12 Şubat 2021 Cuma



IŞIĞI GÖRDÜM

 

Kardeşim,

   ‘’Ağabey tekneyi aldın, bir de ağ alsan hiç olmazsa hafta sonları denize ağ atar, balık tutardık’’dedi.Kardeşimin önerisi akla yakındı. Tekne var, tekneyi taşıyacak römork var, deniz var...Yani un var, şeker var yağ var; iş helva yapmaya kalıyor. Anlaşılan helvayı yapmak da bana düşüyor. Bir de ağ satın aldım mı helva tadından yenmez olur. İyi de ağı nereden alacağım? 

Benim balık tutma deneyimim olta balıkçılığı ile sınırlı. Olta dediysem, bu günkü oltalar gibi makaralı falan değil; basbayağı kamış; Adana söyleyişiyle ucuna misina bağlanmış kargı. Köydeki arkadaşlarımın çoğunun kargıdan yapılma oltası vardı. Ben de onlara öykünmüş, babama  kargıdan bir olta yaptırmıştım.

Arkadaşlarla köyümüzün önünden geçen sulama kanalına gider, oltaları salardık. Arkadaşlarım- hani biraz abartayım- oltayı suya atar atmaz balıklar, önceden mükellef bir sofradan kalkmış olsalar bile gelip takılırdı oltalarına. Ben oltanın iğnesine hamur takıyorum olmuyor, solucan takıyorum 'bana mısın' demiyorlar.  Balıklar için hamura ve solucana göre belki baklava börek olur diye kusmayı bile göze alarak hayvan leşlerinden kurtçuklar toplayıp, oltamın iğnesine takıyorum; gene tık yok. Bekle Allah bekle ki, yolunu yitirmiş bir balık gelip de oltamın iğnesine vursun... Ne mümkün?Anlayacağınız açlıktan öleyazan, derisi kılçıklarına yapışmış bile olsa hiç bir balık uğramıyor oltama. 

Nenem benim için ‘’bu oğlanın kıçında kurt kaynıyor ellehem.(1) Yerinde durası yok’’ derdi her zaman. Nenem haklıydı. Ben eylemsiz duramam. Hele olta ucundabeklemek yok mu? Beklemeye dayanamıyorum. Balık işi sabır işi; o da bende yok. Allahtan bu işin bana göre olmadığını çabuk anladım da 'benden bu kadar' deyip vazgeçtim oltayla balık avlamaktan. Çevremde torla ya da ağla balık tutanlar da vardı hiç kuşkusuz. Bir de dinamitle balık avlayanlar....Balık tutmak, daha doğru bir ifadeyle balık katliamı yapmak daha kolaydı bu yöntemle. Bir dinamit lokumunu taşa bağlayıp lokumun ucuna taktığın fitili ateşleyip, ırmağın akıntısı olmayan bir yerinde suya atıyor ve patlamasını bekliyorsun.

Güümmm!

Patlama sesinin ardından birkaç metre suyla birlikte onlarca balık havaya sıçrıyor. Ardından suya girip, elma toplar gibi yüze çıkan balıkları topluyorsun. O günlerde çevre mevre kimin umurunda. En çevrecimizin çevreciliği bile; Gençlik maarşının bir dizesindeki ''bu ağaçlar, güzel kuşlar, yürüyelim arkadaşlar, lay lay lay loom'dan'' öteye geçmiyordu. Anlayın artık. 

Söz buraya nereden geldi? Şimdi anımsadım; teknem için ağ satın alacaktım.

Bu işten anlayanlara sordum. ''Teknenin boyu kaç metre, hangi derinlikte avlanacaksın, motorun gücü ne?'' türünden uzmanlık sorularını eksiksiz yanıtladıktan sonra danışmanlarm(!), 150 cm eninde, 120 metre boyunda bir ağın benim için yeterli olduğu kararını verdiler.

    ''Peki ağı nereden alırım?'' türünden sorduğum masumane sorumu, kendilerinden emin bir şekilde ve dudaklarında alaycı bir gülümsemeyi eksik etmeden, hep bir ağızdan 'tabii ki İstanbul'dan' diye yanıtladılar.

Sözü uzatmayayım. Ağı satın alacağımız dükkanın İstanbul'daki adresini bulup, siparişi verdim. Bedelini söylediler, hemen çıkardım istedikleri parayı... Üç beş gün sonra da ağ geldi. Ağın sarıldığı paketi açarken; oğlum ve ben, tutacağımız balıkların düşünü kurarken, eşimin ve kızımın 'her boyayı boyadık, bir tek fıstıki yeşil kalmıştı' sözünün yüzlerine yansıyan ifadesi de güzümden kaçmadı.

Öncelikle gelen ağın, siparişim ile aynı ölçüde olup olmadığını kontrol etmeliydim. Hemen çelik metremi alıp, en kolay ölçülecek yerini; enini ölçtüm. 120 cm geldi. Oysa siparişimiz 150 cm idi . 'Eni buysa, boyunu ölçmeme hiç gerek yok, mutlaka boyu da siparişimden kısadır' dedim. Ağ kısa da olsa önemli değil. Aç gözlülük yapmam; balıkların hepsini ben tutacak değilim ya? Başkalarının da hakkı var denizdeki balıkta. Ancak, 'ağı İstanbul'dan al' diye tutturan danışmanlarımı hayırla(!) yad ederek; 'tuttuğum balıkların bir kılçığını bile size verirsem ne olayım' diye ant içip, yüreğimi soğutmayı da ihmal etmedim. Ağı satın aldığım dükkan sahibi hakkındaki düşüncelerimi ise, buraya yazmayı gerek görmüyorum. Beni tanıyanlar, bu tür durumlarda  neler söylediğimi iyi bilirler(!).

                                                                             ***

Ağı denize attık. İlk bir kaç denemede başarılı olamadık. Ağdan hep yengeç çıktı. Yengeç çıkması dert değil; ağı parçalamış namussuzlar. Ağı temizlerken çevremize toplananlardan biri, 'yengeç de yeniyormuş Yaşar bey! Bir filmde görmüştüm. Bayağı pahalıymış'' dedi. Güzel kardeşim ben de biliyorum yengecin yendiğini. 'Ben bu ağı yengeç yakalamak için değil, balık yakalamak için satın aldım' demeyi düşündüm bir an. Ama demedim, ne de olsa yazlık komşum; yüz yüze bakıyoruz... Sadece içimden la havle çekip, ağdaki yengeçleri temizlemeyi sürdürdüm.

Bir hafta sonra, gün batımından önce kuzenimle ağları motora yükleyip, tam denize açılacaktık ki, elinde oltası, başında hasır şapkalı, bermuda şortlu, şıpıdık plastik terlikli tanımadığım biri aniden yanıbaşımızda belirdi.

    ''Rast gele komsu'' dedi. ''Buralarda ağla balık tutamazsınız. Denizin dibi kum. Size kayalık bir yer gerek. Ağla balık tutmak için Yapraklı koyu en uygun yer. Ben dün orada oltayla çok balık çektim. Ağı oraya atın; balık kaynıyor deniz.''

Adamın 'olta balıkçısı' olması, bir an geçmişteki  olta ile anılarımı çağrıştırsa da umursamadım. Dikkat ettim; ilk kez biri bana balıkçı jargonu ile seslenip, 'rastgele' dedi. Demek ki, bu işi biliyor; balığa ve balıkçıya saygıda kusur etmiyor.

    ''Balıkların kaynadığı yer Yapraklı koyunun tam neresinde?'' diye sordum.

    ''Koyun girişindeki burunun önü. Ağınızı burunun ucuna rastgelen yere akşamdan atın. Yalınız ağı, suyun yüzeyinden en fazla 5-6 metre derinliğine kadar indirin ki, ağ kayalara takılmasın. Bu çok önemli. Akşamdan attığınız ağı sabah erken saatlerde çekin. Ağa takılan balıkları toplamakla bitiremezsiniz'' deyip, daha 'sağol birader' dememe fırsat vermeden sırtını dönüp gitti.

Ey yüce Tanrım! Bizim günlerdir çektiğimiz eziyeti görüp; yardım etmesi için Hızır Aleyhisselam'ı  balıkçı donunda gönderdin demek bu aciz kuluna... Hem balığın yerini söyledi hem de bir teşekkür bile beklemeden çekti gitti mübarek...

     ''Aman! acele edelim. Atıf; kimse gitmeden biz gidip ağı serelim.''

Belki size bencillik gibi gelecek ama yapacak bir şey yok. Günlerdir balık niyetine denize ağ atıyorum, yengeç takılıyor. Bu gidişle benim yüzümden denizde yengeç kalmayacak. Onların ki de can. Olaya bir de bu açıdan bakın lütfen.

Kuzenim ile birlikte ağı, motora alal acele yükleyip, 'vira bismillah' deyip denize açıldık. Bu vira bismillah sözünü balıkçılardan çok duymuştum. Söylemekte de bir sakınca görmedim; ağıma takılacak balıkları hesaba katarsam; şimdiden gerçek bir balıkçı sayılırım ne de olsa. Yapraklı koyunda, balıkçı donuna girmiş mübareğin tarif ettiği yere demir attık. Ağımızı denize özenle serip, şamandıralarla ağın yerini belirledikten sonra da görevini eksiksiz yerine getirenlerin iç huzuru ile demir alıp,  teknenin burnunu yazlığıma çevirdim. Hava da yavaş yavaş kararıyordu.

Yol boyu ertesi sabah tutacağım balıkların düşünü kurdum.

                                                                                     ***

Geceyi pek rahat geçirdim diyemem. Düşüm de hep balık gördüm; hem de yüzlerce. O kadar çoktular ki, ağdan çıkardığım balıklarla teknem dolup taşıyordu. Ailemizin rüya yorumcusu kız kardeşime göre 'düşte balık görmek kısmetmiş; yüklü bir paraya sahip olacağın anlamına gelirmiş.' Hadi hayırlısı... 

Ertesi sabah, kargalar bile kahvaltı etmeden erden kalkıp, kuzenimi uyandırdım. 

     ''Hadi oğlum kalk artık! balıklar bizi bekliyor.''

Teknenin yanına geldiğimizde güneş henüz ufukta görünmüyordu. Ama hava, 'gavuru müslümandan ayıracak kadar aydınlıktı.' Kumsalda ise, 'acaba 3-5 yıl daha yaşar mıyım' umuduyla yürüyen bir kaç yaşlıdan başka ben-i adem yoktu.

Tekneyi örten branda, sabaha karşı yağan çiğden dolayı cım cılık(2). Motoru çalıştırıp, sabahın nemli ve  yapışkan  sessizliğini yara yara yol alıp, bir gün önce ağı attığımız yere; şamandıranın yanına demirledik.

Ağı şamandıradan ayırıp, 'ya allah, ya fettah !' deyip yavaş tekneye çekmeye başladım.

Ben de heyecan zirve yapmış: kolay değil, buraya ağ atmamızı balıkçı donuna bürünmüş Hızır Aleyhisselam önerdi. Yüreğimin gümbür gümbür etmesi bundan. Tekneye çektiğim ağın ilk metrelerinde ağa takılmış balık yoktu. 'Olağan' dedim kendi kendime; 'daha yüz metreden fazla ağ var suyun içinde, aceleye gerek yok...' Ağı sabırla ve acele etmeden yavaş yavaş çekiyorum ki; takılan balık ağdan kurtulup kaçmasın. Ama ne mümkün? Ağın yarıdan fazlasını tekneye aldım, ama ilaç için ağa takılan tek bir balık yoktu. Öyle inançlı biri değilim ancak ben hala balıkçı donuna girmiş Hızır Aleyisselam'dan umudumu kesmedim; bildiği bir şey var ki beni buraya yönlendirdi.

Tekneye aldığım ağ çoğalıp, suyun içindeki ağ azalınca umudumu yitirmeye başladım. Birden! o ana kadar sudan rahatlıkla çektiğim ağı, çekemez oldum; bir yere takılmış olmalı. Bir iki kez zorladım; Iııhh! bana mısın demedi.

Ortalık aydınlandı, güneş pırıl pırıl. Kuzenime,

      ''Ağ bir yere takılmış sanırım, ben suya dalıp; ağı takıldığı yerden kurtarmaya çalışacağım. Sen gözünü benden ayırma!'' deyip soyunmaya başladım. Dikkatli bakınca suyun dibindeki kayalık kolaylıkla farkediliyordu. Gözümde deniz gözlüğü, balıklama daldım suya. Ayağımda palet yok, zaten palete de gerek yok... Ağa tutunarak yaklaşık 5-6 metre derinliğe kadar indim. Tahmin ettiğim gibi ağ dipteki kayanın sivri bir yerine takılmıştı. Kayadan kurtarmam gereken ağ yaklaşık 15- 20 metre kadardı. Aslında ağı kesip, 15-20 metrelik bölümü denizde bırakabilirdim. Ama kısalan ağ, ağ olmaktan çıkardı. Ağı kayadan kurtarmaya karar verdim. Ağı kurtarmak için, ayaklarımla kayadan güç aldım ama bana mısın demiyor. Zaten soluğum da tükenmek üzere. Sudan çıkıp yeniden soluklanıp bir kez daha denemeye karar verdim. Bir ucu kayaya takılı, öteki ucu teknede kuzenimin elinde olan ağa tutuna tutuna suyun yüzüne çıkıp, tekneye tutundum. Soluk soluğayım. Kuzenimin,

      ''Ağabey ağ kayaya mı takılmış?'' sorusunu başımı sallayarak yanıtladım. Bir süre  soluklandım. Soluk alıp verişim düzene girince, ciğerlerimi taze hava ile doldurup bir kez daha daldım suya. Ağa tutuna tutuna kayaya kadar kolaylıkla ulaştım.  Bir kez daha ağı kayadan kurtarmak için soluğum kesilinceye kadar uğraştım. Bir ara ağın, kayaya takıldığı yerin gerisinde kalan bölümünde ağa takılmış bir balık gördüm. Ağdan kurtulmak için umarsız, çırpınıp duruyordu. Balıkçı donuna girmiş Hızır'ın söz ettiğ balık bu muydu?  Ben bir tekne dolusu balık beklerken, ağıma bir tek balık takılmıştı. Kusura kalmasın; aleyhisselamlığından bir fayda görmediğim için o artık benim için sadece Hızırdı.

Soluğum tükenmek üzere. Çekmekle ağı kayadan kurtaramayacağım sanırım. Suyun yüzüne çıkıp, teknedeki bıçağı almalı; ağı takıldığı yerden kesip, kalanına razı olmak en iyisi...

Bir kez daha ağa tutuna tutuna suyun yüzüne çıktım. Soluklandıktan sonra kuzenimden bıçağı istedim. Soru sormasını beklemeden,

       ''Kayadan kurtaramadım. En iyisi kesmek.''

Bıçağı ağzıma alıp suya yeniden daldım. Ağı özenle kesip, kayadan kurtardım. Kuzenim kestiğim ağı yukarı doğru çekmeye başladı. Ben de ağın kayada kalan kısmına takılmış balığa son bir kez daha bakıp, tepemde bir ışıldak gibi parlayan gün ışığına doğru yüzmek için ayaklarımla kayadan güç alarak  yaylandım. Daha bir kulaç atmış atmamıştıp ki, sağ ayak baş parmağımın, kayaya takılı ağa dolandığının ayırdına vardım. Can havliyle ayağımı kendime çekip, ağdan kurtarmaya çalıştım ama boşuna, kurtaramadım baş parmağımı. Parmağımı kurtarmak için ağın takıldığı kayaya yöneldim. Ne kadar zorladıysam baş parmağımı kurtaramadım. Güneş tepemde ışıl ışıl, soluğum tükenmek üzere, ciğerlerimde büyük bir baskı var... Balığı yakalamayan ağ, parmağımı yakalamış, bırakmıyordu.

Umarsızdım.

Cigerlerimdeki baskı artıyordu. Soluğum tükendi, tükenecek...Çabuk karar vermeliydim. Düşüncelerim bulanıklaştı. Ağı mı, başparmağımı mı kesecektim kurtulmak için? Hangisi kolay olacaktı? Saniyeler yıl gibi... Ağzımdaki bıçağı elime aldım. Hala kararsızım; ağ mı, ayak baş parmağım mı? Sağlıklı düşünemiyor, gitgeller yaşıyorum.

Ben ne yapacağımı düşünürken bir kez daha ağa takılı balığı gördüm, ağdan kurtulmak için hala çırpınıyordu. O ağdan kurtulma umudunu yitirmediğine göre ben de umudumu yitirmemeliydim.

Karar verdim. Bir kez daha deneyecek, parmağımı kurtarmak için son bir deneme daha yapacaktım. Kalan tüm gücümü topladım; aman Tanrım! Parmağım ağdan kurtuldu. Hızla suyun yüzeyine çıkmalıydım. Ama tutunup çıkacağım ağı kuzenim çoktan tekneye almıştı.

Başım dönüyordu, kayadan güç alıp, yaylandım. Gün ışığı pırıl pırıldı. Yaşam oradaydı.  Saniyeler yıl gibi... Ciğerlerim patladı patlayacak. Tekneye yaklaşınca, tekeneden sarkıp, suda ne yaptığımı merak eden kuzenimin yüzünü hayal meyal gördüm.

Bilincim bulanıklaştı.

Son bir çaba...

Sonunda başımı suyun üstüne çıkardım. Teknenin kenarına güç bela tutundum. Kulaklarım zonkluyor, başım dönüyordu; bayılmak üzereydim. Dünyadaki tüm havayı tüketircesine ciğerlerimi doldururdum. Aşağıda ne olduğunun ayırdında olmayan kuzenim,

      ''Ağabey, vallaha bravo. Kimse senin kadar suda kalamaz'' deyişini duyar gibi oldum. Sudan çıkmam için elini uzattı. Karşımda Hızır vardı sanki...

      ''Elbet bir gün gene karşılaşırız Hızır efendi, alacağın olsun'' dedim.

Adıyla değil de Hızır diye seslendiğim kuzenimin yüzündeki şaşkın ifade, yol boyu yapıştı kaldı yüzünde.

-----

Ankara- Kasım 2020

----

1-Ellehem: Sanırım, anlaşılan, demek ki.

2-Cım cılık: Sırılsıklam.

NOT: Bu yazıya son noktayı koyduktan bir kaç saat sonra teknede yanımda olan kuzenimin hakka yürüdüğünü öğrendim. Işıklar yoldaşı olsun.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder