11 Haziran 2020 Perşembe

Bayram Yeri

Bir Zamanlar Adana(5)

Bayram Yeri

Bayramlar mı, yoksa biz mi değiştik? 
Aslında bu sorunun yanıtı; ''tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar'' sorusu kadar zor değil: Ne sadece bayramlar değişti tek başlarına, ne de biz; değişen dünya ile hep  birlikte cümbür cemaat değiştik.
Bu gün hangi çocuk babasına,
     ''Baba beni bayram yerine götür'' diyor ? 
Şimdilerde çocukların babalarına yöneltikleri soru cümlesinin içinden 'bayram yeri' çıktı, yerine 'Luna Park' geldi.
Benim çocukluğumda sürekli olmasa da zaman zaman kurulan Luna Parklar vardı. Ama bunlar, biz çocuklar için hiçbir zaman ''bayram yerlerinin'' yerini tutmazdı. Bayram yeri, bambaşka bir dünyaydı: Aileden, akrabalardan, konu komşudan, el öperek aldığınız bayram harçlığını, yani bir bakıma ''alın terimizin'' karşılığını, kimseye hesap vermeden harcadığınız mekanlardı bayram yerleri.

***
Yaşça benden büyük olanlar, Adana'da kurulan bayram yerlerini anlatırken;  ''Gül Bahçesi''(1) denilen yerde kurulan bayram yerinden de söz ederler. Gül Bahçesi'nde kurulan bayram yerini anımsar gibiyim; küçük bir alanda kurulduğu aklımda kalmış. Ancak bayram yeri olarak orayla ilgili belleğime yer etmiş hiç bir anım yok. Ama zaman zaman burada kurulan Luna Park'a ailece, bir kaç kez gittiğimizi anımsıyorum. Sonradan Luna Park'ın kurulduğu arsanın bir bölümüne sahipleri gül dikmişlerdi. Gül Bahçesi adı buradan gelir. Arsanın geri kalanına da bir girişimci, su bisikleti havuzu yapmıştı. O havuzda bir kaç kez su bisikletine binmiştim.

***
Benim anımsadığım ilk bayram yeri, Yeni İstasyon'un karşısında bulunan büyük bir arsada kurulurdu. Şimdi yerinde Cemal Paşa postanesinin bulunduğu bina var. Atatürk Evi Müzesi'nin bulunduğu alanda, -yanlış anımsamıyorsam- sadece bir kez kurulan bayram yerini saymazsak, Adana'daki bayram yerlerinin en ünlüsü, benim de ilk gençlik yıllarıma rastlayan ve en çok bayram anısına sahip olduğum, eski otobüs terminalinin karşısında, bugünkü Sabancı Camisi'nin bulunduğu alanda kurulan bayram yeriydi. 

***
Bayram yerinde neler olmazdı ki?
Bayram, yaz olsun, kış olsun, hangi aya rastlarsa rastlasın; bayram yerinin değişmez demirbaşları; tablada kebap yapan dürümcülerdi. Mevsim kışsa şalgamcılar, bahardan sonraya geldiyse bayram; aşlamacılar(2), bici biciciler (3), karsanbaççılar(4),' otuz iki dişe trampet çaldıran' gazozcular, çok çokçular(5), bayram yerlerine renk katan satıcılardı. Yeri gelmişken, katlanabilir, küçük ve kolayca taşınabilir tezgahlarına koydukları camekanda esans satan ''kokucuları'' anmadan geçmeyeyim. Gelene geçene, enjektörle kara kedi, altın damla, beyaz zambak ve amber esansı püskürten, isteyenlere de minik şişelere doldurdukları esansı satan kokucuların en önemli müşterileri, bayram yerine gelen köylülerdi. Halka tatlı, karakuş, taş kadayıf, Şam tatlısı satanlar, bayram harçlıklarımızın ortaklarıydı sanki; onları görüp de tatlı almadan geçen çocuk olmazdı. Biz çocuklar, tablacılar aracılığı ile farkında olmadan ülke ekonomisine önemli ölçüde katkıda(!) bulunurduk bayramlarda...
Çocuklara iki ya da üç tekerlekli bisiklet kiralayan, Arap Fevzi de bayram yerinin olmazsa olmazıydı. Gözünü tutmadığı büyüklere bisiklet kiraladığında; bisikleti alıp kaçmasın diye turu tamamlayıncaya kadar dili dışarıda, adamın ardı sıra koşardı.

 ***    
Çocukken, kayboluruz diye tek başımıza bayram yerine gitmemize izin verilmezdi. Beni ve kardeşlerimi ya babam götürür ya da dayılarıma emanet ederdi bizi; onlarla giderdik.  Çocukluğumun bayram yerlerindeki ilk anısı; tahtadan yapılmış, kayık biçimindeki salıncaklardı. Bacaklarımız, salıncağı hareket ettirecek kadar güçlü olmadığı için biz çocuklar salıncağın ortasına oturur, dayılarım karşılıklı olarak salıncağın iki ucuna geçer, onlar sallardı bizi... Bazen o kadar yükseğe çıkardı ki -ya da bana öyle gelirdi- salıncağın, kalasa tutturulmuş halkalarından çıkacağını sanır; ödüm patlardı korkudan.
Salıncakçının ''yandııı!'' demesiyle, sallanma süresi biter ama dayılarım, daha salıncaktan inmeden, yeni bir ödeme yapar, bir kez daha sallanmaya devam ederdik. Bayram sabahı bolca şeker yiyen, bu sebeple sallanırken kusan kız kardeşim salıncaktan indirilir, salıncağı hareket ettirmeden önce dayılarım, salıncakta kalan bizlere,
     ''Kendinizi tutun, sakın kusmayın ha!'' deyip, kusmayacağımıza dair onayımızı aldıktan sonra yeniden sallanmaya başlardık.
O yaşlarda en büyük arzum; büyüyünce salıncakta dayılarımdan birinin karşısına geçip, karşılıklı olarak, salıncağı hareket ettirmekti. Ancak yıllar geçip, salıncağı sallayacak güce eriştiğimde ise  dayılarım için bayram yeri çoktan ilginç olmaktan çıkmıştı. Ayrıca, bu süreçte teknoloji gelişmiş, çocukluğumun kayık şeklindeki tahta salıncakların yerini başka oyuncaklar almıştı

O günlerde kurulan bayram yerlerinde ilgimi en çok çeken gösterilerden biri de iki direğin arasına  gerilmiş, yerden 3-4 metre yükseklikte bir telin üzerinde, ellerindeki uzun sopalarla denge sağlayarak yürüyen cambazlardı. Telde yürürken, arada bir düşermiş gibi yaptıklarında, yüreğim ağzıma gelirdi. Cambazın tel üstünde gösterisi sürerken, yardımcılardan biri, elinde bir çanakla ''cambaz hakkı, göz hakkı, cambaz hakkı göz hakkı'' diye, seyirciler arasında dolaşıp, para toplardı. İşin garibi ben uzun zaman bayramlarda gösteri yapan tüm cambazların adlarının ''Hakkı'' olduğunu sanır; şaşardım.

Cambazın az ötesinde, birbirinden 40-50 metre olan iki direğin arasına gerilmiş bir telin üstünde makara yardımı ile hareket eden, bir tür teleferik vardı. Teleferiğin metal sepetine oturmak için bir kaç metre yükseklikteki platforma merdivenle çıkılır, platformda bulunan metal 'sepete' oturulurdu. Oradaki görevli ''sepeti'' hızla iter, bir süre telde kaydıktan sonra telin öteki ucundaki platformda bir başka görevli seni tutardı. Bu basit teleferikle  üç-beş saniye süren ama insanda  uçuyormuş duygusu uyandıran seyahatin hediyesi de 25 kuruştu.

Bayram yerlerinin olmazsa olmazlarının biri de sihirbazlardı. Onlar kendilerine ne kadar sihirbaz deseler de anne annem,''inanmayın onlara, onlar gözbağıcı;(5) yaptıkları hile anlaşılmasın gözünüzü bağlıyorlar'' derdi. Sihirbazların başlarında her zaman Hint usulu bir sarık bulunur, keçi sakallı ve bıyıkları yukarı burulmuş olurdu. Sihirin(!) etkisini artırmak için olacak, Hint usulü, işlemeli uzunca bir tunik ve parlak renkli şalvar giyip, aksesuarlarını tamamlarlardı. Anlaşılmaz sihirli(!)i sözcükler söylerler, ilk gösterilerini ise,  seyirci çekmek amacıyla çadırın önünde yaparlardı. Genelde bu gösteriler, ağızlarına pamuk tıkayıp, daha sonra pamuğu çiğner gibi yapıp, onları renkli şeritler halinde ağzından çıkarmak şeklinde olurdu. ''Masada yatan kızı büyülü sözler söyleyerek havaya kaldırma, şapkadan güvercin ve tavşan çıkarma, gazete kağıdından para yapma, ağzından ateş çıkarma, 4-5 elmayı havaya atıp; yere düşürmeden onlarla oynama gibi asıl gösterilerini  ise çadırda sergilerlerdi. Anne annem, bunlar göz bağıcı dediği için, gösteri sırasında gözlerimi iyice açar, hilelerini çözmeye çalışırdım. İtiraf etmem gerekirse, kimseye belli etmeden gözlerimi ne kadar belertsem(6) de gösteride bir hile bulamazdım. Bu gösterileri izlemenin bedeli de 25 kuruştu.

''Büyük fedakarlıkla getirdiğimiz; okyanuslardan balıkçılar  tarafından yakalanmış, hilkat garibesiii deniz kızııı, bu çadırdaaa! Geeel, geldim de görmedim demeee, sonra pişman olursuuunnn!'' 
Çadırın önünde bu ''hilkaat garibesini'' daha önce görmüş olan bir kişi bozgunculuk yapıp; çığırtkanı ağzı açık dinleyenlere,     ''
     ''Hemşehrim, aslı faslı yok. Kızın birinin belden aşağısına balığa benzeyen bir şey giydirmişler... Okyanus mokyanus hepsi hikaye'' demesine karşın, tanımadığın birinin deniz kızına ilişkin olumsuz sözlerine kulak asmaz, bastırır 50 kuruşu girerdim içeri.

Her zaman izlediğim gösterilerden biri de, duvarda motosiklet sürenlerin gösterileriydi. Bunlar, bayram yerinin bir köşesine kesik silindir şeklinde, tahtadan yapılmış pistte motosikletleri ile dönerlerdi. 3-5 dakika süren gösterilerinin bitmesine yakın, ceplerinden çıkardıkları Türk Bayrağını göğüslerine iliştirirler, bir kaç tur daha atarlardı. Sürücüler, izleyicilerin bayrak sevgisini kullanıp '' damardan girdikleri'' için seyirciler Türk Bayrağı'nı görünce çılgınca alkışlardı motosiklet sürücüsünü.  Ancak, orta okul fizik desinde ''merkez kaç gücünün'' ne olduğunu öğrendikten sonra motosikletle duvarda dönme gösterisi benim için ilginç olmaktan çıkmıştı. Hatta o gösteriyi izlemek isteyen arkadaşlarıma, çok bilmiş bir edayla, ''boşuna gitmeyin, tehlikeli mehlikeli değil, onların duvardan düşmesini engelleyen merkez kaç gücüdür'' derdim.
Ben nasıl deniz kızının sahte olduğunu söyleyen adamı dinlemeyip, çadıra girdiysem; benim de duvardan düşmeyen motorlar hakkındaki merkez kaç gücü kuramımı da kimse dikkate almadı. Motorların çıkardığı sesin çekimine kapılıp, daldılar içeri.

Bayram yerinin bir köşesinde kurulan çadırlarda, çakallar, kurtlar, maymunlar, tavus kuşları, insanlarla sohbet ettiği söylenen papağanlar,  peçeli güvercinler ve akbabalar vb. sergilenirdi. Bir ucum köylü olduğu için, bunlar bana ilginç gelmezdi. Ama bu çadırlardan birinde, kafesinde  miskin miskin uyuklayan bir boğa yılanını ilk kez görmüştüm. Hiç unutmam o gece düşümü ziyaret etmişti bu sarımsı beyaz yılan.

Bayram yerlerinde özellikle gençlerin ve doğal olarak büyüklerin ilgisini çeken önemli etkinliklerden biri de bir tezgah üzerine dizilmiş sigara paketlerine halka atmaktı. Halkayı hangi pakete geçirirsen, o paket senin oluyordu. 25 kuruş verip 3 halka atma hakkını elde ettiğin bu oyunu, en çok babam ve dayılarım oynardı.

Deriden bir topa yumruk atıp, üzerinde rakamlar yazılı, saate benzer bir aygıttan gücünün derecesini ölçerdin. Bırakın çocukluğumu, ala torlak(7) delikanlılık yıllarımda bile bileği güçlü biri olmadığım için hiç bir bayramda bu aletin yanına bile yaklaşmadım.

Ancak havalı tüfekle atış yapıp, hedefi vurunca hediye kazanılan pavyonlarda şansımı dener, fena ''atıcı '' olmadığım için ''güç ölçer saatte'' yapamadığımı burada yapıp, bir çok hediye kazanırdım.

***
Yıllar geçiyor, yaş alıyordum. Bu bağlamda teknoloji gelişmiş, bayram yerlerine yeni oyunlar, yeni oyuncaklar gelmişti. Çarpışan otomobiller, bir platform üzerinde dönen çeşitli hayvan maketleri, dönme dolaplar, atlı karıncalar...
Bunlar içinde en çok ilgimi çeken çarpışan otomobillerdi. Her bayram binerdim; hem de bir kaç kez.

Bayram yerinde en çok zaman geçirdiğim yerlerden biri de penaltı atanları izlemekti. Penaltı atılan yerde normal kaleden daha küçük bir kale ve kalede ise daha sen topa vurmadan öne çıkıp, görüş açını kapatan bir kaleci olurdu. O kadar penaltı atışı izledim, üç penaltıyı da filelerle buluşturan çok az kişiyi gördüm. Arada bir profesyonel futbolcular gelir, onlar her atışı filelerle buluştururlardı. Bir kaç atıştan sonra penaltı işini organize eden kişi, önce kaleciye kızar, baktı ki olmuyor futbolculara
     '' Ağabey bizi batıracak mısın? Artık atmasan '' diye sızlanırlardı.
Penaltı atan futbolcular ise, kendilerini izleyenlerin alkışları arasında  kazandıkları sigaraları geri verirlerdi.
Penaltı atacak çağa geldiğimde kafama koymuştum; ben de penaltı atacaktım. Futbol oynarken iyi penaltı attığım için kendime güvenim de tamdı. Benim için önemli olan sigara paketini kazanmak değil, topu üç kez filelerle buluşturmaktı.
Hazırlıklı gelmiştim: Bayramlık ayakkabılarımı çıkarıp, bir arkadaşıma emanet ettikten sonra yanımda getirdiğim futbol ayakkabılarını giydim.
Üç penaltının karşılığı olan 1 lirayı çığırtkanın eline sıkıştırdım. Kaleci kale çizgisinde. Göz göze geldik: Topa vururken ileri çıktı ama geç kalmıştı. Topu sağ ayağımın topuğuyla kalecinin sağından, direğin dibinden filelerle buluşturdum.
İkinci kez topun başına geçtim, daha kaleci yerinden kımıldamadan sol tarafıma yatıp, bu kez de sağ ayağımın içiyle kalecinin solundan çatala taktım.
Üçüncü kez topun başına geçtim. Niyetim; topu ayakkabının ucuyla kaldırıp, ileri çıkan kalecinin üzerinden aşırtıp, filelerle buluşturmaktı. Hafifçe gerildim, topa vurmama kalmadan kaleci, kaleyi terk edip, ileri fırladı. Hadi biraz abartayım; neredeyse kaleciyle burun burana geldim. Görüş açım o kadar daralmıştı ki  rast gele vurdum; doğal olarak top dışarı çıktı. Yitirmiştim yılların iddiasını... İtiraz da edemedim. Çünkü daha önce itiraz edenlere, bayramın zehir edildiğine bir çok kez tanık olmuştum. 

***   
Altmışlı yılların ortası...
Bayram yerlerinde çocukken ilgilendiğim bir çok etkinlik ya da oyun ilgimi çekmez olmuştu artık. Önceki yıllarda biri görür de babama söyler diye önünden bile geçmediğim, adı çadır tiyatrosu olan ama tiyatroyla uzaktan yakından ilgisi olmayan çadırlar ilgimi daha fazla çeker olmuştu. Ergenlik bu; şişede durduğu gibi durmuyor. Bir bayramın günü anamın, babamın elini öptükten, komşularla bayramlaştıktan sonra doğrudan, şimdi Sabancı Camisi'nin yerinde kurulan bayram yerine gittim.
Çadır tiyatrosunun (!) önündeki çığırtkan,
     ''İki oyuna bir bilet bu oyunlar bedava'' diye avaz avaz bağırıyordu. Bir süre bekledim ama doğrusu cesaret edip giremedim çadıra...
Cesaret toplamak ve zaman geçirmek amacıyla bayram yerinde bir süre dolaştım. Eskiden ilgi odağım olan çarpışan arabalar, cambazlar, ne de kız başlı yılanlar... Hiç biri ilgimi çekmedi; varsa yoksa ''İki oyuna bir bilet...''
Dönüp dolaşıp gene çadır tiyatrosunun önüne geldim;  yanıma, yöreme bakmadan, bir suçlu gibi; başım öne eğik, gişeden bir bilet alıp, çadırdan içeri daldım. Çadır henüz dolmamıştı. Sahnede bir adam, elindeki çemberden, bir fino köpeğinin geçmesi için komut veriyor, köpeği çemberden geçişinde şeker vererek ödüllendiriyordu. Anlaşılan ''tiyatronun (!) başlaması için sıraların dolmasını bekliyordu.
Oturduğum yerden seyircileri izlemeye başladım.
     ''Aralarında tanıdık biri var mıydı acaba?''
Tanıdık kimseyi göremeyince rahatladım.
Çadırdakilerin tümü benim gibi bıyığı terlemiş; yeni yetmeler, gençler, orta yaşlılar, hatta dedem yaşındakilerden oluşuyordu. Kısaca toplumun tüm kesimlerinden insanlar vardı. Çadır tiyatrosunun yetkilileri, çadırın yeteri kadar dolduğu kanısına varmış olacaklar ki; köpekli gösteri sona erdi. Ardından sahneye, ellerinde darbuka,  keman ve klarnet olan üç çalgıcı gelip; günün zamanın moda şarkısı Zennube'yi çalmaya başladılar. Çalgıcılar Zennube'yi çalarken, orta boylu, etine dolgun,- hatta bir haylı dolgun- renkli tüllere sarınmış 40'lı yaşlarda bir kadın, sahneye fırladı. Şarkının ritmine uyup, kalça sallamaya başladı. Dansöz, daha sahnede birkaç kez dönmüş ya da dönmemişti ki; seyirciler,
      ''Aç, aç, aç !'' diye hep birlikte el çırpmaya başladılar. 
Emin olmak için, seyircilerin arasında tanıdık biri var mı diye çevreye bir kez daha göz attım; tanıdık kimseyi göremedim. Aslına bakarsanız insanlar sahnedeki dansöze o kadar odaklanmışlardı ki, bırakın beni, ''babalarını bile tanıyacak '' durumda değildiler.
Orkestra(!) çalmaya devam ediyordu.
Dansöz, üstündeki renkli tülleri sırayla birer birer çıkardı.
Ama seyirci bu ''açılıp, saçılmadan'' pek bir şey anlamamış olacak ki; el çırpmaya devam devam ettiler,
     ''Aç, aç, aç!'' 
Dansöz, hızlı bir hareketle, kalçasının üstündeki allı, pullu kemeri, hemen ardından da gene pullarla süslü sütyeni çıkarıp, 'benden bu kadar' deyip, ıslıklar arasında sahneden ayrıldı.
Sahneye yeni gelen biraz daha genç ve balık etliydi. Başladı orkestranın(!) çaldığı parçanın ritmine uyup; göbek atıp, kalça sallamaya. Çadırdaki seyirciler ona da aynı tezahüratı yaptılar
     ''Aç, aç, aç!'
Bu dansöz, ilkinden daha cesur olmalıydı ki, sahneyi bir boydan bir boya şöyle bir dolandıktan sonra ''aç, açlara'' ilgisiz kalmadı, seyircilerin alkışları arasında, allı pullu sütyenini çıkardı.
Çadır, alkıştan, bağırış çağırıştan inliyordu. Dansöz eli ile çalgıcıları susturdu. Sahneye en yakın sırada oturan askerlerin önüne geldi, elini bikinisinin üstüne koyup, 
     ''Açiim mi, asker ağalar açiim mi ?'' demesiyle birlikte, ''açılacak yeri'' daha yakından görmek için arka sıralarda oturanlar yerlerini terk edip, itişip kalkışarak, askerlerin oturduğu sıralara doğru gelmeye başladılar. Bu karmaşa sürerken, çalgıcılar çalmayı, dolayısı ile dansöz de oynamayı bıraktı. Allah'tan bir kaç görevli gelip,
     ''Arkadaşlar! Yerinize gidin. Sahne yüksek, herkes görecek'' dediler de ortalık sakinleşti.
Çalgıcılar bu kez daha hareketli bir parça çalmaya başladılar.
     ''Aç, aç, aaaçç!''
Dansöz, bikiniyi sıyırdı. Aaaa ! Altında başka bir bikini daha var. Biraz göbek attı, durup, bir bikini daha çıkardı.
Bir daha, bir daha...
Her bikini çıkarışında, altından başka bir bikini daha çıkıyordu.
Sanırsın çadır tiyatrosu dansözü değil de iç çamaşırı defilesi mankeni...
Art arda 4-5 dansöz daha çıktı. Hep aynı şey oldu: önce tüller çıkarılıp atıldı, ardından kalçanın üstündeki püsküllü kuşak, sonra da allı pullu sütyen ve sayısız bikini...

Gösteri bitti ama seyircinin görmek istediği ''şey'', bir türlü ''arz-ı endam'' etmedi.
Gösteri sırasında her çıkan dansözün, kışladan izinli çıkan askerlerin topluca oturduğu sıraların önünde daha çok dans etmesi, dikkatimi çekmişti. Anladığım kadarıyla, 'asker ağalara' bir tür özel gösteri sunuyorlardı. 

O bayram çadır tiyatrosuna, ''açılması gerektiği halede açılmayan ya da zabıta korkusundan olacak bir türlü açılamayan ''şey'', belki bu kez açılır umuduyla bir daha gidip, üstelik ''asker ağaların'' hemen ardındaki sıraya oturdum ama umduğumu bulamadım(!). 

Bayram sonrası, arkadaşlarımla birbirimize 'bayramda neler yaptığımızı'' anlatırken, söz dönüp dolaşıp bayram yerindeki çadır tiyatrosuna gelince, çadır tiyatroları konusunda benden daha deneyimli arkadaşlarımdan biri
      ''Oğlum oraya gündüz değil, akşam saat sekizden sonra gidip, askerlerin arkasında yer kapacaksın. Gündüz zabıta var ondan korkuyorlar. Gece zabıtaların mesaileri bittiği için dansözler daha rahat dans ediyorlar.''
      ''Be kardeşim bunu daha önce söylesen ya!'' demedim, diyemedim. Ne de olsa serde delikanlılık var.
***
Unutamadığım; sayısız anılarımın olduğu bayram yerleri artık yok. Yerlerine camiler, çok katlı apartmanlar yapıldı. Artık dini bayramlarda yılda iki kez kurulan bayram yerleri, zaman içinde çağın teknolojisin sergilendiği Luna Parklara yenildiler.
Gerçeği söylemek gerekirse; bayramların da eski tadı kalmadı. Kimilerimiz kabul etmese de bu gerçek...
Ama gerçek ne olursa olsun ben, gene de çocukluğumun bayramlarını özledim.
-------

Haziran 2020
-------
Açıklamalar:
1-Gül Bahçesi: Eskiden Atatürk Caddesi'nin üzerinde, Sular yolu kavşağına varmadan solda kalan     gül dikili arsa.
2- Aşlama:Adanaya özgü, meyan kökünün suya ıslanmasıyla yapılıp, soğuk içecek
3-Bici Bici: Adana ve çevresine özgü nişasta ve sudan yapılan pelte. Üzerine rendelenmiş buz, pudra şekeri ve gül suyu dökülerek yenen tatlı.
4-Karsanbaç: Kardan yada rendelenmiş buzdan yapılmış, üzerine bal ya da pudra şekeri ve gül suyu
dökülüp yenen bir tatlı.
5-Çok Çok: Renkli gıda boyaları kullanılarak, ağda kıvamında yapılan tatlı. Tahta çubuklara sarılarak servis edilir.
6-Göz bağıcı: Sihirbaz
7-Ala torlak: Bıyığı yeni terlemiş, delikanlılığa adım atmış, acemi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder