21 Mart 2013 Perşembe

ANLAT BAKALIM
1990 Yılında, çevrenin koruması için yaptığımız çalışmalardan dolayı UNESCO’nun çevre ile ilgili bir alt örgütlenmesi olan Youth Environment Service (YES)  Sasa’ya bir plaket vermişti.  Bu plaketi almamıza; İstanbul –Silivri’den, Antalya-Gazipaşa’ya kadar uzanan yaklaşık 50 kilometrelik kıyı şeridi içinde kalan mesire yeri, kumsal ve ören yerlerinde yaklaşık 4 ay süren bir PET şişe toplama çalışması yapmamız yol açmıştı. Atık PET şişeleri toplama işinde kullandığımız araç ve gereçler, bu iş için özel olarak üretilmişti. Özel giyimli üniversite öğrencilerinin yardım ve desteği ile gerçekleştirdiğimiz bu çalışma Türkiye’de ilk kez yapılmıştı ve bu çalışmanın sorumluluğu da bendeydi.
Plaket ,  2-3 gün süren toplantı ve etkinliklerden sonra firmam adına bana verildi. Etkinliklerin son günü, düzenleme komitesi, arasında benim de olduğum yerli ve yabancılardan oluşan konuklara İzmir’in gece yaşamı hakkında fikir vermek (!)için bir izlence yaptı. Önce, Kordon’da, hemen herkes tarafından bilinen restoranında balık yedik. Daha sonra da beraber bir pavyona gittik. Adanalı olmama karşın pavyon muhabbetinden pek zevk almasam da gruba ben de katıldım (bazılarınız bu konuda aksini düşünebilir;  ama gerçek bu). Her neyse, büyükçe bir masaya alay-ı vala ile yerleştik. Önce garsonlar, ardından mezeler ve onların ardından da pavyonların olmazsa olmazı olan konsomatrisler masamıza sökün ettiler. Konsomatrisler, müşterilere masalarında eşlik eden, onlarla yiyip içip(özellikle içip) dertleşen;  yaşam öykülerini (genelde hep aynıdır) anlatan, ondan sonra varsa; sizinkini dinleyen kadın çalışanlardır. Anlayacağınız, bir tür diplomasız psikolog gibidirler. Bu karşılıklı dertleşme genelde sabaha kadar sürer. Ama alkolün etkisi ile ‘’cıvıma’’ evresine geldiğinizde,  dertleşme, sabah beklenmeden de sona erebilir.   Ertesi sabah ya da öğleyin, hafif bir baş ağrısı ile ayılıp,  ceketinizin cebindeki buruşuk hesap pusulasına bir göz attığınızda, büyük olasılıkla gerçek bir psikologa(!) ihtiyaç duyarsınız. Ama biz yine konumuza dönelim.
Yanımdaki boş ya da özellikle boş bırakılmış sandalyeye ‘’acaba kim oturacak’’?’ diye düşünürken uzun boylu, kumralca, dekolte, yaklaşık 22-23 yaşlarında olan genç bir kadın oturdu.
-‘’Adım Dilruba ‘’dedi elini uzatırken.
Ben, ortamdaki anason kokusunu dahi bastıran ucuz parfümün, koku alma duygum üzerindeki harabiyetinin derecesini hesaplarken;
-‘’Ben de Cüneyt’’ dedim.
-‘’Memnun oldum Cüneyt Bey’’…
Usuldendir; sordum:
-‘’Ne içersiniz Dilruba hamfendi’’?
Başımızda duran garsonu ilk kez görüyormuşçasına, dudaklarını büzerek,
-‘’Bol’’dedi.
Buradaki ‘’ bol ‘’sözcüğü ‘’ özel bir anlam ifade eder. Bu nedenle ‘’ o’’ yumuşatılarak okunmalı. Yani ‘’bol keseden atma’’ tümcesindeki ‘’bol’’ gibi okunmamalı.  ‘’Bol’’ , konsomatrislerin, hadi kibarca söyleyelim;  pavyonlarda müşterilere eşlik eden kadınların geleneksel içkisidir. Normalde beyaz şaraba çeşitli meyve suları eklenerek hazırlanır ama konsomatrislerin ‘’bol’’leri genellikle alkol içermez. Bazı müşteriler ,‘’bol’’ün ne olduğunu bilir ve muhatabının illa alkollü içecek almasında ısrar ederler. Bilirler ki; alkolsüz ‘’bol’’ kaç bardak içerse içsin konsomatrisi sarhoş etmez.  Konsomatris sarhoş olmazsa; müşteri ‘’peşrev yapamaz’’, üstüne üstlük meyve suyuna viski parası öder. Müşteri ısrarını sürdürürse; büyük olasılıkla ‘’sohbet’’ biter, ya da sohbetin tadı kaçar.
Ben, garson sormadan ne içeceğimi söyledim.
Dilruba (?), garson masadan ayrılır ayrılmaz öyküsüne başladı.
17 yaşında ailesinin istemediği birine kaçmış. Adamı çok seviyormuş ama çocuğu oluncaya kadar adamın ne kadar ’’angut’’ biri olduğunu anlayamamış. Çocuk olmasına karşın adam nikah yapmamış. Ne zaman ‘’nikah istiyorum’’ dese,  dayak başlıyormuş. Bir gün,’’bu böyle gitmez’’ deyip nikahsız eşinden ayrılmaya karar vermiş. Baba evine gidecek yüzü de yokmuş.  Sonunda, istemeyerek de olsa küçük kızını yaşlı bir kadına emanet edip bu hayata atılmış. Kızı, kendisini Almanya’da işçi olarak çalışıyor diye biliyormuş. Bütün arzusu kızına iyi bir gelecek hazırlamakmış. Yoksa bu yaşam çekilecek gibi değilmiş.  O olmasa anında bileklerini keser ‘’batası dünyaya’’ veda edermiş. Allahtan zaman zaman benim gibi iyi insanlar karşısına çıkıyormuş da, bu batası dünya daha çekilir oluyormuş…
-‘’ Allah Allah ! Ben bu filmi daha önce görmüştüm, hem de birkaç kez’’ diye düşünenleriniz olur. Böyle düşünenlere, sadece;
-‘’Film filme benzer’’derim.
 Ben daha içeceğimden bir yudum almadan O, üçüncü ‘’bol’’ünü’’ bitirmek üzereydi.
Öyküsü bittiğinde, gözlerini kısarak beni süzmeye başladı. Anladığım kadarıyla öykünün üzerimdeki etkisini kestirmeye çalışıyordu. Derin bir nefes alıp;
-‘’Acıklı ve ibretlik bir yaşamın varmış. Tam bir film konusu !’’ dedim.
Öyküsünün bende,  ona karşı bir sempati uyandırdığını fark edince,
-‘’Senin hikayen ne, neden buradasın’’?
-‘’Hiç bir hikayem yok, ben basit yaşamı olan biriyim’’.
-‘’Vardır, vardır. Derdi olmayan buraya gelmez’’.
 Anlatacak bir öyküsü olmayan insanların mahcup tavrıyla;
-‘’Vallahi yok’’! Önce ,’’ekmek Kur’an çarpsın ki; yok’’ demeyi düşünmüştüm. Ama kutsal kitabımızı burada anmanın ne yeri ne de zamanıydı.
-‘’İnanmam! Mutlaka bir derdin vardır, çekinme anlat şekerim’’ diye üsteledi.
Masadaki öteki arkadaşlara baktım, hepsi yanlarındaki ile hem hal olmuş, fılıstıyla konuşup gülüşüyorlardı.
Anladığım kadarıyla benden başka herkes birbirleri ile ‘’dertdaş’’idi. Kız da ısrarı sürdürünce; çözüldüm.
-‘’Haklısın benim de içinden çıkamadığım bir sorunum var’’ sözü ağzımdan çıkar çıkmaz, toparlandı. Sandalyeye yeniden yerleşir gibi yaptı.  Beni daha iyi görmek, mimiklerimden samimi olup olmadığımı anlamak istermiş gibi hafifçe geriye kaykıldı. Söze nereden başlayacağım diye düşünürken garson, kaşla göz arasında Dilruba’nın kızıla boyanmış dudakları arasındaki sigarayı yaktı. Loş ortamda, kibrit alevi bir an yüzünü aydınlattığında, yüzündeki ağır makyaja karşın, göz kenarlarındaki derin çizgiler, yaşantısının yansıması gibiydi.
Gözlerimi yüzünden ayırmadan devam ettim.
-‘’Ben büyük bir firmanın pazarlama ve satış müdürüyüm. Yıllardır çözemediğim sorunlarım var.’’ Dördüncü ‘’bol’ünden bir yudum alıp sordu.
-‘’İçinden çıkamadığınız sorun nedir’’?
-‘’Çatışma’’deyip, tepkisini bekledim. Hemen atıldı sözüme.
-‘’Ne çatışması, karınla mı kavgalısın yoksa düşmanın mı var’’?
-‘’Yoo ! Her ikisi de değil’’ deyip sustum. Üsteledi.
-‘’Anlat,  çekinme! Derdini söylemeyen derman bulamaz’’ Konuşmamızın başından beri duymayı umduğum sözdü bu.
-‘’Dinle o zaman. Senin de çok iyi bildiğin gibi, pazarlamanın 4 ana fonksiyonu var. Bunlardan biri de distribution channels, yani dağıtım kanalları. İşte benim çatışmadan kastettiğim; dağıtım kanallarını oluşturan birimler arasındaki çatışma…’’
Loş ortam, yüzünü tam olarak seçmeme engel olsa da; gözünün en azından birinin seğirmeye başladığını hissettim. Duyulur duyulmaz bir sesle,
-Nası  (nasıl)yani?
-‘’Şöyle açıklayayım’’ diye sürdürdüm konuşmamı.’’Kanalı oluşturan, ana bayilerle alt bayilerin; toptancılarla perakendecilerin özellikle, kar marjları ve satış bölgelerinin paylaşımı konusunda çatışmaları var ve ben buna yıllardır bir çözüm bulamıyorum. Sen ne dersin? Bu çatışmayı önlemek için neler yapmalıyım’’?
-‘’Şey’’ diye söze başlamak istedi ama ‘’şey’’in arkası gelmedi..
Sorumu yanıtlarken kendini rahat hissetmesi için ona cesaret vermeye çalıştım. ‘’ Hadi ama yanıtlayabilirsin’’ dercesine hafifçe gülümsedim. Ne de olsa serde ‘’hocalık (!)’’ var.
Sigarasından derin bir nefes çekti, daha dumanı masamızı terketmeden,aniden toplanmaya başladı. Telaşla yerinden kalktı. Fısıltıyla,
-’’İzninizle Cüneyt Bey! Tuvalete gidip makyajımı tazeleyip hemen döneceğim’’ deyip hızlı adımlarla masadan ayrıldı.
-‘’Dilruba ‘’diye ünledim ardından ,‘’sigara paketini unuttun’’!
Dönüp bakmadı bile..
Masadakiler, yanımdaki sandalyenin boş kalmasını hiç fark etmediler,  dertlerini dertdaşlarına döküyor olmalıydılar. Onlara gıpta etmedim (!) desem yalan olur. Hem dertleri, hem de dertlerini dinleyenler(!) var.
...
Dağıtım kanalındaki çatışma mı ? Ne çatışması?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder