29 Eylül 2015 Salı

Bir Çullukla Göz Göze Gelmek

Bir Çullukla Göz Göze Geldiniz mi Hiç?

 

 

     Eşimle, elimizde tüfeklerimiz saatlerdir dağ, tepe dolanıp duruyoruz. Bunca zaman taban teptik; bırakın fişek yakmayı, nişan alabileceğimiz ne bir uçara, ne de kaçara rastladık.

     Ekim ortası olmasına karşın hava alabildiğine sıcak. Elimiz, yüzümüz toz toprak içinde; giyitlerimiz cımcılık (1), ter sırtımızdan aşağı akıyor. Güneş ufka devrilmeye başladı. Bu saatten sonra da yolunu şaşırmışların dışında fişek yakacağımız bir şeye rastlamamız mümkün değil. En iyisi; sabahın köründe bir akaryakıt istasyonuna bıraktığımız arabamızı alıp, eve yollanmak.

 

     Bulunduğumuz tepeyi aşınca, ana yola paralel, toza bulandığı için rengi yeşilden boza dönmüş çalılıkları gördüm. Çalıların dibinde, yol boyu uzanan bir dere olmalı. Gerçi ekim ortasında derelerde pek su bulunmaz ama gene de şansımı denemek istedim. Derede su bulursak, önce elimizi yüzümüzü tozdan, topraktan arındırır, biraz dinlendikten sonra da arabamızı, bıraktığımız akaryakıt istasyonundan almak için yola koyulabiliriz. Tüfeğimi, namlusu yukarı gelecek şekilde çaprazlama asıp, bana yaklaşık 100-150 metre gerimden gelen, bir av hayvanına rastlama umudunu yitirdiği için tüfeğini çok önceden omzuna çaprazlama asmış olan eşime dereyi gösterip, beni izlemesini işaret ettim. Tepeden aşağı çalılığa doğru paldır küldür yürümeye başladım. Toprak o kadar kuru, hava o kadar nemli ki; ayaklarımın altından kalkan toz bulutu bir süre havada asılı kalıyordu sanki…

Toz topraktan rengini kaybetmiş olan böğürtlen, hünnap ve ılgın çalılarının arasından geçip dere yatağına ulaştım. Derede umduğumdan fazla su vardı. Derenin genişlediği yerlerde oluşan göletlerin çevresinde kurumuş koyun, keçi ve sığırların ayak izleri ile bunların su içtikten sonra bıraktıkları pislikleri vardı. Derenin, nispeten temiz akan bir yerinden avuçladığım ilk suyu yüzüme çarparken eşim geldi.

Anlaşılan o benim kadar sıcaktan bunalmamış olacak ki; ilk sözü,

     ''Hünaplara bak! Amma da çoklar!'' Eşim hünnabı çok severdi.

     ''İstediğin kadar toplarız'' dememe kalmadan sert bir kanat sesi ile irkilip, sesin geldiği yöne döndüm. 'Ne oluyor?' dememe kalmadan, yaklaşık 20-25 metre ötemden irice bir kuş havalandı. Bu bir çulluktu. Yıllardır bir çulluğu havada görmemiştim. Anlaşılan o da bizim gibi susamış; tam su içiyorken, biz üstüne gelmişiz. Eğer susuzluğunu tam anlamıyla giderememiş ise, yeniden dereye inecektir. Dere içinde iken onun nereye konduğunu görmem zordu. Bu nedenle hızla karar verip, derenin içinden geçtiği tapıra (2) bir kaç adımda  çıktım.

     Çulluk dere boyundan ayrılmadan uçmaya devam etti. Yaklaşık 100 metre sonra alçalıp, yeniden dere yatağına kondu. Tüfeğimi omzumdan aldım; hafifçe öne doğru eğilip, sessizce dere boyunca yürümeye başladım. Eşime, beni izlememesi için işaret vermek amacıyla bir ara arkama döndüm. Eşim, benim ardımdan dereden çıkmış, uyarıma gerek kalmadan çoktan yere çömelmiş, olacakları izlemeye koyulmuştu.

     Tüfeğim elimde, parmağım tetikte…

     Çulluk, derenin içinden aniden havalandı. Aramızdaki mesafe çok az; çulluk nerdeyse namlumun ucunda…

 

     Tüfeği doğrulttum, göz, gez arpacık…

     Çulluk telaşlı; uzaklaşmaya çalışıyor…

     Uçtuğu yöne doğru namluyu çeviriyorum.

     Göz, gez, arpacık, çulluk…

 

     Parmağım tetikte…

     Tetiğin boşluğunu aldım…

     Çulluk bir an başını çevirip bana mı baktı? Yoksa bana mı öyle geldi? bilmiyorum.

     Elim tetikte, çulluk tam hedefimde.

 

     Arkamdan eşim bağırıyor.

    ''N’olur vurma, çok yazık!’’

 

                                                           ***

     Ortaokul sıralarındayken Mahmut Yesari’nin ‘’Çulluk’’ adlı öyküsünü okumuştum. Öykü, karlı bir kış günü, avcı tarafından canlı olarak yakalanan bir çulluğun, sevilip okşanmasına, yaşaması için özen gösterilmesine karşın, tutsaklığa dayanamayıp, avcıya diktiği kin ve nefretle dolu gözlerini  kapadıktan sonra yavaş yavaş ‘’ölüme uçuşunu’’ anlatıyordu.

 

     Nasıl oldu bilmem; çullukla göz göze geldiğimi sandığım anda birden o öykü geldi aklıma.

     Tüfeğimin namlusunu havaya kaldırdım; çulluğu hedefimden uzaklaştırıp tetiği çektim.

 

     Bir el, bir el daha…

 

     Tüfeğimin sesi, az önce bulunduğum tepede yankılanırken, çulluğun daireler çizerek uzaklaşmasını, o gözden kayboluncaya kadar izledim.

     Birkaç dakika sonra eşim yanıma geldi. Soluk soluğa;

    ''İyi ki vurmadın’’

    ‘’Elim gitmedi; vuramadım.’’

     O güne kadar birlikte avlandığımız eşim, üsteledi:

    ‘’Sahi neden vurmadın?''

    ''Önce derede elimizi yüzümüzü yıkayalım, niye vurmadığımı yolda anlatırım.'’

                                                       ***

     Bu olayın üzerinden yaklaşık yıllar geçti. O gün bu gündür bir daha canlı hedefe namlu doğrultmadım.

     Hala kendime sorarım: 'Çulluğu vurmayışıma sebep; eşimin ‘’yazık be vurma !’’ deyişi miydi yoksa Mahmut Yesari’nin  Çulluk Öyküsü müydü?'

     Bu soruların yanıtını o gün, bu gündür hala verebilmiş değilim.

 

     ‘’Sahi, şimdiye dek namlunuzun hedefinde olan bir çullukla göz göze geldiniz mi hiç?’’

------

İstanbul-2016

-----

1-Sırılsıklam

2-Tapır: Köylerin dışında, genelde tarıma elverişli olmayan, yüzeyi yer yer kayalık ve taşlık alan.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder