13 Mart 2020 Cuma

Curun


CURUN

 

     Babam annemi kaçırdıktan sonra bu mahalleye gelin getirmiş. Ben burada doğdum; iki kız kardeşim de... Buraları Adana'nın dış mahallesi sayılıyordu o günlerde. Sakinleri genelde Reji (1) ve çırçırda (2) çalışan, insanlardı.

     Oturduğumuz ev kiraydı. Ev sahibimiz, kocasını yıllar önce yitirmiş, yetişkin çocukları ile birlikte kimi zaman Reji'de, çoğu zaman çırçırda çalışıp; para buldukça, avluya bir göz oda daha ekleyerek kiraya veren, benim nene dediğim Sitti Hatundu.

     Bizim ev, onun çocukları ile oturduğu evin ikinci katıydı; mutfaklı, banyolu ve sofalı...

     Sokak kapısından içeri girildiğinde, sizi kocaman bir avlu karşılardı. Kimi tek katlı, çoğu tek gözlü evler, avluyu çevrelerdi. Avluda, herkesin ortak kullandığı banyo, tuvalet, tulumba, yemek pişirilen ve  kazan kaynatılan biri büyük diğeri küçük iki ocak vardı. Tulumba ve onun önündeki atık suların toplandığı curun (3), bizim eve çıkılan merdiveninin yakınındaydı. Tuvalet, avlunun en ucunda, sırayla kullanılan banyo ise; komşu evin bahçe duvarına bitişikti. Evlerinde ayrı bir mutfağı olmayanlar, yemeklerini gaz ocakları varsa; evlerinin bir köşesinde, gaz ocakları yoksa bahçedeki ocaklarda ya da kapılarının önüne koydukları maltızlarda (4) pişirirlerdi. Tek gözlü evlerde, eve yakın okullarda okuyan; kent dışından gelen öğrenciler kalırdı. Curun dolunca onu boşaltmak, avluyu ve evin önünü süpürmek de sırayla yapılırdı. Tulumbadan çıkan atık su curunda toplanır, dışarıya akıntısı olmayan curun dolduğunda; sırası gelen komşular, biriken suyu kovalarla taşıyıp, sokağa dökerlerdi.  Nedense annemin sırası geldiği halde ne curunu boşalttığını, ne de avluyu süpürdüğünü hiç görmedim. Lise okumuş olan annem, komşulara  roman okur, gittiği filmleri, efektlerini bile eksik etmeden anlatırdı. Annemin film anlatmasından çok hoşlanırdım. Ortak temizliğe katılmamasının nedeni buydu sanırım.

                                                                            ***

     Avluda hummalı bir faaliyet var: Gene bir çamaşır günü...

     Ben her çamaşır gününde olduğu gibi, evimizin tahta merdivenine oturmuş, annemin, ‘sakın yerinden kalkma!' uyarısını kulak ardı etmeden, dirseklerimi dizlerime dayayıp, ellerimi çenemin altında birleştirerek, yerimden kımıldamadan bir oyun izler gibi avluda olanı biteni izliyordum.

     Avlunun bir köşesindeki büyükçe bir ocağın üstünde,  içinde varillerde biriktirilmiş yağmur suyu kaynatılan, isten kapkara olmuş kocaman bir bakır kazan var. Hemen yanındaki küçük ocaktaki kazana ise iki kız çocuğu,  ellerindeki çingillerle (5) varilden su taşıyorlar...

Ocakların önündeki bir taşın üstüne oturan sekiz on yaşlarında, zayıfça bir kız çocuğu, gözlerini alevlerden ayırmadan, oturduğu yerden kazanın altına, aralıklarla odun atıyor. Ocaktan çıkıp, kazanın çeperini yalayarak yükselen alevlere bakıp, kim bilir ne düşler kuruyordu? Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme; yaptığı işten gönenmiş (6) gibi bir hali var.

 

     Kazanın biraz uzağında altı yedi kadın, önlerindeki leğenlerde, çamaşırları hırsla, belki de kösnül (7) bir duyguyla kirlerinden arındırmaya çalışıyorlardı..

Otuzlarında, akça pakça bir kadın,  leğençede (8) çocuk bezi yıkamaya çalışan kızını dirseği ile dürtüp,

    ''Kalk kız! Biraz daha su getir kazandan.'' diye yumuş buyurunca (9) kız, sabunlu ellerini, rengi solmuş basma fistanında kurulayıp, hemen yanı başında duran çingili kaptığı gibi kazana doğru yekindi (10).

     Gençten bir taze,

    ''Bacım'' dedi, hemen yanı başında çamaşır yıkayanlardan birine. ''Ben bu herifin göyneğini, naap'sam ağartamıyorum. Naa'pıyor, nee'diyor bilemiyorum. Bak şu yakalarına, o kadar çitiliyorum bana mısın demiyor, tokaçlayacağım (11) ellehem.’’

     ''Yeşil ilen çıkmaz, beyaz kullan. Tokaçtan sonra çivitli suya koy biraz, çivit kiri pek göstermez... Tokacı da usturuplu vur ki,düğmeler kırılmasın.''

     ''Tamam.''

    ''Çivit Öküz Baş (12) olsun ama... Gavur malı, Bakkal Hulisi'de var. Sende yoksa benimkini kullan.’’

Çamaşır yıkayanların biraz ötesinde, elli yaşlarında, eteğini şalvarının içine sokmuş topluca bir kadın, yassı bir taşın üstüne koyduğu çamaşırı tokaçlıyor. Tokacı çamaşıra her vuruşunda, sanki birinden hırsını alır gibi ciğerlerinde biriktirdiği soluğunu boşaltıp, hıhh, hıhh diye tuhaf sesler çıkarıyor, üzerinde, kirden rengi görünmeyen faniladan başka  giysi bulunmayan 3-4 yaşlarında oğlan çocuğu da tokaç sallayanın karşısına geçip, kadınının tokacı taşa her indirip, kaldırışında ona öykünerek (13), hıh, hıh diyerek kafasını aşağı yukarı  sallıyordu.

Çamaşır tokaçlayan kadın biraz soluklanmak için tokaçlamayı bırakınca; az önce erinin gömleğinin kirinden şikayet eden tazeye dönüp,

    ''Kız Düriye! Al sidiklini karşımdan. Allah göstermesin tokaç mokaç değer de... Şuna da bir don giydir,  dükkanı hepten açık kalmış...''

 

    ''Seheeer! Adı batasıca ne oldu sıcak su.'' Seher, kazanın başındaki kızla sohbetini isteksizce yarıda kesip, sıcak su dolu çingil anasının önündeki leğene boşalttı.

    ''Töremeyesice de kalmıyasıca! (14) Gönderdiğim yerden gelmen için illa telli mektup mu yazmam lazım'' deyip, kızın ensesine sabunlu elleriyle bir şaplak vurdu.

     Sitti Hatun, tam karşısında çamaşır yıkayan kadına,

    ''Nazire bacım senin beyaz sabunun işi bittiyse atıver, torunların önlük yakalarına süreceğim.’’

     Nazire, yanıt vermeden sabunu, ikiletmeden fırlattı...

     Sitti Hatun, ocağa odun atan kızla koyu bir sohbete dalmış torununa,

    ''Vesilee, adı batasıca! Bana biraz sıcak su  getir.''

 

Bizim avluda oturmayan, komşu evden, çamaşır yıkayanlara yardıma gelen gelinlik çağındaki Güngör abla elinde helke (15), tulumbanın başına su doldurmaya geldi.

Helkeyi tulumbanın yanına koydu. Bir kaç adımda  merdivenleri çıkıp, yanıma gelerek, yanaklarımdan şapur şupur öptü.

Gülümseyerek,

    ''Beni alacan mı lan? Daha ufağım, mufaağım deme ben seni beklerim!'' Sonra çamaşırları seren anneme dönüp, ''Melahat ablaaa! Bu yakışıklıyı ben alacam ha! Kimseye söz verme.'' deyip, tulumbanın başına bıraktığı helkeyi doldurmaya başladı. Tulumbanın kolunu, hoplaya zıplaya öyle kaldırıp indiriyor ki; görenler dans ediyor sanır. Bu dansa, sütyensiz göğüsleri de bir aşağı bir yukarı ayak uydurunca; gözlerimi alamadın göğüslerin bu tuhaf dansından...

Helkesi dolunca, bana bakıp, göz attı.

    ''Seni çapkın! Acele etme, biraz sabret'' deyip helkesini alıp uzaklaştı. 

    Suçüstü yakalanmıştım; utanıp, başımı önüme eğdim.

    Güngör abla tulumbadan uzaklaşınca; deminden beri elindeki lastik top ile oynayan bitişik evdeki komşunun benden üç beş ay küçük oğlu Hıdır, topu curuna düşürdü, almak  için yarıdan fazlası dolu olan curuna eğildi, başı ağır gelmiş olacak ki; tepe üstü curuna düştü.

Oturduğum yerden kalkmadan,

    ''Düştü, çocuk düştü !'' diye bir kaç kez bağırdım.

Kadınlar çamaşır telaşında. Sesimi duyuramıyorum. Çocuk baş aşağı düştüğü için sadece ayakları, suyun üstünde, çırpınıp duruyor. Sesime kimse kulak vermeyince ayağa kalkıp, gücüm yettiğince bağırdım.

    ''Hıdır curuna düştüüü!''

Çamaşır telaşından olacak gene dönüp bakan olmadı. Baktım; bu gürültüde sesimi duyan yok; merdivenlerden inip, bana en yakın olan  kadına koştum. 

   '' Çocuk düştü!'' deyip curunu gösterdim. Kadın işaret ettiğim yöne baktı; ama oturduğu yerden curunu görmesi mümkün değildi.

   '' Ne diyon Yaşar, anlamadım.''

    ''Curun, curun. '' diye yineledim.

Az ötede çamaşır sermekte olan anneme seslenip,

    ''Melahat ne diyor bu oğlan?''

Annem ‘bilmem’ der gibi bir işaret yapıp, çamaşırları asmaya devam etti.

Ben ısrarla, ''curun, çocuk'' demeyi sürdürünce; kadın ister istemez ayağa kalktı. Curunda debelenen bir çift ayağı görünce,

    ''Amanın gonşular çocuğun biri curuna düşmüş, yetişin!''

Çamaşırını bırakan curuna koştu.

Hıdır'ı ayaklarından tutup çıkardılar.

    ''Elif'in Hıdır bu'' dedi, çocuğu curundan çıkaran kadın.

    ''Anasına habar verin.''

    ''Bacım, bu sabi bir başına bırakılır mı?''

    ''Doğurup doğurup sokağa salıyorlar, bunlar da ana olacak.''?

    Sitti Hatun, Hıdır’ı curundan çekip çıkaran kadının elinden aldı.  Çocuğu iki bacağından kavrayıp baş aşağı bir kaç kez silkeledi, kıçına bir iki şaplak vurdunca oğlan kendine gelip ağlamaya başladı.

Ben tulumbanın etrafındaki kalabalıktan sıyrılıp, merdivendeki yerime geçtim.

Bitişik evde oturan Hıdır'ın anası, kim haber verdiyse, haberi alır almaz telaşla bizim avluya geldi.

   ''Yavruumm! Hıdırımmm!'' deyip Sitti Hatun'un elleri arasında ağlamaya başlayan oğlunu alıp, bağrına bastı.

    Bir süre oğluna sarılıp ağladıktan sonra çocuğunu kucağından bırakmadan, gelip bizim evin basamaklarına oturdu.

Leğençede çocuk bezi yıkayan kız çocuğu bir tas su getirip Hıdır'ın anasına uzattı. Önce oğlu sonra kendi suyu yudumladı.

     Herkes işinin başına dönünce, Sitti Hatun Elife,

    ''Garibim çok korktu. Orta parmağını oğlanın üst damağına bastır da korkusu geçsin.’’ Elif Sitti Hatun’un dediğini yaparken,

    ‘’Verilmiş sadakan varmış, tek oğlunu sana bağışladı Allah.'' dedi Sitti Hatun. ’’Bir horoz kesip, kan akıtsan iyi olur. Kendini toplayınca da kazandan su alıp oğlanı bir güzel pakla.''

    ‘’Sağ olun Sitti Ana, ya görmeseydiniz Hıdırım’ın curuna düştüğünü?''

    '' Çamaşır derdindeydik; biz görmedik.Yaşar görmüş, o haber verdi Şengül'e. Anlayacağın Hıdır'ı Yaşar kurtardı.''

     Kadın, bir kaç basamak  daha yukarıda oturan bana döndü. Gözleri yaşlıydı. Bir şey söylemek istedi ama söyleyemedi. Sadece yutkundu.

Bir şey söylemedi ama yüzündeki o tarifsiz minnet duygusunu yıllarca unutmadım.

 

 ------

Mart 2020

Corona-19 Tutuk evi.

---

Not:

Yıllar sonra Hıdırla aynı lisede buluştuk. Sonradan Akademiyi bitirip muhasebici olduğunu öğrendim..

---









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder