez bataklıkları kurutup, sıtmanın önüne geçmek  amacıyla 1800’lü yılların sonunda Adana’ya anavatanı olan Avusturalya’dan getirilmiştir.  

3-Naylon: Taktör römorku.

4-Yan kös gelmek: Dirseğine dayanıp, elini başına koyarak, bir yana uzanıp yatmak. Uzun oturmak.

5- İki dolu beş: İki bardağı beş kuruş.

6-Motorlu: Filtreli sigara

7-Sırt: Elbise

8-Amerikan:Yorgan yüzü, çarşaf, iç çamaşırı vb. yapımında kullanılan, düz, beyaz renkli ithal bezin kısaltılmışı. Amerikan bezi.



 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder