16 Haziran 2020 Salı

Tarla Mahmut'u



Tarla Mahmut'u*


     Mart ayının sonları; güneşin eli kulağında; ha battı, ha batacak.

     Demirkırı (1) bir atın üstünde, 17- 18 yaşlarında, esmer, ince dalan (2) bir delikanlı, atını tırısa kaldırmış köyüne dönüyordu.

     Köyün kurucu ailelerinden olan Durmuş Ağa'nın ele avuca sığmaz ortanca oğlu    Mehmet'ti atın üstündeki delikanlı...

     Tarlada takımda gözü yoktu. Babasının deyimiyle 'avucuna osurup, burnuna tutan' delişmen biriydi. Gözünü budaktan sakınmaz; korku nedir bilmezdi. Nerede düğün dernek kurulsa; kendine okuntu (3) gelsin, gelmesin o düğünde boy gösterirdi. Düğün haberini aldı mı; beline parabellumunu sokar, atını eğerler, yakın arkadaşı ve kafadarı Hakkı ile düğün evine damlardı. Deyim yerindeyse nerede tıngırtı, orada buluntuydu.


                                                                 ***

     O gün öğleden sonra atıyla Kızılyer'deki bağlarına gitmiş, atını bağ evine bağlayıp, Tarzan adını verdiği zağarıyla bağdan pek uzaklaşmadan iki tavşan vurmuştu. Tavşanlar atının terkisindeki (4) heybedeydi.

     Anasına, 'akşama yemek yapma, tavşan getireceğim' diye söz verdiği için tavşanları bir an önce anasına teslim etmek için demirkırı topukladı. Bağdan ayrıldıklarından beri it linginde(5), atın  önünde giden Tarzan da dörtnala kalkan demirkıra ayak uydurup, hızlandı, bir süre bu şekilde koştuktan sonra köylünün tapır dediği kayalık  alana gelince birden durdu. Tarzan'ın durduğunu gören Mehmet de atın dizginlerini çekti.

     ''Bir şey mi gördün oğlum?''

     Tarzan, soruyu anlamış gibi fermaya durdu(6); bir ayağını kaldırdı, burnu ile de yolun kenarındaki çalılığı işaret etti. Mehmet, ‘tavşan gördü her hal' diye düşündü. Attan indi; bağdan ayrılmadan önce 'ne olur ne olmaz' diye fişek sürdüğü 16'lık tek kırmayı, dolu olduğundan emin olmak için bir kez daha kontrol etti, demirkırı dizginlerinden yol kenarındaki bir çalıya bağlayıp, Tarzan'ın burnu ile işaret ettiği yöne doğru, parmağı tetikte, hafifçe öne doğru eğilip, sessizce yürümeye başladı. Daha on, on beş adım atmıştı ki, çalılar arasında yatan çakal ölüsünü fark etti. Tüfeğinin namlusu ile çakalı çevirdi. Çakalın boynu parçalanmış, iç organları karnından dışarı çıkmıştı. 'Köyün itleri boğmuş olmalı' dedi.  Gerçekten de bu aylarda köpekler, kızan olan (7) dişi bir köpeğin peşinde dolanırlardı. Anlaşılan bir grup köpek, kızan olmuş bir dişinin ardına düşüp, tapıra kadar gelmişler, çakala rastlayınca da ona saldırıp boğmuşlardı.

    Mehmet, 'çakallar kurnaz olur halbuki. Tazı kadar olmasa bile köyün itlerinden daha hızlıdırlar. Neden kaçmamış ki' diye düşünürken, çakalın cesedinin bir kaç metre ötesinde boğulmuş üç çakal yavrusu daha gördü. Köpekler, hem anayı hem de yavrularını boğmuşlardı. 'Anlaşıldı neden kaçmadığı; eniklerini bırakamamış zavallı' dedi kendi kendine.

     Tam atını bağladığı yere dönüyordu ki, manık (8) sesine benzer bir ses duydu. Ses, boğulmuş çakal eniklerinin biraz ötesinden geliyordu. Bir kaç adımda sesin geldiği yere vardı. Çökmekte olan karanlık yüzünden az kalsın otların arasında kaçmaya çalışan  bir çakal eniğinin (9) üzerine basıyordu. Eğildi; eniği ensesinden tutup  otların arasından çıkardı. Enik, ancak iki, üç haftalıktı. İncecik sesiyle manık gibi miyavlıyor, umarsızca Mehmet'in elinden kurtulmaya çalışıyordu. 

     ''Kıpraşma Mamut efendi! Uslu dur bakalım.''

     Atını bağladığı ağaca doğru yürüdü. Tarzan'ın yanından geçerken,  köpek bir kez hırladı, ama deneyimli bir av köpeği olduğu için işi oluruna bıraktı. 

     Köye girdiğinde güneş batmış, hava iyiden iyiye kararmıştı.

     Köyün girişinde bir kaç köpek çakal eniğinin kokusunu almış olacaklar ki; bir süre peşlerine düşüp havladılar. Tarzan da onlara usulen karşılık verdi.


                                                               ***

     Evlerinin çevresi yüksek taş duvarla çevriliydi.

     Bahçe kapısından önce Tarzan girdi. Ardından demirkırı ile Mehmet...

     Atı sekiye çekip, indi.

     Mehmet'in geldiğini gören anası Zöhre Hatun, duvarın dibindeki ocağın başından kalktı, ellerini beline koyup,

     ''Nerede kaldın bre oğlum. Millet aş bekliyor. Yatsı oldu hala ortalıkta yoksun.'' 

      Oysa akşam ezanı yeni okunmuştu.  Mehmet elinde tuttuğu çakal yavrusunu anasına göstermek istemediğiiçin, ocağa yaklaşmadan,

     ''Anca geldik ana! Davşanlar biraz uğraştırdı.''

     ''Sana güvenip dezzenle enişteyi de yemeğe çağırdıydım. Dostuna güvenen ersiz kalır demiş atalarımız. Seninki de o hesap.

     Anası konuşurken Mehmet, atın terkisindeki heybeyi anasının önüne fırlattı.

     ''Davşanlar heybenin gözünde. Atı ahıra çekip geliyom  Maraklanma anaların güzeli. Davşanları, beş dakkada yüzer, hazır ederim.''

     Zöhre Hatun, heybedeki tavşanları çıkarırken, 'bu del'oğlanın datlı dili de olmasa çekilesi dert değil' diye söylendi.

 

Mehmet doğrudan ahıra gitti. Atı yemliğe bağladıktan sonra bir kavsara (10) bulup, dibini samanla doldurdu. Çakal eniğini kavsaranın içine koyup, ağzını bir telis çuval (11) ile kapattı. Kavsarayı da öküz yemliğinin üstüne yerleştirdi.

     'Sabah erden gelirim Mamut efendi maraklanma'' deyip, atın eğerini de aldıktan sonra ahırdan çıktı.

     Onlar yer sofrasında Zöhre hatun'un pişirdiği tavşan yahnisini yerken, kavsaradaki çakal eniği bir süre pavlayıp (12) derin bir uykuya daldı. 


                                                           ***

     Hergelecinin, evlerinin önündeki meydandaki Orta Kuyu'nun üstüne çıkıp,

     ''Hergele gidiyooor! Hergele gidiyoor!'' sesiyle uyanıp, kara donunu (13) üstüne çekip, güdüğünü (14) de sırtına geçirdi. Yattığı odadan alalacele çıkıp, doğrudan ahıra gitti.

 

     Kavsaranın üstündeki telis çuvalı kaldırdı.

     Çakal eniği uyanmış,duyulur duyulmaz bir sesle, birilerinden yardım istercesine pavlayıp duruyordu..

     Onu ensesinden tutup, kavsaradan çıkardı. ''Acıktın ellehem (15). Biraz eyleş, sana taze süt getirecem'' deyip, eniği yeniden kavsaraya koydu. Kavsaranın ağzını kapattıktan sonra hergeleye  yetiştirmek için aceleyle son ineği sağan anasının yanına gitti.

     ''Ana peynir çalmadan önce bana biraz süt ayır.''

     Mehmet'in sütle arasının olmadığını bildiği halde bu isteğe pek şaşırmış görünmedi Zöhre Hatun... 

     ''Mutfaktan bir tas al da gel o zaman.’’ Mehmet mutfaktaki su taslarından birini kaptı, geldi. Anası süt kovasından tasa süt koyarken,

     ''İçeceksen daha büyük tas getireydin oğlum.''

     ''Yok ana Mamut'a verecem.'' (15) 

     ''Mamut da kim ula?''

     ''Şimdi görürsün.''

     Ahıra gidip, Mahmut'a tastaki sütü içirmeye başladı. Çakal yavrusu sütü içmemek için önce direndiyse de açlık belasından olacak; direnmekten vazgeçip, sütü içmeye başladı.

     Son ineği de hergeleye gönderen Zöhre Hatun, Mahmut'un 'neye benzediğini' merak edip ahıra girdi. Mehmet'in su tasından bir eniğe süt içirdiğini görünce; 

     '' Na'pıyon bre oğlum? Sende heç akıl yok mu? Mındar (16) ettin o misilli tası. (17) İt eniğine süt verecek kırık bir desti dibi bulamadın mı?''

     Baktı ki Mehmet oralı değil, 'ya sabır''deyip,' baban ve gardaşların ezanla kalkıp, boz yere gittiler. Gayfeltilerini götür de bir işe yara bari!''  deyip ahırdan çıktı.


                                                               ***

     Mehmet'in çakal beslediğini öğrenen anası, babası, teyzesi, 'yapma, etme, çakal beslemek uğursuzluktur, eski köye yeni adet getirme' deseler de Mehmet, kimseyi tınmadı(18). Mahmut'u evcilleştirmeyi kafasına koymuştu bir kez. Mehmet'in çakal eniği beslediği köyde de duyulunca kimi köylüler, yüzüne karşı bir şey demeseler de ardından verip veriştirdiler. Bir gün köy kahvesinde söz dönüp dolaşıp Mehmet'in Çakal'ı üzerine gelince; köyün sözü dinlenen yaşlısı olan Hacı Salihler'den Yunus Ağa, 'çakalların bir zamanlar, şimdi itlerin yaşadığı gibi insanlarla birlikte yaşayıp; onlara yoldaş olduklarını, o sırada şimdiki çakallar gibi yabanda yaşayan itlerin bir gün, 'artık nöbet değiştirme zamanı geldi gardaşlar, sıra bizde, adem oğlu ile biraz da biz yaşayıp, onlara yoldaş olalım', diyerek çakallarla yer değiştirip, insanlarla yaşamaya başladıklarını; ama nöbet değiştirme sırası çakallara gelince de itlerin sözlerinde durmayıp, çakallarla yaptıkları anlaşmayı bozarak, nöbeti devretmediklerini' anlattı. 

     ''O yüzden çakallar her akşam köyün dışından pavlayıp, 'sıra bizde, sıra bizde derler. İtler de çakallara cuvaben daha vakıt var, vakıt var' diye ürüp (19) dururlar. Dedem ırahmetli böyle anlatmıştı. Bu yüzden Memet doğrusunu yapıp, çakalların hakkını vermiş'' diye Mehmet'e arka çıkınca; köyde kimse 'çakalların uğursuzluğunu' bir daha diline dolamadı.

                                                                 ***
     Mehmet, büyüyüp, artık kavsaraya sığmayan Mahmut için ahırın bir köşesine örgülü telden büyükçe bir yuva yaptı. Yuvanın kapısına yakın yere de yemek ve su koymak için toprak çanaklar yerleştirdi. Mahmut, kendi başına yemek yiyecek hale gelince, bir süre sütle beslediği eniğe de evdeki köpeklerin önüne konan yemek artıklarından vermeye başladı. Ara sıra da tavuklara saldırmasın diye pişmiş et yedirdi. Aynı şeyi enik iken alıp büyüttüğü zağarı beslerken de yapmıştı.

     Fırsat buldukça Mahmutla oynuyor, küçük ısırıklarına kulak asmıyor, kulaklarının arkasını parmakları ile okşuyor, başından kuyruğuna kadar sırtını sıvazlıyor, hemen her gün de yıkıyordu. Zaman içinde Mahmut'un kulak arkasının okşanmasından hoşlandığını, arada bir hırlasa da ısırmayı bırakıp sakinleştiğini keşfetti.

     Aradan bir kaç ay geçti. Mehmet, eniklikten  çıkıp, artık ergin bir çakala dönüşen Mahmut'a köyün köşkerine deriden, kilteli (20) bir tasma yaptırdı. Tasmaya geçirdiği demir halkaya da ince bir zincir uydurdu.  Artık tarlaya giderken Mahmut’u da yanında götürüyor; köpeklerin saldırısından korumak için onu, köyü çıkıncaya kadar kucağına alıyor, köyü geçip köpekler peşini bırakınca da tasmasındaki zinciri eğere bağlayıp atının yanı sıra yürütüyordu. Tarlaya giderken Mahmutla Tarzan birbirlerine alışsınlar diye ara sıra Tarzan’ı da yanına alıyordu. Tarzan Mahmut'a alışmıştı ama Mahmut'un onunla geçinmeye niyeti yoktu: Tarzan ne zaman yanına yaklaşmaya çalışsa; yabanıl doğası gereği tüylerini kabartıp, dişlerini göstererek hırlıyordu.

     Günler geçip, gidiyordu. Mahmut'un tel kafesin altından tünel kazıp, bir iki tavuğu boğazlamasının dışında  pek bir vukuatı olmadı. Ancak yaz başında, her yıl olduğu gibi köyün yakınına kadar gelen çakalların akşamları uzun uzun pavlamasına Mahmut da katılınca, Durmuş Ağa biraz sertçe,

     ''Bre oğlum, yazıya bırak gitsin şu hayvanı. Yeri bura deel . Hadi biz alıştık diyelim. Gonu gomşu ırahatsız oluyor pavlamasından. Ama hatır için ses etmiyorlar. Öte'ön (21) Anşa dezzen bile anana  ‘bacı valla uyuyamıyoruz bu çakalın pavlamasından' demiş.’’ 

     Mehmet'ten olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmeyince; onun sertlikten anlamadığını anımsayıp, sesini yumuşattı,

      ''Azıt (22) gitsin şu hayvanı oğlum, hayra girersin valla!''

 

                                                                      ***

     Temmuz'un ortası; Bozyer'deki pamuklar göbek boyunu geçmiş, çiçekler yer yer elmaya(23) dönmeye başlamıştı.

     Ağabeyi ve babası ile gittiği Bozyer'den dönen Mehmet, akşam yemeğinden sonra evin önündeki tahtta otururlarken küçük kardeşine,

     ''Zeyni ben yarın şeere gidiyom. İki üç gün kalıp, dönecem. Mamut sana emanet. Yemeğini, suyunu muyunu filan ver. Sakın kafesinden dışarı çıkarayım deme!''

     ''Olur ağa''

     ''Gerekmedikçe de ahırın kapısını açık tutma.''

     ''Tamam ağa.''

     ''Dediğimi yaparsan sana çok istediğin o eğri bıçağı alırım.''

     Mehmet ertesi sabah ezanla birlikte kalktı, atını eğerledi. Anasının, kentteki halasına götürmesi için hazırladığı öteberiyi koyduğu heybeyi atın terkisine yerleştirip, heybeyi de eğere sıkıca bağladı. Anasından siparişlerini de alıp, aralarındaki duvarın ardındaki teyzesine seslendi.

     ''Dezzee! Şeeere gidiyom. Bir ısmarıçın (24) var mı?

     ''Sağ ol Memedim, yok.''

      ''Eniştenin?''

      ''Onun da yokmuş. Sağlıcakla git, sağlıcakla gel.''

  

     Aynı gün öğleden sonra Zöhre Hatun'un ortanca bacısı Ayşe, küçük oğlana,

     ''Zeyni, ağan ne vakıt dönecemiş şeerden, bi'şey dedi mi?''

     ''Şeerde iki, bilemedin üç gün galacamış dezze.''  

     ''Eyi o vakıt! Şimdi beni eyicene diğne  bakalım. Bu Mamıt irezilinin elinden çektiğimiz yetti artık. O geldi geleli uyku muyku hak getire; unuttuk ırahat uyumayı.    Eğer onu götürüp, yazıya salarsan sana 1 lira veririm; söz. Vermessem musaf çarpsın...''

     Ağasından ödü patlayan Zihni,

     ''Olmaz dezze, valla olmazzz! Ağam öldürür beni. Öldürmeyle de galmaz, parça pinçik eder; itlerin önüne atar'' deyince, Ayşe teyze,

     ''Heç maraklanma yeğenim. Ben de yardım ederim sana, söz… Kimseye de bir şey söylemeyiz. Aşam yemeğinden sonra, el ayak çekilince kimseye görünmeden dezze yeğen ikimiz ahıra girip, Mamıt irezilini bir çuvala koyarık. Sen de çuvalı köyün dışına çıkarır, çakalı yazıda azıtırsın.

     Ayşe Hatun, uzun uzun dil döktü. Sonunda amacına ulaşıp Zihni'yi razı etti.


     Yatsı ezanı okunup, el ayak çekildikten sonra  Ayşe, bahçesinde direğe asılı olan feneri alıp, ahırın kapısında bekleyen Zihni'nin yanına geldi. Zihni'nin elinde bir çuval ve kazma vardı. 

     Zihninin elindeki kazmayı fark eden Ayşe,

     ''Çuval tamam da gazmayı na'pacan lan? Öldürecen Mamıdı?

     ''Yok dezze, delik açacam; sanki delik kazıp, gaçmış gibi...''

     Evdekilere görünmeden, sessizce ahıra girdiler. Ahırın köşesindeki kafese yaklaştıklarında, çakal, huylanıp hırlamaya başladı. Ancak hem bu gün, hem de ağasının olmadığı zamanlarda ona yemek ve su getiren Zihni'nin kokusu tanıdık gelmiş olmalı ki, hırlamayı kesti. Zihni, kafesin kapısını açmadan bir süre bekledi. Teyzesi onun hemen ardında çuvalın ağzını açmış bekliyordu. Zihni, 'zamanıdır' deyip, kağıda sarılı et parçasını şalvarının cebinden çıkarıp, kafes kapısının yanındaki çanağa koydu. Çakal bir süre yerinden kımıldamadı. Sonra kalkıp, yavaşça çanağa yaklaştı, eti önce kokladı; yiyip yememek arasında bir süre kararsız kaldıktan sonra tam çanaktaki eti kapıyordu ki, Zihni çakalı ensesinden yakalayıp, kaçmasına fırsat tanımadan başını yere bastırdı. Çakal başını Zihni'nin güçlü ellerinden kurtarmak için direniyor, arka ayaklarını kullanarak, kalkıp kurtulmaya çalışıyordu. Zihni, iki eliyle sıkıca tuttuğu çakalın kafasını yerden kaldırmadan onu kafesin dışına çıkardı. Teyzesi, elindeki çuvalı açıp, başı toprakta olduğu için art ayakları ile yeri tırmalayan çakalın, önce art ayaklarını çuvala soktu. Ardından çuvalı, çakalın sırtından boynuna kadar çekti. Zihni, sıkıca tuttuğu çakalın kafasını hızla çuvalın ağzından içeri itince; teyzesi de çuvalın ağzını bir urganla sıkıca bağladı.

     Çakal çuvalın içinde bir yandan inliyor,  dışarıya çıkmaya çalışıyordu ama çuvalın ağzını öyle bir bağlamışlardı ki, değil dışarı çıkmak, doğru dürüst hareket bile edemiyordu.

     ''Ben bunu zapt ederken sende kazmaynan telin altından delik aç, çabuk ol.   Enişten beni görmeyince maraklanır.''

     Zihni bir kaç dakika içinde  kafesten dışarı açılan çakalın sığabileceği büyüklükte bir çukur kazdı. Kazma işi bitince teyzesi,

     ''Şimdi zibil taşıdığımız el arabasına bunu koyalım. Kimseye belli etmeden, köyün dışına çık, gidebildiğin kadar uzağa git. Orada azıt. İtlerin korkusundan köye giremez bir daha... Aman Çuvalın ağzını açarken dikkat et ısırmasın. Başımıza  iş açmayalım gecenin otu.'' (25)


                                                                ***

     Mehmet üç gününün ardından köye döndüğünde yatsı ezanı okunalı çok olmuştu. Ama ortalık gündüz gibiydi; ay  gümüş bir tepsi gibi parlıyordu.

Eve geldi. Atından iner inmez, Tarzan, yattığı köşeden gelip ayaklarına dolandı. Mehmet Tarzan'ın başını okşadıktan sonra 'hadi oğlum ses etme' deyip, onun yattığı yeri işaret  etti. Akıllı köpek işaretin ne anlama geldiğini anlayıp, yerine döndü. Mehmet, atı ahıra götürmeyip bahçedeki asmanın çardak direğine bağladı. Eğeri de merdiven başına bıraktıktan sonra, kimseyi uyandırmamaya özen göstererek, sessizce tahta çıktı; soyunup, anasının akşamdan hazırlamış yatağa uzandı. 

 

     Uyandığında güneş çoktan doğmuştu. Giyinip, tahttan aşağı indi. Anası ocağın başında, büyükçe bir kazanda, sabah ineklerden sağdığı sütü kaynatıyordu.

Merdiven'in başında gerinen oğlunu fark edip, omzunun üzerinden,

      ''Eyi uyudun  maşallah! Birez bekle sana gayfelti hazırlayayım.

      ''Ismarıçlarını aldım ana, dezzeme de şalvarlık kestirdim.''

      ''Gördüm oğlum, sağ olasın.''

      ''Babamgil nerde?''

      ''Baban, gardaşların, dezzengil, çoluk çocuk incir toplamaya gittiler. Sen de bir şeyler yedikten sonra onların öğlen azığını götürüver.

     Mehmet, bahçenin ortasındaki tulumbada elini yüzünü yıkadı, anasının eline verdiği havlu ile kurulandı. Atını akşamdan bağladığı asmanın çardağından çözdü.    Anasına,

     ''Sen kahvaltıyı hazırlaya dur, ben atı ahıra götüreceğim, Mamut'a da bakayım, na'ptı ben yokken'' deyip, ahıra yöneldi. 

     Mehmet'in ahıra girmesiyle çıkması bir oldu. kahvaltı hazırlamak için mutfağa giren anasına, telaşla,

    ‘ 'Anaa! Mamut nerede? Biliyon mu?''

     Hiç bir şeyden haberi olmayan Zöhre hatun,

     ''Ne bilim oğlum, habarım yok! Zeyni'ye sor, o bilir. Bağa giderken yanında götürdü her hal!''

     Mehmet kahvaltıyı çar çabuk yapıp, bağdakilerin öğle yemeğini götürmek için atıyla yola çıktı.

     Bağa vardığında babası çardağın altında toplanan incirleri, tabanına incir yaprağı serdiği kasalara diziyordu.

     Atını kuyunun yanındaki dut ağacına bağlayıp, babasının yanına geldi.

     Selam verdi; Durmuş Ağa selamı, başıyla aldı.

     Mehmet, öğlen yemeğinin olduğu azık bohçasını incir kasalarının yanına koydu.

     Etrafını şöyle bir gözden geçirdi. Zihni yanında getirdiyse; çakal, bağ evinin çardağının altındı olmalıydı ama yoktu işte. Çakalın nerede olduğunu babasına sormak işine gelmediği için en iyisi Zihni'yi bulmaktı.

     ''Zeyni nerede baba?''

     Durmuş Ağa incir kasalarından başını kaldırmadan,

     ''İncirde, bekle birezden gelir.''

     Mehmet kardeşinin gelmesini beklemeden incir ağaçlarının bulunduğu bahçeye yürümeye başladı.

     İncir toplayanların yanına vardığında teyzesi ve eniştesi aşağıda, ağası, teyze çocukları ve bir kaç komşu çocuğu da ağaçlardaydı.

     ''Goley gelsin, bereketli olsun'' dedi. Teyzesi,

     ''Goleyse başına gelsin bizim oğlan.''

     ''Dezze Zeyni hangi ağaçta?'' 

     ''Derenin kenarındakilerdedir.''

     Mehmet dereye doğru yürüdü.

     Zihni, ağasının geldiği sırada ağacının tepesinde, elindeki çengelle, uzanamadığı incirlerin bulunduğu dalları kendine çekiyordu. Mehmet,

     ''Goley gelsin Zeyni!'' diye bağırdı aşağıdan.

     Zihni, ağasının biraz da sertçe çıkan sesini duyunca boş bulundu; az kalsın ağaçtan düşecekti.

     ''Buyur ağa!''

     ''Hele aşağı in de gonuşalım.''

     Zihni istemeye, istemeye aşağı indi. Rengi sararmıştı.

      ''Bıçağını aldım'' deyip, şalvarının cebinden kemik saplı, eğri bıçağı çıkarıp   Zihni'nin eline tutuşturdu. '' Mamut'u ne ahırda, ne de bağda göremedim, başka bir yere mi bağladın?''

     Ağasından böyle bir sorunun geleceğini başından beri bekliyor olmasına karşın   Zihni, hazırlıksız yakalanmış gibi bir kaç kez yalancıktan öksürüp, boğazını temizler gibi yaptı.    

      ''Ağa kaçtı, kaçmış valla. Senin şeere gittiğin günün gecesi kaçmış.''

      ''?''

      ''Çukur kazmış. Biliyon, yaz olduğu için ahırın kapısı da hep açıktır...''

      ''Utanmadan yalan söylüyon deel mi? Mahmut çukuru kazmaynan mı kazıp çıkmış kafesinden? Yaptığınız iş Allah'a bile hoş gelmemiş ki, şaşırtmış sizi; kazmayı kafesin yanında unutmuşsunuz.''

     Zihni ile Ayşe Teyzesi, çakalı çuvala koydukları gece, ahırdan aceleyle çıktıkları için kazmayı kafesin yanında unutmuşlar, o günden sonra ahıra bir daha  uğramadıkları için kazma orada kalmıştı.

     '!''

     ''Anşa dezzemin de parmağı var bu işte deel mi, doğru söyle?''

Zihni başını öne eğip, susunca, Mehmet sitemli bir sesle,

       ''Cuvabı aldım, sağ ol'' deyip, hızla oradan uzaklaşıp, atını bağladığı yerden aldı, babasının umursamaz bakışları arasında demir kırı topuklayıp, bağ evinden uzaklaştı.


                                                                   ***

     Eylül'ün ortası; çoğunluğu köyden olan çoluk-çocuk ırgatlar, Durmuş Ağa'nın   Bozyer'deki tarlasında pamuk topluyorlardı. Toplamaya, sabahın serinliğinde birbirleri ile yarışırcasına coşkuyla başlamışlar ama güneş yükselip de güz sıcağı bunaltmaya başlayınca; sabahki coşkularından eser kalmamıştı. Öyle yavaş topluyorlardı ki, önceleri yarım saatte ulaştıkları takım (26) başına artık bir saatten önce ulaşamıyorlardı.

     Tarla sahipleri,  pamukları ekerken, çiğitlerin arasına kavun ve karpuz çekirdekleri karıştırırlardı. Pamuk toplayanlar, kozaların dibinde biten karpuzlara rast geldiklerinde; onu aralarında üleşir, bunaltıcı sıcakta paylarına ince bir dilim bile düşse, mutlu olurlardı.

     Irgatların başında Mehmet vardı. Bazen, eli yavaş olup geride kalanların baranından (27) pamuk toplayarak onlara yardımcı olur, bazen da su isteyenlere tarlanın, takımındaki dut ağacının gölgesindeki toprak testiden su dağıtırdı.

     Pamuk toplayanları içinde ataları Osmanlı zamanında Sudan'dan köle olarak getirilen, teninin renginden dolayı, kara lakabı ile bilinen Şehnaz, boylu poslu, güçlü, eline çabuk bir kadındı. Her zaman, herkesten önde gider, gün sonunda öteki ırgatlar ancak 70-80 kilo toplarken onun bir günde topladığı pamuk 100 kilodan aşağı düşmezdi; erinden bile fazla pamuk toplardı Kara Şehnaz... 

     O gün de Kara Şehnaz, ötekiler sıcak nedeniyle adeta sürünürken, sıcak tan hiç etkilenmemiş gibi onlarla arayı açmış, neredeyse takım başına kadar gelmişti. Birden ayağa kalkıp,,

     ''Memet, Memeet!'' diye bağırdı.

     '' Yılan mı gördün Şehnaz bacı ?'' 

     ''Yok yılan deel! Kooş gel hele!''

     Mehmet elindeki testiyi düzgünce yere bırakıp, Kara Şehnaz’a doğru koştu.   Kadının eliyle işaret ettiği yere baktı. Gördüğü; üstünde koza bitmemiş, dairesel bir toprak parçasının ortasındaki kozanın dibinde bulunan, derisi çürümüş bir hayvan iskeletiydi.

İskelete dikkatlice bakınca, hayvanın boynundaki deri tasmayı tanıdı. Bu iskelet, yaklaşık iki ay kadar önce kardeşi ve teyzesinin 'kafesinden kaçmış' dedikleri Mahmut'a aitti. 

     Zihni, ağasının kente gittiği günün akşamı, teyzesi ile birlikte çuvala koyup, ahırdan çıkardığı çakalı, Bozyer'deki tarlanın takımına kadar el arabasıyla taşımış; takımın başına  gelince de çuvalın ağzını çözmüştü. Çakal, ağzı açılan çuvaldan can havliyle fırlayıp dışarı çıkmış, ama daha bir kaç adım atmadan, tasmasının ucundaki zincir, bir kozanın gövdesine takılmıştı. Kurtulmak için zincirin takıldığı kozanın çevresinde dönüp, çevredeki kozaları ezdiği için burada pamuk yetişmemiş, ortada yaklaşık bir buçuk metre çapında bir boşluk oluşmuştu. Tüm çabasına karşın kozaya dolanan zinciri çözemeyince de, temmuz sıcağında açlık ve susuzluktan  bir kaç gün içinde ölmüştü.

     Mehmet, çakalın yanına dua edermiş gibi bir süre iki dizinin üstüne oturdu.        Kozanın gövdesine dolanmış, tasmanın zincirini, çözdü, Şehnaz’a bir çuval getirmesini söyledi. Mahmut'u Şehnaz’ın getirdiği çuvala dikkatlice koydu. Çuvalı alıp, ayağa kalktı. İşlerini bırakıp, yanlarına gelen ırgatların şaşkın bakışları arasında, kucağındaki iskeletle dereye doğru yürürken, duyulur duyulmaz bir sesle,

      ''Yaptığını beğendin mi dezze!'' dedi.

------

Açıklamalar

(*) Olayın geçtiği yörede, Çakala Tarla Mahmu'tu derler.

1-Demir kırı: Siyah ve beyaz karışık gri renkli at donu(rengi)

2-İnce dalan: Zayfıça, ince, uzun boylu

3-Okuntu: Köylerde çağrılığa verilen ad. Bu bir tülbent, bir havlu vb. olabilir. 

4-Terki: Eğerin arkası, binek hayvanının sağrısı.  

5-İt Lingi: Köpeğin hızlı yürüyüş biçimi

6-Fermaya durmak: Zağar da dahil, kimi av köpeklerinin durup, tek ayağı havada, 

   burnu ile avın yerini işaret etmesi.

7-Kızan olmak: Özellikle evcil kedi ve köpeklerin genellikle mart ayında başlayan çiftleşme  zamanları.

8-Manık: Kedi yavrusu

9-Enik: Yeni doğmuş köpek yavrusu, çakal ve kurt yavrusu

10-Kavsara: Şerit halinde kesilmiş, kalınlığı 1mm, eni 3-4 cm olan ağaçlardan örülmüş,  tabanından tepesine yüksekliği yaklaşık 1 m. olan kesik koni biçimli, ağız kısmında iki  tutamağı olan sepet.

11-Telis Çuval: Keten ve kenevir gibi bitkilerden dokunmuş kumaşla yapılan çuval

12-Pavlamak: Çakal uluması

13-Kara don: Şalvar, siyah renkli şalvar.

14-Güdük: Öyküdeki anlamı: Yakasız erkek gömleği

15-Mahmut: Bizim oralarda çakala ‘tarla mahmut’u’ derler.

16-Mındar-Mundar: Pis,kirli

17-O misilli : Mis gibi, o güzelim, çok iyi

18-Tınmak: Aldırış etmek, önemsemek

19-Ürmek: Köpek havlaması     

20- Kilte: Toka, metalden yapılmış küçük ayakkabı tokası.

21 Yazı: Köyün dışı, kırsal alan

22-Azıtmak: Öyküdeki anlamı: Uzaklaştırmak, eve geri gelmeyecek şekilde tenhaca    bir   yerde terk etmek

223-Elma:Öyküdeki anlamı: Çukurova Köylerinde pamuk bitkisinin, çiçekten sonraki     evresi. Yeşil ceviz büyüklüğündedir; pamuk içinde olgunlaştıktan sonra çatlayıp dışarı  çıkar. 

24-Ismarıç: Şipariş

25-Gecenin otu: Akşamın geç vakti

26- Takım: İki tarla arasındaki, ekim yapılmamış sınır.

27-Baran: Öyküdeki anlamı: Özellikle pamuk tarlalarında bulunan, üzerinde pamuk   bitkisinin bulunduğu, birbirine koşut, yaklaşık  50 cm enindeki çizgiler.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder